Yazar. Ayrıca Medyascope'ta Zeytin Dalı ve Sabun Köpüğü programlarını hazırlayıp sunuyor.

Yalan söylemememiz üzerine bir sürü cümle duymuşuzdur hayatta.

Ancak ben onu söylediği yalanlarla sevdim. Yalan var, yalan var. Bizimkisi başka tür bir yalandı. Yalanken bile doğruydu söylediklerimiz. Bizler hayalettik. Yaşamı seven hayaletler. Şu yaşamla bağını koparmayan, multivitamin takviyesiyle sonraki hayatlarına zinde bir biçimde devam eden gulyabaniler.

Tamam peki, sevimli hayaletler. Yarı mutsuz yarı mutlu ev hali hayaletleri.

 

“Pazardan aldığım ayvalarla bugün bir ayva reçeli yaptım,” derdi kıpkırmızı, “Öyle bir yürüdü ki çekirdekleri kızıla, parmaklarını yersin.”

Hayalet mayalet, biz hayaletlerin de tatma hakları var, tadına bakardım o reçelin.

Ne idüğü belirsiz bir şey.

Yüzüme melül melül bakardı o zaman; ta baştan söylediği yalana eşlik etmem için. O kadar güzel bakardı ki “Valla çok güzel olmuş ha! Dediğin kadar varmış!” derdim.

Aramızda bir ayva reçeli saklanmış kader vardı; o benden yirmi yaş kadar büyüktü, ben de ondan yirmi yaş kadar büyük. Bazen değişirdik… Gerçekten ölmüş müydük, gerçekten diri miydik, müzmin ev hallerinde gezinen hayaletlerden miydik, bu kaçıncı hayattı, daha ne kadar vardı, neydi bilemiyorduk…

Sonunda aramızdaki yalanın buna benzer bir şey olduğunu anladım.

Beyaz yalan, mor yalan, astral yalan, ayva reçeli rengi yalan…

 

En çok da onu sevdim: Ayva reçeli rengi olanı.

 

Adına yalan demek bugünün yalanlarına bakıldığında ne ölçüde yalandı, kestirmesi zor.

Bugüne ve canlı bir yaşama daha uyacak bir renk diyorsanız: Sarı kantaron yağı rengi de diyebilirim aramızdaki yalana. Benden duymuş olmayın ama sabah akşam birer çay kaşığı içmenizi de öneririm. Strese bağlı yüksek tansiyon için. Gerçek bedenler tansiyondan çeker. Ama stresten çektiği kadar hiçbir şeyden çekmemiştir bu canlı bedenler. Hele Türkiye gibi coğrafyalarda…

 

Biz maksimum hayaletlerse… Gelelim bize. Sonra yine bir ikindi çayına çağırdı beni. Mezemiz hayal rengi bir çay, bir de malum ayva reçeli. Peksimetler de cabası!

 

İki eski ya da eskimeyen insan sureti, oturmuşuz karşılıklı, ayva reçeli kızıllığındaki geç bir ikindinin göbeğine, dili sarı kantaron yağı rengi bir akşam güneşini batırır çıkarırken ikindi çayına yaşam peksimeti gibi; kan rengi her yerde sarmakta yerküreyi.

 

Böyle bir cümle sarf ediyorum ona. Kan diyorum bildiğin kan. Cümleten batıyoruz diyorum. Eski yeni, diri ölü, canlı cansız… Kıyımlardan bahsediyorum. Kan renginden. Bir kıyım portresine dönüşmüş yaşamlardan…

 

Dahasını da…

Bir sürü cümle söylüyorum. Yalan üzerine, dürüstlük üzerine, bedbinlik üzerine, şuursuzluk üzerine, nefret üzerine, nasıl yola revan olunabileceği üzerine…

O ise karşımda, sırf ikindi için giydiği geçen yüzyılın başında gezinen kruvaze ceketini biraz daha çekiştirerek, sırf laf olsun diye başladığı eski püskü cümlesinde şöyle bir sıfat kullanıyor:

 

Perişan

 

Ne için kullanıldığını anlamakta zorluk çekiyorum. O anki halimiz için mi, her zamanki halimiz için mi, dünyanın şimdiki zamanı için mi, gelecek, yakın gelecek, uzak gelecek için mi, uzay, dipsiz feza, hangisi, hangisi bilemiyorum. Kısaca insanlık adına, hangi hayatımıza dair söylediği bir şey bu, tam olarak kestiremiyorum. Sürekli değişen hayatlarımızın hangi rengine denk düşen bir sıfat bu: Perişan!

 

“Daha bu pazartesi sabahı kendime söz vermiştim,” diyor. “Her şey iyi olacak diye. Bugün günlerden ne? Çarşamba. Şu halimize bak!” diyor. “Güya hayaletiz! Keder kaplamış her yerimizi keder. Bu kaçıncı hayat, bu kaçıncı keder…”

O sırada kapı çalınıyor.

Yürüyen tavukların yumurtaları gelmiş.

Konunun böyle dağılmasına ikimiz de içerliyoruz.

Ancak yine de kapı zilinin dağılan zihnimize hükmetmesine izin veriyoruz. Yürüyen tavukların yumurtalarını gururla kapıya getiren oğlan ikimizin de maskeli balodan çıkmış haline bakıp utangaç bir biçimde gülümsüyor. Hayalet görmüş gibi biri değil de hepten utangaç biri gibi…

 

1970’lerden kalma kozalak rengi döpiyesimle onun kruvaze haline bir kez daha bakıp içten içe “İşte” diyorum, “bak her şeye rağmen bizi beğenenler de var, görüyor musun?”

 

O tarihi günü de sırf bu yüzden o çocuğa ithaf ediyorum. O canlı oğlana. Kahraman o olduğu için değil. Kahraman mahraman olmadığı için… Kahramana ihtiyaç duymayacağımız bir eşiğe biz hayaletleri bile davet ettiği için.

 

Ama bizim Sabiha ile öykümüz zaten çok eski.

“İlk ne zamandı,” diyor Sabiha… “İlk kez seni ben ne zaman gördüm…” Sonra hatırlıyor…

“Bir ramazan günü Direklerarası’nda,” diyor. “O zamanki adın, dur bakayım, şu ünlü tiyatrocuydun sen… Rahmi’ydin.  Dama çıkmış oyunu seyrediyordun.”

Hatırlıyor valla.

Unuttuğum bir sürü detayı hatırlıyor, hatırlatıyor.

Kaç defa yaşadık birlikte, kaç kere karşılaştık…

“Nereden baksan on kez,” diyor.

Haklı.

Ancak biz en çok o geceyi hatırlıyoruz onunla. Yıldızların bulutlara saklandığı geçen yüzyıl başındaki gölgelerimizi. Dünyanın tiyatroya benzeyen kavanoz halini. Henüz, her şey, nasıl desem, içinde kaybolacak haldeyken. En büyük yalanı, birbirimizi hiç bırakmayacağımıza dair olanı yani, vasat bir oyunun kötü bir repliği gibi birbirimize fısıldamışken.