Yazar. Ayrıca Medyascope'ta Zeytin Dalı ve Sabun Köpüğü programlarını hazırlayıp sunuyor.

Yıldızlı bir geceydi. Tamam, ama… Yok yok, buramıza gelmişti. En azından benim. Yok: Suzan’a şımarık olduğunu birisinin söylemesi gerekiyordu. Ancak buna kim, nasıl cesaret edebilirdi ki! Suzan yazlık olarak kiraladığımız yer var ya, oranın ev sahibinin kızıydı.  Annesi zaten garip bir kadındı. Her lafa maydanoz, her lafa kardeşim… Annem illallah demişti. Bir de ukala ki… Babası desen ondan da garip… “Solcular vatan hainidir,” deyip duran bir adam. Sonuç buydu işte: Suzan. Bana etmediğini bırakmıyordu. En son bisikletiyle yaptıkları… Affedilir cinsten değildi. Resmen çiğnemişti beni. Ancak gıkımı çıkaramıyordum. 

O yaz teyzemle bize konuk gelmiş olan Suat eniştem baktı olacak gibi değil, “tamam bu işi ben halledeceğim millet, konuyu bitti bilin,” dedi. Ancak o da bir halt yapamadı garibim! Sekiz yıllık çocuksuz evliliğinden yorulmuş, bezmiş teyzem ne kızmıştı, “Suat yine bol bol at,” diyerek. O sıralar araları iyice kötüydü sanırım teyzemle eniştemin. Zaten o yüzden bize gelmişlerdi sanki. Bir tür balayı niyetiyle. Ama ne mümkün! Araya o kadar çok konu girmişti ki. En son Suzan konusu tavan yapmıştı. Sonradan eniştemin bu konuda dediğine göre Suzan’ın babası çalıştığı fabrikadaki muhasebecilerden biriymiş. Bunu anlayınca vazgeçmiş eniştem. Haklı, ne yapsın adam… Düşünüp durmuş ve sonunda “bana ne yahu,” demiş. Kafası iyiyken ağzından kaçırıp “el âlemin derdi…” dediğindeyse teyzem buna çok kızmıştı. “El âlem dediğin bütün yaz evlerinden çıkmadığın ablamla Fatih eniştem Suat Bey!” diyerek hışımla masadan kalkmış, hızını alamayıp evi terk etmişti. O yaz gerçekten çok kötüydü araları, çok… Bunun üzerine Suat eniştem elindeki rakı kadehini fondipleyip bizim ön balkonda iyice dağıtmış ve “Ben aslında öyle demek istemedim,” diyerek hüngür hüngür ağlamıştı. Velhasıl o yaz öyle geçmek üzereydi. Hüzne bulanacak bir sonbahar bizi bekliyordu. Geldi gelecek…

Derken… Kapı çalındı ve sonbahar yerine Nilüfer Pazıcı çıkageldi! Daha doğrusu bütün toz toprak kokusuyla Nilüfer Pazıcı eve doldu. O kadar doldu ki hepimiz siliniverdik. Fıkrayla şiir arası bir yerde geziniyordu ve bundan zerre kadar rahatsız değildi.

Kimdi, neyin nesiydi Nilüfer Pazıcı? 

Kendisi annemin ilk evliliğinden olma kızıydı. On dokuz yaşındaydı. Almanya’da yaşıyor ve yeni ailesine kök söktürüyordu. Babasının evlendiği kadın onun yaşlarında bir Almandı, okulda sorunları vardı, bir de arada sırada yattığı klinik…  Onunla yine çok iyi anlaşmıştık. Eskiden de anlaşırdık ama bu sefer biraz daha farklıydı sanki ilişkimiz. Aradığım ablayı nihayet bulmuştum. Aynı odayı paylaşmak zorundaydık. Malum teyzemle Suat eniştem öteki odada yatıyordu ya da yatacaklardı ya da artık bundan böyle, neyse o… Ben bunları düşünürken yerdeki halıflekse çöktü Nilüfer Pazıcı. “Bu oda çok havasız yahu,” dedi. “Aç şu pencereyi…” Omuzlarımı kaldırdım. “Bu odanın penceresi dışardan kilitli,” dedim. “Ev sahibi hırsız girmesin diye kilitlemiş, açtıramadık…” Başımı eğmiştim. “Hımmmm” dedi sadece.  Merakla onu izliyordum. Gidip pencereyi mi indirecek acaba falan. Yok… Hiçbir şey yapmadı. “Kocaman olmuşsun kız Miskin Sultan,” diye gülümsedi sadece. 

Benim süklüm püklüm halime bir can simidi gibi yetişmişti Nilüfer Pazıcı. Ona elbette ev sahibimizin kızı Suzan’a gıcık olduğumu anlatmak istemedim. Ancak o hemen anladı. Zaten leb demeden leblebiyi anlayan o insanlardandı Nilüfer Pazıcı. Araya bir sürü Almanca sözcük koyarak kafama takmamam gerektiğini söyledi. Sonra Almanca bir cümle daha patlattı. O arada yemek yedi, uyudu, annemin garip ısrarlarına cevap olarak derin nefesler alıp verdi, banyoya girip hafif bir duş aldı. Sonra karşıma geçip oturdu. Nihayet tam olarak anlayabileceğim şu cümle döküldü dudaklarından: “Her şeyin bir sonu vardır.” 

Bu cümlenin anlamını, “Bak Suzan bu benim ablam,” diye onu Suzan’a tanıttığımda çözemedim elbette. Suzan’ın, “Aptal o senin gerçek ablan değil ki, üvey ablan, üveyden abla mı olurmuş!” cümlesine bakakaldığım zaman da değil. Bu cümlenin anlamını, Nilüfer Pazıcı’nın Suzan’ın yanına doğru bir gölge gibi seğirttiği zamanki haliyle de fark edemedim. Suzan’ın kulağına usulca eğilip fısıldadıklarıyla da gerçekleşecek gibi değildi bu. O günden sonra bir daha Suzan’ın yanıma yaklaşamayışına da bir anlam verebilmem mümkün değildi. Ancak ondan sonraki yaz, güz ve pastırma günleri Nilüfer Pazıcı’nın araladığı cennetin has günleri haline dönüşecekti. Çok kısa bir süre sonra, ben diyeyim 48, siz deyin 52 saat, Nilüfer Pazıcı geldiği gibi Almanya’ya dönecek, o gittikten hemen sonra odamın kilitli penceresi kilitlerinden kurtulacaktı. Vay be… Ondan ayrılırken bu cılız deli kıza, onun tabiriyle bir “tımarhane kaçkını” gibi değil, ablaların ablası gibi sarılacaktım. O da bana öyle sarıldı ve bir sürü Almanca sözcükle birlikte, “Bu Suzan gibi lavuklara bir daha kendini ezdirme Miskin Sultan!” deyiverdi.  

Miskin Sultan o gün bugündür Suzan gibilere göz açtırmadı, açtırmaz. İyi de yaptı. Nilüfer Pazıcı ile hâlâ yazışırız. Gerçi öylesine, damdan düşer gibi yazışmalardır bunlar. Güzeldir, ama… Arada Suzan ne yapıyor diye sorar. “Ne bileyim ne yapıyor,” derim ben de. Suzan’ı düşündükçe içimin öfke yerine sızıyla dolmasını da pek çözemem. Belki öyle bir anne babası olmasaydı arkadaş bile olabilirdik diye geçer aklımdan, ama sonra hemencecik unutuveririm Suzan’ı. Kötülüğün de iyilik gibi tercih edilebilirliği çok sonradan düşer aklıma. Çocukların masum olabileceği de. Yine de sanki… Başka bir eksik vardır. Ancak o eksik Suzan değildir. Malum, mecburen yapılan tercihler. Nilüfer Pazıcı hiç değildir. Malum, sıkı gerçekler. Ben zaten değilim…

Ne mi?

O akşam, yani Nilüfer Pazıcı’nın geldiği zaman, babam enişteme dönüp “Suat oooğlum sen benim baldızı seviyorsun, koş şunu yakala, belinden sıkıca sarıl ve hiç bırakma,” diye tembihlemiş, Suat eniştem de anne babamın dediklerini başıyla onaylayan halinden feyz alarak evden fırlamış ve teyzemi Nasipse Büfesi’nin önünde kaşarlı tost yerken bulmuş. Ona şefkatle, hatta tutkuyla sarılmış ve, “Tostun neli?” diye sormak yerine “Sevimim,” demiş ışıltılı gökyüzüne bakarak, “sana şu sarı yıldızlardan taç yapayım mı?”