Ergin TEZCAN...27 Ocak 1988 Mersin doğumluyum. Uludağ Üniversitesi İşletme Bölümü'nden mezun oldum. Özel bir şirkette danışman olarak çalışmaktayım. En büyük tutkum edebiyat ve resim. Çesitli online dergilerde yayımlanmış akrilik, yağlı boya ve karakalem çalışmalarım mevcut. "Kedi Gözü, Kahve Falı, Varlık Sahası" tablolarımdan birkaçı. Ayrıca deneme ve öykü türünde yazılarım Mısra ve Naifçe Dergisi'nde yayımlandı. "İnsan ve İnsanoğlu, Aşka Yol Yok, Koca Yürekli Çocuk" ile yazın dünyasına adım attım.

İçeri ile dışarı arasında ses alışverişine imkân vermeyen duvarlarla çevrili ve sadece dışarıdan açılabildiği, içeriden bakıldığı zaman fark edilmesi istenmediği için duvarlarla aynı renge boyanan bu yüzden de daha çok gizli geçide açılan bir kapağı andıran yalıtımlı kapıya sahip odada tek başınaydın. Kulpu arızalı olduğundan devamlı kapalı duran küçük ve ahşap pencere güneybatı yönüne konumlandırıldığı için güneş ancak saat 15.35’ten sonra giriyordu izbe mekânına. Küçük pencerenin karşısındaki duvarda sayıları Roma rakamları ile yazılmış, kadranı aynalı, Arlon marka son model duvar saati bulunuyordu. Bu daha önce gördüğün duvar saatlerine hiç benzemiyordu. Bir saatte neden ayna kullanılır, amaç nedir? “Geçmiş ve gelecekle ilgilenme, sadece anı yaşa” mottosu mudur bize dayatmak istediği ya da bu saat insanın saniyeler ve dakikalar içinde canlı canlı nasıl ve ne hızla yaşlandığını, hayatın gerçeği gibi yüzüne çarpmak mı istiyordu varlığıyla? Odanın, kulakları sağır edecek desibeldeki sessizliği o kadar yüksekti ki; zihin damarların bu sorularla tıkanıyor, saniye çubuğunun tik tak sesleri düşüncelerini pıhtılaştırıyor ve bu durum başında şiddetli ağrıya sebep oluyordu. Bu ağrıyı hafifletmenin tek yolunun seslere alışmak olduğunu kendine itiraf ediyordun ilk günün sonunda.

İlk etapta her ne kadar saatin aynası hakkında felsefik boyutlu fikirler yürütsen de daha sonra onun teknik bir vazifesi olduğu düşüncesi kalıcı bir misafir gibi gelip oturdu aklının başköşesine. Çünkü gözlemlediğin kadarıyla odada, günler içinde değişim gösterecek ruh halini ve dışavurumu beden dilini takip edecek gizli bir kamera yoktu. Doğru, bu odada –ne kadar süredir hiçbir fikrin yok-tek başınaydın ama yalnız değildin. Birileri seni izliyordu. Peki neden bir başkası değil de sen? Senin ne gibi özelliğin vardı ki sen seçilmiştin? Bu sorulara şimdilik cevap verebilmek çok zordu. Kolay olan, en az bir çift gözün seni hapse alıp davranışlarını kontrol altında tutabilmek için ihtiyacı olan dijital pencerenin yerini tespit etmekti.

Yetişkin bir zürafanın rahatlıkla sığabileceği yükseklikteki tavanda asılı, soluk sarı renkli lambanın bu iş için hiç de uygun bir eşya olmaması ve haczedilmiş vaziyetteki odada lambadan başka sadece aynalı duvar saatinin bulunması işini kolaylaştırmıştı. Evet, bu özel bir saatti. Kadranı, emniyet dairelerindeki sorgu odalarında kullanılan çift taraflı aynadan yapılmıştı. İsviçreli saat üreticileri, Arlon marka bu özel saatleri genellikle emniyet, askeriye, istihbarat teşkilatları için üretiyor ve bunlar ihracatta önemli rol oynayarak ülke ekonomisine hatırı sayılır bir katkı yapıyordu. Saate iyice yaklaştın, rakamlara göz gezdirdin. Roma rakamı dört ve altının ters yazılmış olduğunu fark ettin ama aldırmadın. Sonra aynadaki görüntüne yoğunlaştın. O an aklına, üniversitede tanışıp arkadaş olduğun Suat’ın sosyal medyada takip ettiği “ilginç bilgiler” sayfasından öğrendiği ve sana okul binasının girişindeki boy aynasında uygulamalı olarak gösterdiği çift taraflı ayna ile ilgili bilgi geldi. Bu bilgiye göre, parmakla aynaya dokunulur, eğer parmağın aynadaki zahirisi ile kendisi arasında yaklaşık bir santimetre boşluk varsa, o ayna tek taraflıdır. Ancak hiçbir boşluk görünmüyorsa, işte o zaman ayna çift taraflıdır. Yani arkasındaki cam bölmeden bu taraf rahatlıkla izlenebilir.

Şu an senin için hayati önem taşıyan bu bilgiyi hatırlayınca derhal uygulamaya koyuldun. Sağ elinin işaret parmağını, camını özenle çıkardığın saatin aynalı kadranına bastırdın. Tam tahmin ettiğin gibiydi sonuç. Boşluk yoktu. İzleniyordun. İçini belirsizlikten kaynaklanan bir huzursuzluk kapladı. Kalp ritmi bozuk insanların heyecanlandıklarında veya yoğun tempolu yürüyüşlerinin ardından çektikleri nefes darlığına benzer iç sıkıntısıyla soluk alıp verişlerin hızlandı. Avazın çıktığı kadar bağırmaya başladın.

”Orada olduğunuzu biliyorum. Açın kapıyı, derhal!” Gözlerin karardı bir an için. Alışkın olduğu keskin virajlı yolları zamana karşı yarışan bir yarışçı gibi kateden şoförün arka koltuğunda oturan yolcudan hiçbir farkın yoktu. Başın dönüyor, miden bulanıyor, küçük tansiyonla büyüğün değerleri yer değiştiriyordu. Oturmak istedin ama odada küçük bir tabure bile yoktu. El yordamıyla duvardan destek aldın. On saniye sonra dizlerin uyuşmaya, artçı sarsıntılarla bütün vücudun titremeye başladı. O an daha fazla ayakta duramayıp yere düştün. Bayılmıştın. Uyandığında hava kararmış, sana ne olduğunu anlamaya çalışıyordun. Boş odada olduğunu anlayınca kâbus görmediğini, her şeyin beş duyunla algılanabilecek kadar gerçek olduğunu fark ettin. Kim bilir kaç saattir baygın yatıyordun. Ağrıyan başını güçlükle kaldırdın ve saate baktın. Camının yerine takıldığını fark ettiğin saat 20.05’i gösteriyordu. Acıktığını hissettin. Yavaşça doğrulurken birden yerde sol elinin yanında koyu kızıl bir sıvı dikkatini çekti. Panikledin. Acaba ne olmuştu diye düşünürken başını duvara çarptığını anımsadın yere düşerken. Önce sol kaşının üzerindeki kurumuş kanı daha sonra şakaklarında atan nabzı hissettin. Yaralı bölgeyi görebilmek için ayağa kalkarak makyaj yapan bir kadın edasıyla saatin aynasında sol kaşını inceledin. Kahverengi lekenin yanında ufak kızarıklıklar ve hafif şişkinlik vardı. Aynanın arkasını görebiliyormuş gibi akrebe sabitledin bakışlarını. Biraz önceki panik halin yavaşladı, hareketlerinin hızı zamanı ağırdan alan akrebin hızına düştü. Ruhsuz bakan gözlerin, teslimiyetin en bariz emaresi olduğunu henüz lise sıralarındayken öğrenmiştin her pazartesi sabahı okulun bahçesinde vaaz veren okul müdüründen. Hafızasını kaybetmiş birisinin başına aldığı darbenin şok edici etkisiyle su yüzüne çıkan bilincinin davranışlarında yarattığı farkındalığın aynısını yaşıyordun o an. İçinde bulunduğun bulmacanın bir an evvel çözülmesini istiyor, soldan sağa yukarıdan aşağıya bütün boşlukları tek bir cümle ile dolduruyordun. “Ne istiyorsunuz benden?”

Saat 20.30’du. Bu da demek oluyordu ki, tam yirmi dört saattir bu zindanda kapalıydın. Gri sırt çantanın ön yüzündeki sandviç ve kremalı yarım bisküvi açlığını bir nebze olsun gidermişti. Ya tuvalet ihtiyacın, onu nasıl halledecektin? Bir yandan sinirlerin her geçen dakika daha da geriliyor, bir yandan da bu hücreye tıkılmana mantıklı sebepler arıyordun. Yalnızlığa mahkûm edilmiş bir insanın beyin hücrelerini andıran bu odada kendini obsesif düşünce olarak tanımlıyordun ikinci günün sonunda.

Ertesi gün şiddetli bir karın ağrısıyla uyandın. İçindeki sıvının basıncıyla çapı genişleyen ve diğer organlarına baskı yapan mesanen taş gibiydi. Vücudundaki en ufak kasına varıncaya kadar sirayet eden kramp, uzuvlarına gönderdiğin komutlarına engel oluyordu. Geri sayımı on saniyenin altına düşen saatli bir bombayı etkisiz hale getirmek için kesmesi gereken farklı iki renkteki kablolardan hangisini seçeceğini bilemeyen acemi bir polis gibi çaresizce bağırıyordun: ‘Patlayacaaaak!’ Kapı, sesini bastırmak istercesine gürültüyle aralandı. Koridordaki beyaz ışık huzmesi yardım çığlıklarını duymuş olacak ki hemen içeriye sızdı, yüzüne yansıdı. Nevrin kan çekilmiş gibi bembeyazdı. Kapı aralığından dünyanın en büyük yükünü boşaltmak için uzatılan yeşil kovayı gördüğünde çölün ortasındaki serap gibi illüzyon sandın önce ama gözlerini ovuşturup ona tekrar baktığında silah sesini duymuş bir atlet atikliğiyle fırladın yerinden ve idrarını boşalttın. Yeniden doğmuş gibi hissediyordun. Kovayı tam zamanında gönderenlere dualar ediyor ama seni buraya kilitleyenlerin aynı kişiler olduğunu hatırlayıp akabinde bedduaları sıralıyordun. Mesanenin az önceki baskısından kurtulan miden açlıktan guruldamaya başladı. Gri çantanın diğer gözlerini dedektif titizliğiyle aradın ve tabanındaki bayat iki poğaçayı midene indirdin. Böylelikle, Maslow’un “İhtiyaçlar Hiyerarşisi”nin ilk basamağı fizyolojiyi atladın ve güvenlik basamağına daha sağlam basarak aynı soruyu yineledin: “Neden buradayım?”

Hümanist kişilikli sakin bir mizacın olsa da böyle bir atmosferde uzun süre bulunmak, psikolojinin karakteri hakkında sana tahayyül edemeyeceğin bilgiler verebilirdi. Tabii sadece sana değil. Üç gün önce, sıkıcı bir ders öncesi üniversite kantininde sana çay ısmarlayan ve içine uyku hapı atarak seni bu kafese hapseden hem sınıf hem yurt arkadaşın Suat için de. Beş yıl önce kayıt için üniversitenin bahçesinde sıraya girdiğinde önünde yer alıyordu Suat. Sarı uzun saçları, mavi güneş gözlüğüyle pekiştirilmiş gök mavisi gözleri ve çenesinde seyrek top sakalı vardı. Bursalı olduğunu öğrendiğinde ikinci memleketinin Bursa olduğunu ve çocukluğunda yaz tatillerini anneannenin yanında geçirdiğini anlattın. İşte böyle başladı onunla hikâyeniz. Tanıştığınız andan itibaren birlikte vakit geçiriyor, aynı dersleri alıyor, aynı yurtta kalıyordunuz. Yediğiniz içtiğiniz ayrı gitmiyordu. Sanki doğduğunuzdan beri hiç ayrılmamış, kardeş gibi büyümüştünüz. Her sene sonu finaller biter bitmez beraber Antalya’ya gidiyor, hem çalışıp para kazanıyor hem de tatil yapıyordunuz. Çalıştığınız otelin kodaman müşterilerinden müteahhit Çetin Bey’in biri esmer diğeri sarışın kızlarıyla yaşadığınız kaçamak aşklar hafızanda hâlâ tazeliğini koruyordu.  Sadece sezonluk aşklarınız değil, ciddi birliktelikleriniz de oldu. İşte bu ilişkilerden biri, Suat’la aranızdaki yüksek voltajlı elektriğin ilk kısa devresine sebep oldu. Eylül. Sınıf öğretmenliği bölümü üçüncü sınıf öğrencisi. Aynı zamanda tiyatro topluluğunda. Önce sen gördün onu, kampüsün yemekhanesinde. Görür görmez kalp ritmin değişti. Gözbebeklerin büyüdü. Bir sürü boş masa olduğu halde onun masasına müsaade isteyip oturdun. Heyecandan iki defa çatalını düşürdün ve bu durum Eylül’ün özür dileyerek gülmesine, senin de sohbet konusu açıldığı için sakarlığına şükretmene neden oldu. O gün bitmesini hiç istemediğin öğle yemeğinden birlikte çıktınız Eylül’le. Eylül dersi olduğu için fazla kalmadı ama sen yurda gideceğini söylediğin halde eğitim fakültesinin önünde onu bekledin iki ders boyunca. Dersten çıktığında seni karşısında gören kız “Ne işin var burada?” sorusunu “iyi ki buradasın!” tavrıyla sormuştu. İlk görüşte aşktı sizinkisi, karşılıklı olanından. Akşama kadar gezdiniz beraber. Sabah yataktan kalkarken böyle bir güne uyanacağın aklının ucundan geçmezdi. Sürprizlerle dolu hayatının en mutlu günüydü o gün, aynı zamanda mutsuz günlerinin miladı. Yurda gelir gelmez Suat’a bahsettin ondan. Ankaralı olduğunu, sınıf öğretmenliğinde okuduğunu, tiyatro topluluğunda yer aldığını ve birçok detayı, bire on katarak anlattın Suat’a. Henüz kendisiyle karşılaşmadan Eylül hakkında epey bilgi sahibi olan Suat “İyi bakalım. Bir ara tanışalım müstakbel yengemizle, belki kız arkadaşı da vardır, ne dersin?” diyerek her konuda olduğu gibi burada da sözü meclisten içeri getirdi.

Tam bir hafta geçti tanışmanızın üzerinden. Bambaşka birisi olmuştun. Aynaya her baktığında kendisini hatırlatan yüzündeki doğum lekesine -sağ gözünün altında Afrika kıtası şeklinde- “merhaba” diyordun artık. Yurdun arka sokağındaki huysuz bakkala bile ne zaman oradan geçsen selam veriyordun. Suat’la lades tutuşuyor, aklında olduğu halde bilerek kaybediyordun. Her şey o kadar güzeldi ki senin için, bütün çirkinlikler sınır dışı edilmişti küçük dünyandan.

O an. Hiçbir şeyin artık eskisi gibi olamayacağı o meşum an.  Kardeşten öte bildiğin Suat’ın Eylül’ü gördüğü ve büyülendiği, yanında olduğun halde bunu dillendirmekten çekinmediği o kahrolası an. Eylül’e olan sevgin ve Suat’a olan itimadın kuşku uyandırmayacak kadar netti. Tartışma konusu bile yapılamazdı. Aksi yönde her türlü ihtimal, gözle görülse bile inanılmayacak, itiraf edilse bile kondurulamayacak kadar sıfırdı. Ama hayatın sürprizlerle dolu olduğunu çok iyi biliyordun. Suat’ın soğuk tavrının sıcaklığı birkaç derece birden düşerek düşman boyutuna ulaştı. Kıskançlık ateşi içinde harlanıyor, seni her gördüğünde gayri ihtiyari sıkılan yumruğu diğer elinin avcunda patlıyordu düşmanının. Beş yıl önce doğan dostluğunuzun ömrünün kim bilebilirdi beş yıl olacağını?

Eylül kütüphanenin merdivenlerinden sana seslenerek el sallıyordu. Adını onun sesinden işitince herkes lâl olsun, yalnız o konuşsun istiyordun. Merdivenleri ikişer ikişer inen kız, “Semih, bugün başka dersim yok, eğer senin de yoksa sinemaya gidelim mi?” Cevap vermene fırsat bırakmayan Suat avcı iştahıyla araya girerek, “Semih, bizi tanıştırmayacak mısın?” diye göz attı sana. “Ah, evet. Eylül Suat, Suat Eylül.” “Memnun oldum.” Ceylan aslanın kafesine girmişti. Suat’ın kıza bakışını yakalayabilseydin onları tanıştırarak kendine ne büyük kötülük yaptığını anlardın. “Bizim de dersimiz yok. Hiç vakit kaybetmeyelim öyleyse.” dedin. Sinema salonunun büyük çoğunluğunu üniversite öğrencileri oluşturuyordu. İlk başta ortaya sen oturdun. Kurnaz arkadaşın kızın yanına oturabilmek için patlamış mısır alma bahanesiyle dışarı çıktı ve döndüğünde yerine değil de Eylül’ün yanına oturdu. Anlamadın Suat’ın sinsi planını. Film boyunca onu seyrettiğini, sen kızın elini tuttukça sinirden kızaran yüzünü salonun karanlığından fark etmedin. Eylül her şeyin farkındaydı. Yaklaşan tehlikeyi şimdiden görebiliyordu. Peki nasıl izah edecekti sana? Karşılaşacağı tepkilere uygun bil dille nasıl cevap verecekti?

Eylül’le tanıştığından beri günlük planlarınıza sizden teklif beklemeden dahil oluyordu Suat. Her fırsatta seni kızın yanında küçük düşürücü şakalar yapıyordu ama sen dostunun iyi niyetinden şüphe etmeyi ona yapacağın en büyük haksızlık olarak görüyordun. Günler geçiyor, Suat Eylül’e olan aşkı ile sana olan nefretini artık bastıramıyor, zaman zaman volkanik duygu patlamaları yaşıyordu. Suat bu şekilde devam edemeyeceğini, bu duruma bir çözüm bulması gerektiğini düşündü. Bu yaşına kadar istediği her şeyi elde etmiş, mani olanlara karşı en ufak bir merhamet göstermemişti. Karakter olarak bir hayvanla özdeşleştirilecek olsa akrep olurdu Suat. Kötülüklerine uydurduğu kılıf doğasının gereğiydi.

Bu arada Suat, Eylül’ün tiyatro topluluğunda olduğunu öğrenir öğrenmez Semih’i kandırıp topluluğa üye oldular. Birkaç gün sonra üç arkadaş bahar şenlikleri için hazırlanan oyunda rol aldılar. On üç kişilik ekip, profesyonel oyunculara taş çıkarıyordu. Haftada üç gün prova, oyun günü yaklaştıkça beş güne çıktı. Herkes rolünün hakkını veriyordu. Fakat oyuna üç hafta kala ekibin isteyeceği en son şey gerçekleşti. Topluluk başkanı, eve dönüş yolunda trafik ışıklarına riayet etmeyen sarhoş bir sürücünün sebep olduğu kazada ağır yaralandığından ve başkan yardımcısı da seçilmediğinden ekibe başkanlık etmesi için oybirliğiyle Suat seçildi. İşte beklenen fırsat eline geçmişti sinsi düşmanının. Bir hafta sonra sahneleyeceğiniz “Başlangıç Noktası” adlı oyununuzu yöneten Suat, yardımcı rol olsa da başrol kadar öne çıkan okul müdürü rolünü senden geri aldı. Okuduğu bölüm göz önünde bulundurularak Türkçe öğretmeni rolü verilen Eylül, bu karara şaşırmakla birlikte itiraz etti. “Suat! Şaka yapıyorsun herhalde.” Kendisiyle konuşurken sürekli ağzı kulaklarında olan Suat’ı ilk defa ciddi ve kararlı görüyordu Eylül. “Şaka değil, oyundan çıkarıldı” dedi alaycı ses tonuyla. “Öyle olması gerekiyordu.” “Neden ama?” dediği anda itirafına gerek kalmadan kendi yanıtladı sorusunu. “Benim yüzümden değil mi? Söylesene. Semih’in hiçbir günahı yok, kuralı ben çiğnedim desene. Susma, konuş!” Bu cümleleri kelime kelime kustu Suat’ın suratına. “Hayır! Semih suçlu. Suçu seni sevmek. Evet doğru, önce o gördü seni ama benim kadar sevemez. Kimse sevemez benim kadar seni.” Suat çıldırmış gibiydi. Karşısındaki Eylül değil de başka biri olsaydı ne yapacağını kendisi bile kestiremezdi. “Duydun işte. Seviyorum seni” dedikten sonra başı önünde salondan dışarı çıktı. Eylül iki dostun arasına girmiş olduğu için mi Semih’in uğradığı haksızlık için mi bilinmez,  hıçkıra hıçkıra ağladı.

Öğle arasından önceki son derse girerken Suat güler yüzle yaklaştı oturduğun sıraya. Sıcak ve sahte bir ‘merhabadan’ sonra konuyu açtı. Yaklaşık dört ay boyunca ince eleyip sık dokuyarak hazırladığın ve akşam yemeklerinden sonra yurdun tuvaletindeki aynada şekilden şekle girerek küçük antrenmanlar yaptığın bu rol başkasına verilmişti. Birinci ağızdan işittiğin halde inanamayan kulakların, diğer seslere sağırdı artık. Geçen yaz halk eğitim merkezinin yeterli çoğunluk sağlanamadığı için açmaktan vazgeçtiği “işaret dili ve dudak okuma” kursuna gidebilseydin o an günlük hayattan soyutlanmana rağmen onun hareketli dudaklarının kurduğu en acımasız cümleleri anlayabilirdin. Hocanın derse girmesiyle sağlanan sükûnet seni kendine getirdi. Hiçbir şey hissetmiyordun. Sadece anlamlandırmaya çalışıyordun aranızda esen dostluk rüzgârının değişen yönünü. Neler oluyordu? Daha düne kadar… Sustun. Ders boyunca ne sen ne de Suat bu konuyla ilgili başka bir şey söylediniz. Ara verilince derhal hareketlenen dostunu sağ kolundan kavradın. “Bu ne demek oluyor Suat? Rolü neden aldın benden, bir kabahatim mi oldu?” Bir an için dengesini kaybeden Suat: “Şşş bırak kolumu! Demin de söylediğim gibi beden dilin çok abartılı. Bu rolün bir ağırlığı var ve sen bunun altından kalkamazsın. O yüzden bu oyundan çıkarıldın. Hepsi bu!”

Onu ilk defa böyle görüyordun. Evet, karşındaki Suat’tı ama bu kırıcı sözler ona ait olamazdı. Peki neden böyle davranıyordu? Tamam beceremeyebilirdin, ne kadar çabalasan da bu rolü kotaramayabilirdin; fakat sana karşı sergilediği nobran tavra anlam veremiyordun. Bu düşüncelerle dolan zihnin açıklığa kavuşuyordu: “Neyin var Suat? Konuş benimle! Biz arkadaştan öte dost değil miyiz? Suçum varsa bilmeye hakkım yok mu?” Bu cümlelerin ardından ruhunda karıncalanmalar başlayan Suat, uyuşan vicdanının kısık sesini iyice kapattı. “Eee yeter bu kadar! Ben topluluk başkanıyım, sana hesap mı vereceğim, ne diyorsam o!”

Sınavda iki şık arasında kalan mütereddit bir öğrenci gibi şaşkınlık ve kızgınlık duyguları arasında gidip geliyordun. Şaşkınlık duygusunda karar kıldığın, ağzını bıçak açmadığından Suat’ın salvolarına gereken cevabı veremediğinden belliydi. Daha fazla uzatmayan Suat, köşesine giden bir boksör gibi ardına bakmadan sınıftan çıktı. Boşalan sınıfta tek başına kaldın. Hayalet gibi gezdin o gün akşama kadar. Eylül’ün aramalarına bile cevap vermedin. Artık eski dostunla görüşme planlarınız bahanelere maruz kalıyor, konuşmak zorunda kaldığınız durumlarda her kelimede ima seziliyor, yolda karşılaştığınızda yüzünüzde sahte gülümsemeler beliriyordu. Suat, beş sene önce bölüm birinciliği parolasıyla girdiği psikoloji bölümünde okurken değişen senaryonun mutlu sonla bitmesini engelleyenin sen olduğunu düşünüyordu. Bu yüzden, onun en büyük düşmanıydın. Senden intikam almadan ona rahat yoktu. O gün, bir önceki akşam yaptığı planı uygulamaya koydu. Sözde buzları eritmek istiyor ama eriyen buzların aranızdan sızmasına engel olmuyordu. Örgüt psikolojisi dersinden önce sana kantinde çay ısmarlamayı teklif etti. Önce şaşırdın bu sıcak tavır için. Sonra hümanist içgüdünle hiçbir art niyet düşünmedin ona karşı. Eğitim fakültesinin yanında ağaçların altında küçük bir dağ evini andırıyordu kantin. İçeride beş adet masa, girişte solda uzun bir tezgâh vardı. Pek kalabalık değildi içerisi. Tezgâhın önündeki kırmızı yuvarlak masada iki kız öğrenci ders notlarını inceliyorlardı. Pencerenin yanındaki dört köşe masada ise üç erkek hararetli bir tartışmaya girişmişlerdi.

“Sen şu masaya otur, ben çayları alıp geliyorum” dedi Suat. “Tost ister misin?” “Hayır, aç değilim.” diye yanıtladın. Bir dakika sonra iki çayla masaya geldi. Çay soğuktu ama üzerinde durmadın. Dersin başlamasına on dakika vardı daha. Kısa cümleler kurduğunuz samimiyetten uzak sohbetinizin ömrü, çayın bardaktaki miktarıyla ölçülebilirdi ancak. Çayın bittiğinde bir ağırlık çöktü üstüne. Gözlerin bulanıklaşıyor, karşındaki Suat’ı deniz yolculuğunda sis bulutları arasındaki kara parçası gibi görüyordun. Etraftaki sesler enkaz altında kurtarılmayı bekleyen belli belirsiz yardım çığlıklarını aratmıyordu. Ama tek farkla. Yardıma ihtiyacı olan sendin. Sonunda göz kapakların tamamen kapandı. Kirpiklerin düğüm düğüm oldu. Tüm görüntü gitti. Görüntü tekrar geldiğinde başka bir kanaldaydın artık. Yabancı bir kanalda. Nereden bilebilirdin bu kanalda çekilen bir tez konusunun tek oyuncusu olduğunu, yönetmenin ve senaristin aynı kişi olduğunu, eski dostun Suat olduğunu?

Bir zamanlar kardeşten ileri dediğin, dost meclislerinde “Suat demek, ben demek” diye arka çıktığın, bulunmadığı ortamlarda onu bütün benliğinle savunduğun insan sana bu kötülüğü yapmıştı. Hayatının en büyük dersini vermişti. ”Uzun Süreli Yalnızlığın İnsan Psikolojisine Etkileri ve Beden Diline Yansıması” konulu tezi için seni denek olarak kullanmış, soğukkanlı bir cellat gibi bu kararında tereddüt etmemişti. İnsanoğlu böyleydi işte. Kaygan bir sıvıydı. Kabına göre şekil alsa da şişede durduğu gibi durmaz, içine ne kadar saygı enjekte edilirse edilsin kapağı açıldığı anda fesatlık asidiyle kabarır, zorlanan sabrıyla taşardı.