İstanbul'da doğdu.
Gazetecilik eğitimi aldı.
Gazete ve dergilerde çalıştı.
Deniz gönüllüsü ve suların, sellerin, okumanın-yazmanın öğrencisi...

Kırmızı ışık yanmış, yeşili beklerken birbirlerine dönmüş, hararetle konuşuyorlardı.

Önlerinde arabalar, arkalarında arabalar, bekleyen bekleyene. Camın tıkırtısıyla irkildiler, yüzleri asıldı, görünen oydu ki; münasebetsiz mücadele başladı başlayacaktı ve kendilerinin yenilgisiyle bitecekti kesin.

Sümüklü oğlan, topalak başı, çakıl taşı gözleri ve sırıtan yılışık ağzıyla camı önce bir öpüp yalamış, ardından elindeki ucu süngerli çekçekle ıslatmış köpürtüyordu bile… Kahverengiye dönmüş kirli su ise oluk oluk sızmaya koyulmuştu çoktan.

Her ikisi de sesleri silinmiş bir telaşla, “Yapma, yapma!” diyorlardı çaresizce. Sessiz film oynar gibiydiler arabanın içinde.

Direksiyondaki bekliyordu -çok değil an meselesi- kardeşinin dayanamayıp; “Çok da güzel oluyor gözleri,” deyip kıkırdayacağını.

Böyle olunca da çakıltaşı gözlü topalak oğlan şıppadanak dudak okuyup anlayacak; yeşil sümüklü burnunu cama dayayıp ‘Nolurrrr abla’yla yılışacak duracaktı, yeşil yanana dek bıktıracaktı. Dahası, camı da tükürük- sümük ve çamurlu su karışımıyla boz-bulanık öylece bırakacaktı.

 “Gülme!”, dedi kardeşine. Hayli buyurgan, çarçabuk, kesin, olabildiğince ifadesiz, donuktu sesi. Bir türlü tutamadığı, gitgide sardırdığı gülmesini bu kez, ablasının sesinin katılığıyla kesiverdi kardeşi de. İçinde kalmıştı gülmesi. Elinde değil, aşinaydı onlarla, tanıştı yani ne kadar kızdırsalar da. Daha geçen gün, yüklendiği alışveriş torbalarıyla eve dönerken, içlerinden kız olanı ve yaşça da küçüğü, yapışmıştı eteğine…

“Bak elma almışsın; görünüyor, versene bir elma bana…” diye tutturmuştu.

Yüz vermemişti ilk önce her seferinde olduğu gibi. Peşi sıra gelmiş de gelmişlerdi inatla; saçları tutam tutam, yellim yellim, kat kat kazak üstü boyunları, sıra sıra inci-boncuklu kızlar.

 “Vermedim,” dedi.

Ne eksilmesinden elmalarının ne de esirgediğinden. Hasisliğinden de değil, vermemişti işte.

Hele hele, “Onlara verilmez, alışırlar sonra”, “Onlar zaten baş derdi” diye hiç düşünmez, böylesi üstten bakışlara hiç mi hiç kulak asmaz, itibar etmezdi.… Kadim dosttan ayrılmaz bir sağlamlıktaydı onlarla ilişkisi, ama biçimiyse hep onlarla şakacıktan cenkleşme idi. Bir tür sokağın geliştirdiği yoldaşlık, yarenlik, tanışlıktı. O bunu öyle geliştirmiş ve benimsemişti. Onlar da…

Tam çok katlı giyim mağazasının köşesinde rastlamıştı kızlara. Onlar istiyor da istiyorlardı torbadaki elmalardan. O da ‘vermiyor da vermiyormuş’ oyunuyla adım adım tırmanıyorlardı yokuşu, trafik ışıklarından karşıya geçip. Vermiyordu elmalardan ama bu arada gitsinler de istemiyordu yanından.

Trafik lambasının ışığının “geç”e gelmesini fırsat bilip sürüp giden “ver-vermiyorum” çekişmesini orada sonlandırıp, gözüyle işaret etmişti küçük kızın ayaklarından tarafa kaşlarını eğdirip: “Bak ters giymişsin çizmelerini, düşersin sonra,” demişti. Kızın çizmeleri de kırmızıydı, pırıl pırıl plastikten…Yepyeni besbelli.

O da, burnuyla üst dudağı arasındaki oluğu doldurmuş sümüklerine çoktan alışmış haliyle başını kaldırıp bakmıştı yüzüne, hem yellim, hem de tutam saçlı, oksijen bozuğu sarımtırak perçemli ufak çingene şöyle bir, ama hafiften kuşkulu nazarla. Sonra yanındaki kendi akranı, aynı kendisininki gibi tumturuk ve yellim saçlı ve de sümüklü arkadaşına dönmüş: “Ters mi?” diye sormuştu kuşkuyla… Kuşkulu olduğu kadar beklenmedik kırgınlığıyla yenilgiye itirazcı, başkaldırılı sesiyle. 

Arkadaşı da tiz tiz çınlayan itirazcı sesiyle, “Hayır, değil,” diye karşılık vermişti dingin ve  bir o kadar kararlı…

Pırıl pırıl kırmızı çizmeli kız başını kaldırıp “Ters değil,” demişti omuzunu silkip tonunu yükselterek: “Ters değil işte!”

Elmaların albenisi oracıkta silikleşivermiş, aralarındaki dayanışma çeşitliğinin coşkusu almıştı yerini. 

Kararlı ve öylece doğru bildiklerinden memnun, son dönemeçte onu kendiyle baş başa bırakıp yürümeğe devam edip uzaklaşmışlardı bile. Küçücüklerdi ve çok sevimlilerdi.