Parlak öğlen güneşi altında, boyaları dökülen yerleri ile daha çok bir hurdaya benzeyen minibüs, köy meydanına büyük bir homurtu ile yanaştı. Köy kahvesinin önündeki kırık dökük masalarda oturan birkaç köylü, bu sesi duyar duymaz inecek olanları görmek için meraktan hazır ola geçmişlerdi bile. Minibüsten önce yaşlı bir adam, değnek gibi yaslandığı genç bir kadının desteğiyle zorlukla indi. Ardından, solmuş kasketini ters takmış bir genç, onları beklemekten bezmiş bir halde kendini hızla dışarı attı. Meraklarını gidermiş olan köylüler, tam yerlerine oturarak pineklemeye devam etmeye hazırlanıyorlardı ki, hiç tanımadıkları iyi giyimli genç bir adamın daha indiğini gördüler. Kıvırcık siyah saçları esmer yüzünü çerçevelemiş genç bir adam, minibüsün kapısında bir an duraklasa da köylülerin meraklı bakışlarına aldırmadan ve kimseye bir şey sormadan, minibüsle geldiği yolun devam ettiği tarafa doğru ilerledi.

Köyden ayrılalı kaç yıl olduğunu hatırlamaya çalışıyordu. Bir yandan da ilkokul arkadaşı Hasan’la okula gidip gelirken tırmandıkları erik ağacını arıyordu gözleri. Yol kenarında onları her gün karşılayan, her dalında onları ağırlayan o ağacın yerini tam olarak hatırlayamasa da yürüdükçe artık olmadığından emin oldu. Gözleri doldu. Cebindeki mektubu yazan Hasan’ın, kendisininkilere hiç benzemeyen yemyeşil bakışları ile eşti onun için erik ağacı. Kışın yaprakları bile yokken çıkarlardı ağaca. Bembeyaz donandığında, baharda ise kıyamazlardı ağaca çıkmaya. Önce bir yeşil çiğ tanesi gibi olurdu erikler. Yine kıyamazlardı. Hasan’ı o, sadece bu ağaçla kurdukları ortak dünya içinde sevmişti o günlerde. Onun dışında Hasan, ondan daha uzun boyu, onunkilerden farklı temiz ve düzgün kıyafetleriyle kendisini yanında hep eksik hissettiği biriydi. Köyün o tarafında sadece ikisinin evi olduğu için okula gidip gelirken mecburen bir arkadaşlık başlamıştı aralarında. Ve beş yıl bu arkadaşlık, kendisi için ağaçla kurdukları ilişki dışında daha çok bir eziyete dönüşmüştü Akif için.

Erikler artık yapraklar arasından seçilmeye başlayınca Hasan önden koşar, ağaca ondan önce çıkar ve topladığı erikleri ona, daha kendisi yemeden atmaya başlardı. O sırada ikisinin attıkları kahkahalar birbirine karışır, her şeyi unuturlardı. Okulun giriş zili kulaklarına gelince, çimlerin üzerine attıkları çantalarını kapıp tozlu yolda koşmaya başlarlardı. Hasan elinde çantası, Akif ise bez torbasıyla adeta uçarlardı. Bilirdi ki severdi Hasan onu. O, buna rağmen nasıl da kendisini ondan nefret ederken bulurdu kendisini. Bundan utansa da, böyle hissetmekten kendisini bir türlü alamazdı. İçini birden o zamanki gibi bir utanma duygusu kapladı. Başını istemsizce yolun kenarından önüne doğru çevirdi. Az kalmıştı. Ama daha uzaktan gördükleri içini sızlattı.

Köydeki okulun taşımalı eğitime geçildiği için yıllar önce kapandığını, yola çıkmadan önce yaptığı küçük araştırma esnasında öğrense de binanın bu kadar harap olacağını hiç hayal etmemişti. Hasan’la teneffüslerde dolaştıkları, oynayan çocukları bir kenardan izlediği, pazartesi sabahları ve cuma akşamları yapılan törenlerde tüm öğrencilerin toplandığı bahçenin sınırlarını bile belirlemek artık imkânsızdı. Hasan’ın anne babasının okula geldiklerinde önünde öğretmenle konuştukları kapının yerinde ise yeller esiyordu. Ama onun arkadaşının anne ve babasını öğretmenle gördüğünde hissettiği kıskançlık duygusu, şu anda bile dalga dalga ruhunu ele geçirmeye başlamıştı. Oysa o günler çok geride kalmış, üniversiteden okul ikincisi olarak mezun olmuş, şansı da yaver gitmiş, iyi bir işe de girmişti. Kimseye muhtaç olmadan hayatını sürdürebiliyordu. Bu yüzden ilkokula giderken kendisini derinden sarsan bu duyguyu hâlâ bu kadar kuvvetli hissetmesine kendisi de hayret etti. Bu duygunun etkisinden kurtulmak için hızla oradan uzaklaşmak isterken, öğretmeninin kendisine o günlerdeki gibi seslendiğine dair bir hisse kapıldı.

Evet, hep öyle olmaz mıydı? Saat üçte paydos zili coşkuyla çalar ve herkes eve gitmek için çılgınca kapıya koşardı. O ise derin bir sessizlikle çantasını toplar, okuldan gidişini daha da geciktirmek için bahaneler ararken öğretmeni onu yanına çağırırdı. O anda okulu kaplayan çocuk seslerini duyar gibi oldu. Aslında bu daveti hep beklediğini hatırladı. En çok da Hasan’ın anne ve babasının öğretmenle çocukları hakkında konuşmaya geldiği günlerde bunu beklediğini daha o zaman fark etmişti. Madem onun anne babası gelmiyordu, konuşma hakkını kendisi kullanmalı gibi gelmişti ona. Bu konuşmalarda öğretmen, koyu ela gözlerini ona sevgiyle yöneltir, derslerde de hep büyük bir dikkatle dinlediği tatlı sesiyle kendisine anlatmak istediği bir şey olup olmadığını sorardı. O ise kara gözlerini yere indirir, her defasında kalbi çarpa çarpa, titrek sesiyle okumak istediğini tekrar ederdi. Bugün bulunduğu yere, o günlerin kazancıyla gelmemiş miydi?

Hasan’ın başarısı ailesini gururlandırıyordu. Onun yatılı bir okul kazanıp okumasını istiyorlardı. Destek alabilmek için öğretmenle görüştüklerini ona Hasan söylemişti. O günden sonra içini bir alev sarmış, bu hayale kendisi de kapılmıştı. İçinde uyanan bu isteği kendisi öğretmene o günden beri her konuşmalarında tekrarlamıştı. Bu konuda Hasan’la konuşmaktan ise özellikle kaçınmıştı. Öğretmenin bu süreçte verdiği ödevleri birlikte yapsalar bile konuyu asla açmıyor, Hasan açarsa da bir iki kelime ile geçiştiriyordu. Mademki hayalini paylaşabileceği kimse yoktu, o halde bu sadece öğretmeniyle arasında kalmalıydı. Öyle de oldu. Ta ki köyün bakkalına gelen iki zarftan, M. Akif Yıkık adına gelen belgeden sınavı kazanarak yatılı okuma hakkını kazandığını öğrenene kadar. Kazanmışlardı.

Önünde daralarak uzanan yola baktığında birden neden orada olduğunu hatırladı. Aynı eski günlerde olduğu gibi isteksizlik kapladı içini. Ama artık gitmesini geciktirmek için konuşabileceği bir öğretmeni yoktu. Sadece cebinde taşıdığı, yatılı okula gittikten sonra bir daha dönmediği köyüne gelmesine sebep olan o birkaç satırlık mektup vardı. Elini mektubu koyduğu cebinin üzerinde yavaşça gezdirdi, yürümeye devam ederken. Nasıl şaşırmıştı mektubu aldığında? Hasan’ın yazısı biraz değişmiş olsa da hemen tanımıştı. Birlikte gittikleri yatılı okuldan mezun olduktan sonra onun yazdığı mektuplara cevap vermemişti. Artık nerede olduğunu bilmiyordu Hasan’ın. Demek ki o izini kaybetmemişti. Ne hissettiğini anlamaya çalıştı. Bilemedi. Tozlu yolda adeta geçmişe doğru yürümeye devam etti.

Adımları onu geliş sebebine biraz daha yaklaştırırken titrek bir duygu geldi içine yerleşti hızla. Aynı eskisi gibi. Okuldan eve dönerken de böyle olurdu. Hasan ona gülerek bir şeyler anlatırken bile onu dinleyemez, eve döndüğünde o adamın olmaması için dua eder, bir mucize olmasını beklerdi. Daha çok bir kulübeye benzeyen evin (evlerinin değil), artık neredeyse yıkılmak üzere olan kapısını açarken, artık ezberlediği gıcırtı da ona eşlik ederdi. Kapının tam karşısındaki camın önündeki örtüsünün renginin artık seçilemediği sedire kaykılarak oturan o adamın kan çanağına dönmüş gözleriyle karşılaşınca bütün hayalleri yıkılırdı. Çünkü annesi, sadece o adam yokken onunla konuşur, ona yiyecek bir şeyler hazırlardı. Adam varsa, o, sessizce dışardaki, zamanında hayvanlar için yapılmış ama yoksulluktan artık boş kalmış ahıra giderdi. Derslerini yaparken açlıktan karnı kazınır, bahçede mevsime göre yiyecek bir meyve veya sebze aramaya çıkardı. Annesi, ancak o adam sızıp uyuduktan sonra kaçırabildiği birkaç lokmayı ona getirebiliyordu. Onları getirdiği zaman, yüzünde ya bir morluk ya da yürüyüşünde bir çarpıklık fark ederdi. Anlardı ki bunlar, evden gelen seslerin dışa vuran izleriydi. Annesinin hiç gelemediği zamanlar da olurdu. Bu yüzden, yatılı okulda neredeyse kimsenin beğenmediği yemekleri hiç şikâyet etmeden yiyen birkaç çocuktan biri değil miydi?

Artık dua etmesine gerek olmadığını düşündü. Varmıştı işte. Aynı erik ağacı gibi, o ev de yoktu yerinde. Zamana dayanabilen birkaç demir parçası, eski varlığına tanıklık ediyordu. Ahırdan, onun kimsesizliğini sarıp sarmalayan, içine attıklarının sırdaşı, küçük zihninin kurduğu hayallerin gizli tanığından o günlere dair en küçük bir iz bile kalmamıştı. Ama yerinde büyük bir işaret vardı.

Tam da Hasan’ın anne babasını görmeye geldiğinde öğrendiklerini kendisine gönderdiği mektupta yazdığı gibiydi. Evet, bu, mektupta yazdığı gibi önünde durduğu bir mezardı. Hasan, onu vasiyeti üzerine mezarlığa değil, yıkılan ahırın yerine gömdüklerini yazmıştı. Artık annesi beklenilen değil, bekleyen olmuştu demek ki. Uzun ve karanlık gecelerde annesini umut ve korkuyla beklerken uyuyakalan küçük çocuk uyanmıştı içinde. Eğildi. Yan yatmış, yağmurdan kararmış tahtanın üzerinde “Mevlüde Yıkık, 1940-2015” yazısı güçlükle seçti. Kısa bir tereddütten sonra, o küçük çocuğun da elini tutarak tahtayı düzeltmek için yere diz çöktü.