1990 yılında Dersim’de doğdum. Öğretmenim ve şu an İstanbul’da yaşamını sürdürmekteyim.

Altı ay oldu İstanbul’dan döneli. İşlerimi toparlayıp kaçar gibi ayrıldım oradan resmen. Kendimi havaalanına zor attım diyebilirim. O kaos, kalabalık, trafik, telaş asla bana göre değil. Herkes bir yerlere koşturuyor durmadan. Hayat çok hızlı akıyor ve kimsenin kimseye ayıracak bir dakikası yok. Hatta kimsenin kendine ayıracak bir dakikası da yok. Aman Allah’ım o nasıl bir keşmekeş. Doktora tezim için birkaç ay Sütlüce’de bir arkadaşımın evinde kalmıştım. Sümbül Apartmanı’nın ikinci katında küçük, sevimli, sade döşenmiş bir daire. Arkadaşım yurtdışında olduğundan anahtarı bana vermiş ve “İstediğin kadar kalabilirsin” demişti sağ olsun. Tabii ki daha fazla kalmayı istemedim. Makalemi bitirdiğim günün gecesi bavulumu hazırlayıp çıktım evden. Neden mi anlatıyorum bunları? Ah! Demin tesadüfen kitabımın sayfaları arasında kurumuş, mor bir çiçek buldum. O günlere geri gittim. Dania’yı anımsadım.

“Tuut.”

..

“Kaldır, kaldır. Çek yauv çek.”

..

“Hah tamam bırakıyoom.”

..

“E abe tutmadın ki ben ne yapayım?”

..

“Bu da kırıldı. Tüh ulan!”

..

“Yapacak bişi yok. Sağlık olsun.”

..

“Neyse tammam Suriyeli, ben gidiyom. İşlerim var. Sen benim paramı ver.”

 

“Anlamıyor adam. O da biraz daha yükseltiyor sesini. Sanki yüksek sesle konuşunca anlaşılacakmış gibi.”

 

“Para abe, para! Money, money. Mangır yani. Ver de gideyim ben . Yorulduk, mahfolduk yauv.”

 

Bir an önce parasını da alıp gitmek istiyordu. Bozuk Türkçesinden belli ki; bir zamanlar ondan da kaçıyorlardı böyle. Şimdi ise “Türkiyeli” olmanın galibiyeti var sözlerinde, tavrında.  Karşısındakinin ezik duruşunda kendini tatmin ediyor, topluma eklemleniyor, bir gruba ait olmanın, çoğunluğun parçası haline gelmenin gururunu yaşıyor ve etiketliyor: “Suriyeli”.

Az sonra kirli ve ütüsüz bir kumaş pantolonun cebinden bir miktar para çıkardı binaya taşınacak olan. Saymadan karşısındakine uzattı. Kamyonetin sahibi parayı eline aldı. Parmağını ağzına götürüp yaladı ve elindeki desteyi saymaya başladı sırıtarak. Başını salladı, sayımın sonucundan memnun anlaşılan. Ardından para destesini cebine götürdü. Bir elden öbürüne geçen para, az öncekine çok benzeyen kirli, eski ve ütüsüz başka bir pantolonun cebine girdi.

Derken kamyonet gürültüyle uzaklaştı oradan. Sesi yitene, kulaklardan silinene dek arkasından baktı adam da. Adam, kadın ve iki küçük çocuk apartmanının önünde bekliyorlardı. Ne içeri giriyorlar ne de başka bir yere gidiyorlardı. Onların hemen önünde de üst üste yığılmış eşyalar duruyordu. Ortama sinmiş ağır bir hava vardı. Çocuklar bu ağır havayı fark ediyor hatta soluyorlardı; ama muhtemelen bir anlam veremiyorlardı. Bir yandan anne babalarını göz ucuyla süzüyor, bir yandan da endişeli bakışlarla etrafı kolaçan ediyorlardı. Kendi aralarında kısık sesle konuşuyorlardı.

 

Kadın ve adam öylece ayakta dikilmişlerdi. Kırılmış, yıpranmış ev eşyalarına bakıyordu ikisi de. Ordan burdan toplama, eski eşyalardı hepsi. Kendi yaşamları gibi dağınık ve kırık dökük. Savruk, önemsiz, kaba ve döküntü ikinci el yaşamlar gibi eşyalar diye geçirdim içimden.

 

Bu sessiz tören biraz sürdü. Sonra bir hareketlenme oldu ve karşı kaldırıma geçip oturdu adam. Orta yaşlarındaydı henüz, esmer, zayıf ve asık yüzlüydü. Yüzü hep böyle asık mıydı yoksa bu mutsuzluk o gün mü yerleşmişti suratına bilmiyorum. Cebinden bir şeyler çıkardı. Dikkatlice baktım, tütün sarıyordu.

Kadın yavaşça bir iki adım attı, parmaklarının ucunda yürür gibi hafif. Adımları ürkek, utangaçtı. Eğildi yerdeki kırık çiçek saksısına dokundu. Eskimiş olduğu her halinden belli, büyükçe bir duvar saatini aldı eline sonra. Önünü, arkasını çevirdi, baktı. Camı çatlamıştı sanırım. Elindeki saati bırakmadan az önce kamyonetten düşünce kırılan çekyatın bir ucuna ilişti. O da benim gibi düşünüyordu sanırım. Kafamdaki kederli düşünceler kadının gözlerinde somutlaşıp bir damla gözyaşına dönmüştü adeta. Usul usul yanağından süzülen gözyaşı tıpkı iri bir elmas gibiydi. Parıldıyordu. Elinin tersi ile sildi o parıltıyı.  Kadında bir şeyler vardı. Yüreğimin ta içine işleyen derin bir duyguyu uyandırıyordu bende. Bir ruha ait iki ayrı bedendik sanki. Çok tanıdık ama aynı zamanda iki yabancı. Yanına gidip sarılmak istedim ona. Zamanın onda açtığı yaralara iyi gelecek bir şeyler yapmayı arzuladım. Canını acıtan kırıkları tamir edecek bir yol bulmalıydım. Bedenine saplanan cam parçaları gibi keskin acılarına kayıtsız kalamazdım. Buradan, bu pencereden olan bitene seyirci kalarak kapatmamalıydım perdemi.  Bir kadına iyi gelecek olan başka bir kadının omzudur elbette. Karşı koyamadığım müthiş bir istek beni ağlayan bu kadına doğru çekiyordu; ama korkuyordum. Kendimde o cesareti bulup aşağı inmeliydim. Ya beni terslerse, bana öfkelenir de bağırırsa ne yapardım? Nasıl savunacaktım kendimi bana vuracak olursa? Ya yerdeki şu paçavralardan bir tanesini alıp suratıma fırlatırsa? Sahi yapabilir miydi bütün bunları? Çaresiz, korkmuş ve incinmiş birisi böyle davranabilir miydi? Peki ya adam? Karısına yaklaştığım için bana zarar vermeye çalışırsa? Çocuklar da vardı üstelik. Onlar da tehlikeli miydi? Böyle düşünerek ne kadar bekledim o pencerede bilmiyorum. Neden sonra fark ettim ki çocuklardan birisi beni izliyordu. Benim de ona baktığımı görünce gülümsedi. El sallayarak karşılık verdim ben de. Çocuğun bu küçük tebessümü biraz olsun güç verdi bana. Evden çıkabildim. Apartmanın büyük, demir kapısını biraz korkarak açtım. Kapı açılırken rahatsız edici bir ses çıkardı. “Gıccırrrr…”

Dışarı çıktım. Kapı rahatsız eden o gıcırtıyla birlikte bu kez  “Güüm” diye çarptı arkamdan. Çıkan bu yüksek ses beni daha da korkuttu, irkildim elimde olmadan.

 

Kadın başını kaldırıp baktı. Ona doğru yürüdüm. İçimden bir ses yanlış yaptığımı ve dönmem gerektiğini öğütlüyordu defaatle. Ama ben hiç durmadan konuşan bu sesi dinlemeyecektim. Yürümeye devam ettim. Kadının nemli bakışları üzerimdeydi hâlâ, hissediyordum. Yanına gittim, oturdum. Şaşırdı. Merakla yüzüme baktı. Hiçbir şey demedim. O da demedi. Siyah başörtüsünü düzeltti, gözündeki yaşları sildi. Bana bakışlarında sorular vardı; ama hiç konuşmadı, konuşmadık, konuşmaya da çalışmadık zaten. Birbirimizin dilini bilmediğimiz için değil, hayır. An, böylesine bir sükûnet istiyordu çünkü. Duru bir sessizlik gelip yerini aldı ikimizin arasındaki boşlukta. Sessizliklerimiz konuştu, dertleşti, hemhal oldular. Kollarımı açtım ona. O da bana açtı kollarını.

Öyle güzel sarıldık ki. Sımsıkı kenetlendik. Senelerin hırpaladığı, yabancılaştırdığı iki kadın, şifa olduk birbirimize. Sonra o, gidip az ilerde yerde duran kırık saksıdan bir çiçek kopardı. Hoş kokulu bir çiçekti bu. Bana uzattı. İyi denilebilecek bir telaffuzla:

 

“Sümbül” dedi.

 

Gülümsedim. Sümbülü alıp saçımın örgüsüne taktım.

 

Şimdi geliyor aklıma acaba Dania bodrumuna taşındığı bu apartmanın adını biliyor muydu?