Erenköylü bir ailenin kızı olarak İstanbul’da doğdu. Avusturya Lisesi’ni bitirdikten sonra çevirmen olarak çalışmaya başladı. "Bütün Dünya" ve "Elele" dergileriyle çeşitli firmalarda sözlü ve yazılı tercümanlık yaptı. Emekli olduktan sonra öykülerine daha fazla zaman ayırabildi. "Mavi Öyküler", "Her Zamanlı Kadınlar" ve "Gölgem Gölgelere Karıştı" adında üç öykü kitabı; ayrıca "Mavi Bebek Masalları" adında bir çocuk kitabı vardır. Kızı ve torunuyla birlikte hâlâ Erenköy’de oturuyor.

-Tam da geçmişimi dağınık bırakmaya zorunlu olduğumu anlamışken yepyeni bir macera başladı-

 

Vapurda

Ada vapurunda karşılaştılar.

“Virgül!”

“Nokta!”

Karşılıklı iki çığlık atıp kucaklaştılar. Gelen geçen onlara gülümseyerek baktı ama onlar hiç fark etmedi.

“Vallahi hiç değişmemişsin” dedi Virgül.

“Kız Virgül, sen değişmişsin valla” dedi Nokta. “Valla kız, sen daha da güzelleşmişsin. Ne işin var buralarda?”

“Sorma, başım dertte…”

“Senin için evlenip Fransa’ya yerleşti demişlerdi.”

“Öyleydi ama şimdi buradayım işte. Kimsesiz ve beş parasız.”

“Deme kız!”

Üst kata çıkıp oturur oturmaz Virgül ağlamaya başladı. Nokta ona sarıldı. Bir süre öyle kaldılar. Ağlamanın dozu giderek artınca Nokta arkadaşını sarstı.

“Ağlayıp durma be, yeter! Değmez bu hayat. Yoksa ölmek üzere misin, hasta filan mısın?”

“Yok yok, öyle bir şey değil.”

“Ya ne o zaman? Çaresiz dert yoktur kızım, hadi anlat.”

“Anlatırım da vapurda olmaz. Uzun hikâye. Bize gidelim, rahat rahat konuşuruz, nasılsa evde kimse yok. Ama senin zamanın var mı?”

“Şaşkın o nasıl söz öyle, senin için zaman yaratırım valla.”

Nokta biraz uzaklaşıp telefonla konuştu uzun bir süre. Sonra dönüp Virgül’ün yanına geldi. “İki çay getir!” dedi garsona. Bir yandan da parmak hesabı yapıyordu. Dudaklarını kıpır kıpır oynatıp konuşmaya başladı.

“İlkokul bittiğinde on bir yaşındaydık. Arada yine karşılaştık. Bir yerlere koştururken, iki arada bir derede, hep alelacele, bir türlü oturup şöyle rahat rahat konuşacak zaman bulamamıştık. Baksana artık otuz yaşına geldik. Yuvarlak hesap yirmi yıl geçmiş aradan. Kız valla şaka gibi. Sen de zamanı durduramayanlardan mısın?”

“Gerçekten öyle.” Virgül burnunu sildi, gözlerini kuruladı ve gülümsedi.

“Kız valla ben senin asıl ismini bile unuttum, ayıptır söylemesi…”

“İnanmıyorum. Ben Başak, sen Ebru. Bak ben nasıl hatırlıyorum.”

Neşeli bir kahkaha patlattı Nokta.

“Şaşkın, ben de unutmamıştım, seni yokladım.”

“Ben de sazan gibi atladım, pis kadın ne olacak?”

Bunu derken Virgül, Nokta’yı şakadan hafifçe dürttü. Eski günlerindeki gibi kıkırdayarak indiler vapurdan. Biri ince uzun ve alımlı, diğeri kısa ve tombul, apalak suratlı. Kol kola girdiler, kalabalığa karışıp iskele yolunda, sallana sallana yürüdüler. O sırada Virgül karşı kaldırıma oturmuş esmer genç erkekleri gördü. Eski püskü kıyafetlerle, yapacak bir işi olmayan insanların bezgin görüntüsüyle gelene geçene bakarak oyalanıyorlardı.

Virgül sordu “Kim bunlar, ne bekliyorlar?”

“Ne olacak iş… Afgan onlar. Kendi yurtlarından kaçıp gelenler.”

“Anladım Taliban’dan kaçanlar… Peki, burada iş var mı?”

“Aslında yok ama onlar hamallık, temizlik, bahçıvanlık gibi her türlü geçici işe razı. Yarım ücretle bütün gün çalışıyorlar.”

“Ne acı, aslında biz şanslıyız.”

“Sen öyle san canım. Bizim gençlerimiz de aynı Afgan’lar gibi kaçıyor kendi ülkelerinden. Hele iyi eğitim almış olanlar bir gün bile burada kalmak istemiyor.”

“Ya, demek öyle, hiç bilmiyordum.”

“Nereden bileceksin, burada değildin ki. Sen de kaçıp gidenlerdensin. Kaç yıl kaldın orada?”

“Yaklaşık altı yıl. Hem ben kaçmadım ki sadece âşık olmuştum.”

“Biliyorum canım şaka yaptım, seni kızdırmak için. Arada geldin sanırım.”

“Evet, bazen annemler gelirdi bazen de ben ama en fazla bir hafta on gün görüşebilirdik. Babamın işi olurdu, ben de uzun kalınca şerefsiz kocamı özlerdim.”

“Anlaşıldı, boş ver, şimdi buradasın işte. Kendi evinde, kendi adanda.”

 

Konuşa konuşa ara sokaklara saptılar. Ezbere bildikleri okul yolundan geçerken Virgül ellerini uzatıp evlerin bahçelerinden sokağa taşan leylak dallarını okşadı.

“Ah bu koku” dedi “Bu aklımdan çıkmayan koku. Nerede olsam hep bu sokak gelir aklıma. Aslında buraları hiç değişmemiş. Şimdi Celal Amca iki avucunda iki tavşan karşıdan gelecek gibi. Hatırladın mı, onun yolunu gözlerdik tavşanları sevmek için.”

“Öbür köşede de şekerci bizim yolumuzu gözlerdi. Okuldan çıkar çıkmaz sen leblebi şekeri alırdın birlikte yerdik.”

“Ay biliyor musun, iyi ki rastlaştık, sen olmasan ne yapardım ben? Oysa şimdi hüzün uçup gitti, dostluk kaldı geriye. Merci ve yine merci.”

Bu sözlerle Nokta’nın yüzünde buruk bir tebessüm oluştu. Evin önüne geldiklerinde Virgül’ün gergin yüzüne huzur yerleşmişti çoktan. Göz boncuğuna taktığı anahtarıyla açtı evin kapısını.

 

Evde

“Biliyor musun Nokta, bu anahtarı hiçbir zaman çantamdan çıkartmadım. Sanki Fransa’da yaşarken başıma gelecekleri içten içe sezinliyordum.”

“Annenler nerede?”

“Endonezya’dalar.”

“Gene inşaat işi mi?”

“Evet, babamın firması orada otel yapıyor, annem de peşinde tabii. Ne yapsın kadıncağız adada bir başına? En az bir yıl sürer demişlerdi.”

“Yahu orası neresi be?”

“Çok uzak, Hint Okyanusu’nda bir adalar ülkesi. Annem ‘Burası cennet, sen de gelsene’ demişti.”

“E, sen de git o zaman, oraya.”

“Nasıl? Çantamı kaptığım gibi fırladım evden. Uçkur budalası adi herif peşimden gelip özür diler sanıyordum ama yanılmışım. Aptal âşık olduğumdan tanıyamamışım onu. Eminim benden kolayca kurtulmak işine bile gelmiştir. Ben de öylece kaldım gece vakti sokak ortasında. Bir bankta oturup düşünürken bir otobüs durdu önümde, ışıklı harflerle Orly Havalimanı yazıyordu. ‘İşte bu!’ dedim. Aslında bu bir otobüs değil, bir Unicorn ve beni kurtarmak için göklerin efendisi tarafından gönderildi.

“Şans diye buna derler işte, helal valla! Ya sonra?

Virgül içinde birikenlerden kurtulmak için acele ediyordu sanki. Evin içinde dört dönerek hızlı hızlı konuşuyor, anlatırken sinirden titriyordu.

“Çantamdaki tüm para ancak tek yönlü uçak biletine yetti. Rezil herif bir de utanmadan kartımı bloke ettirmiş gece vakti. Sabiha Gökçen Havalimanı’nda taksiye durumumu anlatıp, parmağımdaki tektaş yüzüğü verdim. Şoför bana acıdı da üste yüz lira verdi, ada vapuruna bineyim diye.”

“Kız deli, o yüzük kaç para eder sen biliyor musun? Öyle leblebi gibi verilir mi? Pazarlık etseydin ya, üste bin lira verirdi belki.”

“Sen nereden biliyorsun benim yüzüğümü? Hiç de öyle sandığın gibi değildi, uyduruk bir şeydi. Nefret ettim bir anda, çıkartıp atacaktım zaten. En azından bir işe yaradı.”

Virgül hem konuşuyor hem de eşyaların üzerindeki örtüleri hırsla kaldırıp yere atıyordu. Balkon kapısını açınca, kokusuyla, meltemiyle, parıltısıyla deniz doldu içeri. Biraz sakinleşir gibi oldu.

Nokta köşedeki divana uzanmış onu izliyordu. “İşte yine en sevdiğim yerdeyim” dedi.

“Doğru” dedi Virgül “annen işini bitirene kadar sen hep orada uyuyakalırdın.”

“Hadi anlat artık, evdeyiz işte. Çok mu âşıktın o herife?”

“Sorma hem de nasıl? Öl dese ölecek kadar. Yere batsın aşk. Annemleri dinlemedim. ‘Seni üzer, seni aldatır, sanatçıdan koca olmaz’ demişlerdi. Sonunda Café de Flore’de öpüşürken gördüm onu. Eve dönüp bekledim. Salak gibi, ‘O kadın sadece arkadaşım’ filan der sanıyordum ama demedi. Tam tersine ‘Evlilik bana uygun değilmiş’ dedi. Aşk başladığı gibi bitebilirmiş. Şimdi de öptüğü o karıya âşıkmış. Ben koca kadınmışım, kendi başımın çaresine bakabilirmişim.”

Nokta hafifçe sırıttı Virgül’e çaktırmadan. “Yok artık, yekten denecek şey mi bunlar?”

“Dedi valla, daha neler neler dedi. Onun kesesine yükmüşüm, bunca zaman bir işe girmemişim. Doğru dürüst yemek yapmayı bile bilmezmişim. Annem bana piyano dersi aldıracağına yemek yapmayı öğretseymiş. Benimle seks yapmak soğuk kahve içmek gibiymiş ve daha bir dizi hakareti suratıma saydı döktü bir çırpıda.”

Nokta sanki pek aldırmıyordu bu anlatılanlara. Maske takmış gibi, hep aynı anlamsız görüntü yerleşmişti yüzüne. Sonunda “Sevin işte!” dedi, “Manyağın tekiymiş, kurtulduğuna sevin işte.”

“Ne sevinmesi be! Yıkıldım ben. Onun yüzünden okulumu yarım bırakmıştım. Çok pişmanım, kendime nasıl kızıyorum bir bilsen. Şimdi kim beni işe alır kıytırık lise diplomasıyla, hem de bu devirde…”

“Ne işi be kızım? Baban zengin, sana gül gibi bakar. Annenle gezer dolaşırsın, o arada ikinci koca adayları sizin sarmaşıklı kapınızı aşındırır.”

“Sen dalga geç bakalım. Ben aynı hatayı bir daha yapmayacağım. Acilen bir iş öğrenmem lazım.”

Nokta katıla katıla gülmeye başladı. Divanda biraz başını doğrultup, Virgül’ün kızgın demir gibi yanan gözlerine dikti bakışlarını “Gel o zaman, sıkıysa benimle çalış” dedi sonunda.

Virgül birden yumuşadı, minnetle baktı dostuna “Çalışırım valla, sen ne iş yapıyorsun ki?”

“Terzi atölyem var, bilirsin işte ana mesleği.”

Virgül bir koltuğa attı kendini. Vapurdan sonra ilk kez oturuyordu, arkasına rahatça yaslanıp ayaklarını altına topladı. “Harika! Bravo sana akıllı kadın. Kendi işini kurmuşsun. Tamam, beni hemen yanına al.”

Nokta yine gülmeye başladı. Divanın üzerinde yusyuvarlak olmuş elleriyle karnını tutarken iri bir tespihböceğine benziyordu. “Bak sen, sosyetik Virgül Hanım Fransalardan gelecek, yüzük satıp Nokta’nın uyduruk atölyesine razı olacak. Olacak iş değil, yetişin a dostlar!”

“Neden olmasın, alaycı kadın… Aşağılık kocamın bütün düğmelerini, söküklerini ben diktim, hatta fermuar değiştirmeyi bile öğrendim, paçalarını kısaltıp uzattım. Fransa’da servet ödersin bu işlere, kesemize yardım olsun diye çabaladım. İnan elimden geliyor. Bilmediklerimi de öğrenirim.”

“Sen gene de karar vermeden önce bir düşün. Babana yazsan anında para gönderir, eminim.”

“Ben de biliyorum bunu ama burnumdan getirir. ‘Biz sana dememiş miydik?’ lafını duymak istemiyorum. Ben de senin gibi, kendi ayaklarımın üstünde durmalıyım.”

Nokta alay ettiği anlaşılmasın diye yine başını çevirip sinsi sinsi güldü. “En azından annenler gelene kadar deneriz o zaman” diyerek divandan kalkıp balkona çıktı. “Aç mısın?”

“Açım, en son uçakta yemiştim.”

“Tamam, şimdi kebap söylerim getirirler.”

“Kebap mı, bayılırım.”

Nokta telefonla ısmarladı. Evin adresini eksiksiz söyleyince Virgül şaşırdı.

“Bravo hiç unutmamışsın. Bana sorsan bilemezdim. Kapı numarasını bile hatırlamıyorum.”

“Kızım ben hep burada, bu sokaklarda yaşadım. Arada iş için İstanbul’a gittiğim oldu ama şehir sanki kocaman ağzını açmış beni bir lokmada yutacak gibi geliyordu. Korkmadan yaşadığım tek yer bu ada.”

 

Kenarda duran masayı birlikte balkona taşıdılar. Virgül, sanki biraz önce kendisi koymuş gibi büfenin üst çekmecesinden çiçekli bir örtü çıkartıp serdi. Nokta mutfaktan tabakları getirdi. İkisi de aynı evin kızı gibiydi. O sırada kebaplar geldi. Önce hiç konuşmadan yediler hızlı hızlı. Biraz doyar gibi olunca yavaşladılar. İlk konuşan Nokta oldu.

“Bilir misin, benim karnım hep sizin evde doyardı.”

“Anlamadım?”

“Anlamayacak ne var bunda? Bizde öyle çeşit çeşit yemek yoktu. Genellikle okuldan sonra birlikte buraya gelirdik. Güzin Teyze bize sofra hazırlardı. Ben tıka basa yer, karnımı iyice doyururdum. Sonra ders çalışırdık birlikte hatırlıyor musun?”

“Akşam baban, seni almaya gelince ben de sizin faytona binerdim. Ramiz Amca’yı çok severdim. Bize küçük bir ada turu attırırdı her akşam. Bak gördün mü hepsi aklımda.”

“Akşam eve dönünce bir daha yemek yemezdim ben.”

“Neden?”

“Yemek annemle babama kalsın diye…”

“Yaaa, çok şaşırdım…”

“Şaşırırsın tabii, sen el bebek gül bebek yaşıyordun, nereden bileceksin bizim halimizi. Bizde yemek azdı, para azdı, iş azdı o günlerde.”

Virgül ’ün kebabı önünde duruyor ama tek lokma yiyemiyordu. Nokta da bıraktı çatalı bıçağı elinden.

“Çok üzgünüm, yani yeterli yemek yoktu, onu mu demek istiyorsun?”

“Evet, işte tam da bu. Bilirsin annem sizin evi temizlerdi. Ayrıca Güzin Teyze’ye elbise diker, bazen de yurtdışından aldığı kıyafetleri üzerine göre provalardı. Kazandığı para pek azdı, biz zar zor geçinirdik.

“Yani annem yeterince para vermez miydi?”

“Yok, annenin her zaman eli açıktı ama gündelikler azdı.”

“Ya baban, o para getirmez miydi eve?”

“Getirirdi elbette, ama onun faytondan kazandığı para daha çok atların yemine giderdi. Babam atlarını severdi, öteki faytoncular gibi aç bırakmazdı onları.” Sonra eliyle boynunu okşadı. “Hadi bitir kebabını, ben tabağımda hiç yemek artırmam, eski bir alışkanlık işte.”

Yavaş yavaş yemeğe devam ettiler. Virgül duyduklarını düşünüyor, anlayıp sindirmeye çalışıyordu.

Sonunda arkasına yaslanıp “Ben hiç farkında değildim bütün bunların” diyebildi.

“Boş ver be kızım, o günlerde ikimiz de küçük birer çocuktuk. Sen aç yatmıyordun ki, nasıl fark edecektin?”

“Sen aç mı yatıyordun?”

“Genellikle, sadece sizde yediğim günler tok yatardım. Ayrıca bizim baraka buz gibi olurdu. Hava lodosa döndü mü, çatı ve pencereler takır tukur sallanırdı. Ada cadıları geldi diye çok korkardım. Cadılar yatağımın üzerinde fırıl fırıl dönerken yorganı başıma çeker, titreyerek uyuyakalırdım. Bizimkiler her yıl çatıyı onarmak isteseler de bir türlü yeterli parayı biriktiremezlerdi. Güzin Teyze senin bize gelmene hiç izin vermez, her zaman beni çağırırdı. Ben de şu divanın üstünde ısınır, seve seve uyuyakalırdım. Ayrıca annenin yaptığı muzlu pudinge bayılırdım. Sana kakaolu, bana muzlu yapardı. Ben de onun kızı gibiydim.”

Derin bir nefes aldı Virgül, “Doğru, o da seni çok severdi.”

“Güzin Teyze sizin eskiyen, küçülen giysilerinizi bize verirdi. Ben hep yusyuvarlak olduğumdan hiçbiri bana uymazdı. Annem de onları ikinci el pazarında satardı.”

“Adada öyle bir pazar mı vardı?”

“Vardı ya, biz hep oradan giyinirdik. Ben gene de Güzin Teyzemi çok severdim, aynı elleri gibi yumuşacık bir ses tonu vardı.”

“Sonradan görüştünüz mü?”

“Yok, hiç kısmet olmadı. Sen eğitim için İstanbul’a gittikten sonra görüşemedik. Zaten bize de olanlar oldu o aralar. Önce atlar öldü, arkadan babam. İstanbul’daki teyzemin yanına sığındık annemle. Ben lise ikideydim o yıl. Okulu bırakıp çalışmaya başladım.”

Başını ellerinin arasına alıp iki yana salladı Nokta. Acı çeker gibi devam etti. Virgül öne eğilip onun başını hafifçe okşadı.

“Annem ne sessiz, sakin bir kadındı bilirsin.”

“Bilirim elbet, bilmem mi, adı gibi Nazik Teyzemdi o benim.”

“Ölümü de öyle oldu işte, hastalanmadı bile, bir gece uykusunun arasında göçüp gidiverdi.”

“Vah canım, ben de çok severdim onu, çok üzgünüm.”

Nokta önündeki boş tabakla bir süre oyalandıktan sonra toparladı kendini. Yüzüne eski neşesi geri gelir gibi oldu.

“Yok be kızım, üzülecek ne var? Artık ben bile üzülmüyorum. Kurtuldu kadıncağız. Yaşadığı hayat neydi ki… Bazıları için hayat dediğin sadece bu kadar; yaşıyorsun ve ölüyorsun. Yaşarken keyfini çıkartamıyorsan öl daha iyi.”

Virgül biraz sersemlemiş gibiydi. Dün öğlen Café de Flore’den sonra hayatı, günebakan çiçekleri gibi fırıl fırıl dönmekteydi. Masadan tabakları toplayıp mutfağa yönelmişken birden geri döndü.

“Bak aklıma ne geldi… Sen de gel benimle, mutfağı bir kolaçan edelim. Babamın şaraplarından birini bulsak bize yeter.”

“Hay aklınla bin yaşa, geçmişi konuştukça daraldım valla. Şarap paklar bizi.”

 

Mutfakta aradıklarından çok daha fazlasını buldular. En kuytu köşeye gizlenmiş, tam on sekiz şişe şarabı 12  derecede, karanlık ve nemli bir ortamda tutabilen özel şarap dolabı onları bekliyordu.

“Erdem Amca sen çok yaşa e mi!”

Bu çığlık Nokta’dan geldi. Hangisi seçeceklerini bilemediklerinden ‘Ya şundadır ya bunda, helvacının kızında’ yaptılar. Virgül kiler dolabını açtı. Market gibi doluydu raflar.

“İşte zenginliğin görüntüsü” dedi Nokta ve bir paket fıstık açıp kâseye döktü. Virgül alışkın ellerle kolayca açtı şişeyi.

Gene balkona çıkıp karşılıklı oturdular. Gece ve deniz birbirine karışmış, yıldızlar hem gökyüzünde hem denizin içinde parlıyordu. Bu güzellik onların yüzüne de yansıdı, gülümseyen bakışlarla kadeh kaldırdılar.

“Santé” dedi Virgül.

“Kız o da nesi? Biz burada ‘Şerefe’ deriz.”

“Tamam o zaman, şerefe! Her gece kocam denilen ahlaksızı beklerken kendi kendime bir bardak şarap doldurur ‘Santé’ derdim.”

“O neredeydi?”

“Ne bileyim, açıklama yapmazdı ki, ‘İşim var’ derdi her zaman. Bu onun kalıp cümlesiydi.”

“Salak mısın kızım sen, unut o herifi.”

“Unutacağım söz sana. Şimdi kendi kalıp cümlemize geldi sıra. Bil bakalım o neydi?”

“Bilemedim işte, ne kalıbı ne cümlesi be!”

“Hani daha birinci sınıftaydık, bahar gelince öğretmen bizi kırlara götürmüştü. Çimenlerin üzerinde ders yaparken ‘Konumuz: Cümle kurmak’ demişti. Hâlâ hatırlamadın mı?”

“Ne cümlesi be? Hatırlamıyorum işte zorla mı? Bence şarap sana yaradı, işkembeden sallıyorsun. Doldur bakalım kadehleri, belki bana da iyi gelir.”

Virgül kadehleri doldururken yaşadığı günü unutmuş çok eskilere dalmış gibi uzaklara bakıyordu.

“Tamam tamam dur taşıracaksın, önüne baksana be kadın, aklın nerede senin? Bana bak, bu şarap var ya bu şarap, şimdiye kadar içtiklerimin en iyisi, en kalitelisi açık ara ama senin için durum farklıdır tabii… Sosyetik Virgül Hanım Fransalarda çok daha kaliteli şaraplar içmiştir.”

“Sen öyle san şekerim. Bencil kocam kızar diye marketten en ucuz şarapları alırdım.”

“Kalıp cümleyi hatırladım. ‘Fatma, elma ve armut yedi.’

“Bak gördün mü, şarap sana da yaradı işte.”

“İnce uzun olduğun için seni hemen Fatma’nın yanına koymuştu öğretmen ‘Kıvrıl biraz, sen virgülsün’ diyerek. Beni de kısa ve şişman olduğum için cümlenin en sonuna koyup ‘Sen noktasın’ demişti.”

“Doğru, işte o günden kaldı bu isimler bize. Garip olan Elma ve Armut’un kimler olduğu hemen unutuldu ama biz bütün ilkokul boyunca Nokta ve Virgül olarak kaldık.”

“Ben aslında, bana Nokta denmesinden nefret ederdim, demeyin dediğimde daha çok üstüme gelirler, alay ederlerdi. İlkokul bitince unuttum gitti. Sana rastlayınca birden hatırladım yine.”

“Ben de, ben de… Şarap?”

“Doldur içelim be kadın, elini korkak alıştırma!”

Şarap bitince Nokta o en sevdiği divana kıvrılıp uyuyakaldı. Virgül onun üstünü örttü.

 

Arkasına bakmadan dağınık bırakıp çıktığı odasına girdiğinde, geçen onca yıl düne dönüştü. İşte çeşit çeşit giysileri, pabuçları, çantaları dolabındaydı. Kitapları başucunda, CD’leri masanın üstündeydi. Cat Stevens’ı (You’ll be my love) seçti aralarından. Onu dinlerken sanki bu sabah kalkmış gibi, gençlik yatağında uyuyakaldı.

 

 

Yolda

Sabah Nokta poposuna şaplak atarak uyandırdı Virgül’ü. “Kız bu ne uykusu? Unuttun mu bugün ilk iş günün olacak. Hadi hazırlan bakalım.”

“Ne işi, ne günü?” diye sordu Virgül, esneyerek. Gözünün birini açtı sadece, sonra yorgana daha çok sarınıp sırtını döndü.

Bir şaplak daha geldi poposuna. Yorgan üstünden çekilip yere atıldı. Virgül, dikilip oturdu yatağın içinde. Karmakarışık olaylar ve babasının şarabıyla son bulan gece, sabahın ilk ışıklarıyla aydınlandı.

Nokta sesine yapmacık bir ton katıp “Dün konuştuklarımızı ne çabuk unuttun, yoksa vaz mı geçtin?” diye çıkıştı.

“Hayır patron, unutmadım.”

“Ha şöyle, artık Nokta, Virgül yok. Bundan böyle Ebru Hanım, Başak Hanım”

Virgül yataktan kalktı, dik durup asker selamı verdi. “Tamamdır Ebru Hanım, birazdan hazır olurum, acaba rica etsem kahveyi ocağa koyar mısınız?”

“Yok kahve mahve, hemen giyin çıkıyoruz. Dün zaten boşladım işi. Kızlar kahvaltıyı hazırlamışlardır. Atölyede çay içeriz.”

Virgül dolabını karıştırıp bulduğu ilk pantolonu alelacele giydi üstüne.

“O olmaz!” dedi Nokta. Dolaptan şık bir elbise seçip “Bunu giy!” dedi.

“Bence dikiş için uygun değil, pantolonla daha rahat çalışırdım ama patron sensin” diyerek kendisine uzatılan elbiseyi giydi. Sonra anahtarı paspasın altına koyup birlikte evden çıktılar.

 

Yolda Virgül kolunu Nokta’nın omzuna attı. “Akşam yine bizde kal lütfen” diyerek. “Şu ara yalnız kalacak gücüm yok.”

“Hele dur bakalım, daha akşama çok var. Nerede kalacağımıza sonra karar veririz.”

“Noktacığım neden astın suratını? Üzerinde düşünülmesi gereken önemli bir karar verecek değiliz. Alt tarafı babamın şarabını içip uyuyakalmaktan söz ediyorum.”

“Nokta yok. Başak Hanım benim hayatımda aldığım her karar zordu, hepsinin üzerinde düşünmem gerekiyordu.”

“Ne o, sesinde bir sitem var sanki…”

“Yok yahu, sen bana boş ver, işe gidiyoruz diye biraz gerildim işte.”

Sonra ikisi de sustu. Virgül kolunu arkadaşının omzundan çekti. Yeni tanıdığı bu Ebru’ya pek ısınamadığını düşündü. Yokuş yukarı adanın içlerine doğru yürüdü Nokta’nın peşi sıra. O nefes nefese kalmıştı. Virgül uzun bacaklarıyla bir adım atarken, Nokta üç adım atmak zorunda kalıyor, adeta yuvarlanarak ilerliyordu. Üzerinde kocaman, süslü harflerle ‘Atölye Ebruş’ yazan bahçe kapısından girip patika yoldan yürümeye devam ettiler. Virgül şaşkındı. Adanın merkezinde, gelenin geçenin bol olduğu bir sokakta, basit bir dikiş atölyesi beklerken, bu sapa yerde, iri ağaçların arasına gizlenmiş bir villayla karşılaşınca ne diyeceğini bilemedi.

Hayretler içinde “Yoksa sen ‘Haute Couture’ müsün?” diye sordu.

“Belki o dediğinden olabilirim, ben öyle alengirli kelimeler bilmem kızım, anlat da öğrenelim.”

“Şey demek; yani modacı olmak, stil yaratmak anlamında. Yüksek dikiş de denilebilir.”

“Yok yahu, saçmalama, biz anca sökük, teyel, sürfile gibi işlerden anlarız, fazlası bizi bozar.”

“Yani koca villayı görünce öyle sandım işte!”

“Bu villa İstanbullu bir beyefendinin. Artık burada oturmadığı için bana kiraladı. Kendi de gelir arada bir ziyaretimize, söküklerini dikeriz.”

“Anlıyorum.”

Gerçekte Virgül pek bir şey anlayamıyordu. Bu işte bir gariplik olduğunu çoktan sezmişti ancak adını koyamıyordu. Nokta, Ebru Hanım’a hızlıca geçiş yapmış, ters konuşmalara başlamıştı. Dün kumru gibi guruldarken bugün atmacaya dönüşmüştü. Virgül arkadaşını tanıyamıyor, imalı sözlerinde bir küçümseme, hatta gizli bir nefret seziyordu.

 

Villada

Girişi çok sayıda dekoratif bitkiyle donatılmış villanın salonu da aşırı süslüydü. Yaldızlı kanepeler, rengârenk pelüş minderler, iri vazolar, sevimsiz biblolar her tarafı kaplamış, duvarlara çıplak kadın resimleri asılmıştı. Burası bir dikiş atölyesine hiç benzemiyordu. Daha çok oynanacak oyuna göre düzenlenmiş bir tiyatro dekoru gibiydi. Virgül, ‘Bakalım bana hangi rol verilecek?’ diye düşündü ama ses etmedi, sadece dudak kıvırdı. Bu sonradan görme zevksizliği içini bulandırmıştı.

Bahçeye açılan geniş mutfakta çay demleniyordu. Masanın üstü, sanki Virgül’e gösteriş olsun diye abartılı bir biçimde donatılmıştı.

“Hadi buyur bakalım, sana demedim mi, işte dört dörtlük bir sofra.”

“Doğru ama ben pek kahvaltı etmem Ebru Hanım, sabahları sadece kahve içerim.”

“Bu sabah çay içilecek Başak Hanım. Fransa’da değilsiniz. Artık her şey farklı.”

Virgül soran gözlerini Nokta’ya dikip sustu. Neden bile demedi. Nokta el çırptı.

“Hey kızlar neredesiniz? Hadi kahvaltıya…”

Saçları, gözleri ve dudakları boyalı iki genç kız koca villanın derinlerinden gelip, korkak ve kararsız adımlarla mutfağa girdi. İkisi de farklı renklerde ama aynı biçimde giyinmişti; kısacık dar etek, yakası açık bluz ve topuklu terlik.

Virgül’ün bakışları ikisine takılıp kalmış tek lokma yiyemiyordu. Nokta gülerek masadakileri cesaretlendirdi.

“Hadi çekinmeyin, girişin be! Bu hanım benim eski arkadaşım, sizin Başak Ablanız, artık o da bizimle çalışacak.”

Kızlar birden rahatladı, utangaçlıktan sıyrılıp tokalaştılar ve “Hoş geldin Başak Abla” diyerek hızlı hızlı atıştırmaya başladılar.

Nokta memnun görünüyordu. Yoldaki gerginliğinden eser kalmamıştı.  Bir yandan kocaman lokmaları yutarken bir yandan da konuşuyordu.

“Bu güzel kızlar benim asistanlarım, Arzu ve Mehtap. İkisi de dikişten iyi anlar.”

Kızlar Nokta’ya bakıp baş salladılar. “Dikeriz icabında!” dedi Mehtap sonra Arzu’yu dürttü dirseğiyle ve birlikte kıkırdadılar.

“Yeter be!” dedi Nokta. “Karnınız doyduysa, doğru işinizin başına. Sonra gelin burayı toparlayın.”

“Başak Hanım siz buyurun salona, hazır müşteri yokken, şöyle karşılıklı bir kahve içelim.”

 

Virgül’ ün dili tutulmuş gibiydi. Sessizce salona geçip oturdu ve beklemeye başladı. Sadece kahveyi değil, Ada Vapur İskelesi’nde başlamış olan bu oyunun son perdesini bekliyordu içi titreyerek. Başak Hanım ya da Başak Abla rolü kendisine uygun görülmüş ve bu dekorun ortasına savrulmuştu. Merak, kara bir şal gibi omuzlarına dolanıyordu.

Yaldızlı bir tepsiyle sundu Nokta kahveleri, “Bak benim nelerim var!” der gibiydi. Biliyordu, Virgül merakına yenilmiş kıpırdamadan, konuşmadan öylece beklemek zorundaydı artık. O şimdi yuvasında bekleyen bir örümcek gibi Virgül’ü ele geçirmişti. Yenmişti onu adeta. Gerekirse bu zayıflığını onun yüzüne vuracak, onunla alay edecekti.

Virgül “Ellerine sağlık, kahve pek güzel olmuş” derken aldırmaz, anlamaz, saf biri gibi göründü gözüne.

Tam o sırada kapı çaldı. Nokta top gibi hopladı yerinden.

“Aman aman kimler gelmiş” diyerek yine o yapmacık ve abartılı ses tonuyla geleni karşıladı “Enver Beyciğim nerelerdeydiniz, gözlerimiz yollarda kaldı valla, buyurun salona.”

“İşler, güçler işte” diyerek, kasıldıkça kasılan ve umursamaz bir edayla salona giren, ancak Virgül’ü görünce onun güzelliği karşısında afallayarak tam önünde kalakalan Enver Bey, Nokya’ya dönüp “Bu hanfendi yeni mi?” diye sırıtarak sordu. Nokta başarılı bir iş kadını edasıyla “Evet efendim, Başak Hanım aramıza bugün katıldı.”

Enver Bey yılışmaya devam etmekten çekinmedi. Oh oh, pek iyi olmuş, şanslı günümdeyim anlaşılan.”

Sonra hâlâ koltukta oturup kahvesini yudumlayan Virgül’e adice göz kırparak “Benim de fermuarım bozulmuştu, acaba değiştirebilir misiniz?” diye sordu.

“Fermuar değiştirmeyi iyi bilirim” dedi Virgül ve ayağa kalktı. Şimdi ikisi aynı boyda karşılıklı ayakta duruyor ve birbirini süzüyordu. Bu çok sürmedi. Enver Bey sırnaşık bir gülücükle “İyi bilirmiş, vay be!” diyerek hiç zaman kaybetmeden Virgül’ün kalçasını avuçladı. Virgül de hiç zaman kaybetmedi, aynı anda adamın suratına öyle bir tokat attı ki, adam geriye doğru sendeledi. O sırıtkan surat kıpkırmızı oldu. Ancak bu darbe onu durdurmadı. Tam tersine ateşledi sanki. Bu defa avının üstüne atılan sırtlan gibi kavradı onu. Bir yandan kösnüyle kadının boynunu ısırırken bir yandan da memelerini avuçluyordu.

Nokta onları uzaktan izliyor, “Artık kimse onu bu adamın elinden alamaz, işte merakın sonu, oh olsun sana kaltak karı, incilerin dökülsün de gör Hanya’yı, Konya’yı” diyerek kendi kendine gülümsüyordu.

Virgül tokadın yeterli olmadığını hemen anlayamadı, bir an durakladı ama adamın mengene gibi sıkıştıran elleriyle aklı başına geldi ve utanmaz adamın burnuna bir kafa attı. Adam bocalarken bacak arasına güçlü bir tekme savurdu. Enver Bey kanayan burnuyla birlikte iki büklüm kıvranarak yere düştü. Düşerken Virgül’ün elbisesinin omuzuna asıldığı için, elbise yırtıldı ve sol memesi krem karamel gibi titreyerek ortaya çıktı.

Adam yerde acıyla kıvranıyor, “Arzu gelsin!” diye feryat ediyordu. Arzu ve Mehtap olayı gözetledikleri kapı aralığından hızla çıkıp salona geldiler ve adamı yerden kaldırıp içerdeki odalardan birine sürükleyerek taşıdılar. Evet, sürüklediler çünkü saygıdeğer Enver Bey’in adım atacak hali kalmamıştı.

Salon boşalınca Nokta “Beğendin mi yaptığını? En zengin müşterimizdi o bizim” diyerek hırsla Virgül’ün üstüne yürüdü. Virgül dimdik ayakta duruyor, sol eliyle memesini örtüyordu.

“Yaklaşma!” dedi “Bak elimde kalırsın!”

Nokta korktu bir adım geri çekildi. “Yürü mutfağa” dediler karşılıklı. Hızla içeri girip kapıyı kapattılar.

Burunlarından alev saçarak ve titreyerek bakıştılar bir süre.

Nokta biraz sakinleşince “Madem istemiyordun, çekip gitseydin ya!” dedi. “Bu gösteriye ne gerek vardı? Bence kahvaltıda çözmüştün olayı Arzu’yla Mehtap’ı görünce.”

“Gitmedim çünkü kimse bana istemediğim bir şey yaptıramaz diye düşündüm. Yakın dövüş sporunu iyi bilirim ben. Aslında daha kapıdan girer girmez anlamıştım. Salak mı sandın beni? Senin dikişin de batsın atölyen de. Bakalım bana layık gördüğün iş neymiş, açıkça ortaya dökülsün diye bekledim.”

“Hanım hanım; biz kendimize layık görmüşüz, sana neden yakıştırmayalım, senin farkın ne?”

“Unuttun mu ben Virgül’üm, benim daha seçeneklerim bitmedi ama sen çoktan koymuşsun noktayı.”

“Sık palavrayı, konuşmaktan başka ne bilirsin sen? Sanki benim çok seçeneğim varmış gibi… Ya annem gibi sürfile yaparak, teyel sökerek aç yaşayıp aç ölecektim, ya da babam gibi at boku temizleyip itilip kakılacaktım. Önüme çıkan tek seçenek buydu, ben de onu değerlendirdim.”

“Benimle açık konuşabilirdin. Seni anlayabilirdim. İnsan eski arkadaşına da güvenemezse kime güvenecek?”

“Kimseye… Ne sanıyordun, herkesin hayatı sizin bahçe kapınıza dolanan sarmaşık güllerine benzemiyor. Bizim gibiler yaşamak için ödün vermek zorunda.”

“Saygınlık ve gurur önemli değil bu durumda…”

“Kızım onları zenginler ele geçirmiş, bize bırakmamış. Sen kendine baksana dönüp. Kafanı beş para etmez bir herife takıp hayatının içine sıçmışsın, sonra da ne büyük derdim var diye zırlıyorsun. Ya Afganistan’da doğsaydın, üstelik kız bebek olarak… Salak karı, aslında senin kıçından şans akıyor ama sen farkında değilsin. Ben senin gibilere kıçımla gülerim ancak.”

“Ne biçim konuşmalar bunlar? Seviyesiz, bize yakışmıyor.”

“Bize deme, bana de sosyete gülü! Bizim gibilere yakışan konuşma biçimi bu.”

“Ben sana ne yaptım? Neden bu kocaman nefret?”

“Gerzek karı, hâlâ anlamadın mı? Bende ne yoksa sende var. Benden esirgenen sana bir ömür boyu sunuldu. Biliyorum hiçbir zaman senin gibi güzel olamam ama en azından bir villada oturabiliyorum ben de. Karnım tok ve cebim para dolu. Hadi şimdi yaylan, bir daha da karşıma çıkma. Eski arkadaşmış, sıçarım ben böyle dostluğun içine!”

 

Virgül mutfak kapısını açıp tiyatro dekoruna geri döndü. Sahne bomboştu. Yaldızlı kanepenin önündeki yaldızlı sehpada iki adet, içi boş yaldızlı kahve fincanı duruyordu. Tekme yiyen adam ve onu taşıyan kızlar, yani üç figüran kulise geçmiş izleyenleri selamlamak için perdenin kapanmasını beklerken fısıldaşıyorlardı. Virgül, sol eliyle elbisesinin yırtık omuzunu tutarak ve özenle memesini örterek reverans yaptı. Saygıyla seyircileri selamladı. Perde kapandı.