Selda Coşgun

Zeugma

1968 yılında Trabzon’da doğmuştur. Yedi yaşından beri ailesinin de desteği ile çok iyi bir okurdur. 1991 yılında İstanbul Üniversitesi Diş Hekimliği Fakültesi’nden mezun olmuştur. Evli ve iki çocuk sahibidir. En büyük ilgi alanı, kariyeri boyunca hep daha çok zaman ayırmak istediği edebiyattır.

Atama sonuçları belli oldu nihayet. Mecburi hizmete gideceğim yeri şimdilik yalnızca ben biliyorum. Annemin telefonunu açmıyorum ikidir çaldırıyor, evde yüz yüze konuşmak istiyorum. Hem babamdan destek almak için hem de mahzun bakışlarımla annemi yumuşatmak için. Tıp okumak istediğimi duyduğundan beri benimle mücadele halinde annem. Zor bir okulu kazanmaya çalışacak,  sonra kim bilir hangi şehirde okuyacak -neresi olursa gideceğimi biliyor- olmam onu delirtmeye yetiyordu. Bu aşamaları geçtik bitti, mecburi hizmetten uzmanlık sınavı kazanıncaya kadar kaçamayacağımı biliyor ve eve yakın, en kötü Türkiye’nin batısına yakın bir yere gitmem için dua ediyor. Bilse ki yani bilecek ki…

Annem bana çok düşkündür,  benden beş yaş küçük bir erkek kardeşim var, ona daha mesafelidir nedense. Hayatımız boyunca aynı evde yaşamamız gerektiğine inanıyor. Yalnızca evlenince ayrılabilirmişim bu evden, o da mümkünse fazla uzağa gitmeden. Annemin duygusal terazisi yanlış tartıyor oysa bizi, erkek kardeşim eve, rahata, aileye, paraya bayılıyor. Evlense bile bu evde annemle babamla oturur yani o derece. Bense yeni yerleri deli gibi merak ederim, yeni insanları, yeni yaşamları. Doktorluk aşkı on beş yaşında düştü içime, o günden beri çok çalıştım, zor hem de çok zor bir mesleğin beni beklediğini bile bile, bir gün bile öf demeden çalıştım. Şimdi öğrendiklerimi gösterme zamanı,  şimdi başka bir şehirde tek başıma bir hayat kurma zamanı, şimdi annemin ağlamaklı halini görüp onu avutup yoluma bakma zamanı.

Güneye çıktı tayinim desem ama güneyin biraz doğusuna.  Arkadaşların gidiyor ya hafta sonları yemek turuna, hani sen de hep istiyordun desem. Gelirsin arada kebap ve baklava yeriz desem. Ne desem ağlayacak, babama kızacak, sen niye engel olmadın diyecek, mimar olsaydın ya diye dönüp bana bağıracak. Ne dersen de anneciğim gidiyorum ve o kadar mutluyum ki.

Aynı ilin başka bir ilçesine tayini çıkan arkadaşımla uçağa biniyoruz, annemi gelmemesi gerektiğine zor da olsa ikna ettim. Ben yerleşeyim hele sonra gelirsin dedim. Bir dolu resmi daire işim var zaten. İl merkezindeki işleri halledip, meşhur kebabı da yiyip ayrılıyoruz arkadaşımla. Havaalanından gelirken bindiğimiz taksinin şoförünün verdiği bilgiye dayanarak yine bir taksiyle gidiyorum görev yapacağım ilçeye. İlçe sağlık müdürlüğünün merdivenlerini çıkarken bir an, sadece kısacık bir an, koşarak kaçmak geliyor içimden. Saçmalama diyorum kendime, saçmalama, ne güzel yer işte. Başlangıç için lojman benzeri bir yere yerleştiriyorlar beni, sonra müsait bir ev bulacağım, hastalarım beni çok sevecek, ben burayı çok seveceğim.

Burada yaşamak hem çok zor, hem çok kolay, belki bütün küçük kasabalar böyle, ilk deneyimim bilemiyorum. Ev bulmak zor (fazla talep olmadığından sanırım), elektrikçi, tamirci bulmak kolay. Market bulmak kolay, alıştığın ve burada lüks olduğunu anladığın şeyleri bulmak zor. Arkadaşım yok, evde beni bekleyen annemin pişirdiği yemekler yok, güvenlikli sitedeki güvenliğim yok, maaşım ve itibarım var. Doktorluk bütün zorluklarına rağmen belki de bu itibar yüzünden seviliyor hâlâ.

Arkadaşla buluşuyoruz bir hafta sonu yine ilde. Mozaik müzesini gezelim diyor, ilgimi çekmez böyle şeyler ama çok da yapacak bir şey yok. Hem annem gelirse onu da götürürüm, bir öğreneyim önce. O gerçek bir sanatseverdir, çocukken beni müze müze gezdirmiş, belki de şimdi bu kadar mesafeli olmama o sebep olmuştur. Avrupa’da sanatla ilgili bir şey okumamı istedi hep, kendi de arada gelip gidecek, gençliğinde yapamadığını benim üzerimden telafi edecekti. Uzakta olmam onu ne kadar üzecek olsa da “Kızım Paris’te sanat tarihi okuyor” demek paha biçilemez olacaktı. Pısırık deyip durduğu babamdan da kaçmak için bahanesi olacaktı. “Doğunun Paris’indeyim” dedim diye geçen gün telefonu yüzüme kapattı. Benim buradaki hayatım onun iki günden fazla tahammül edebileceği bir şey değil eminim.

Zeugma büyüledi beni.  Dalıp dalıp gittim bu görkemli mozaikler karşısında.  Arkadaşım bile şaştı halime, o dışarı hava almaya çıktığında ben karanlık odadaki Çingene Kız mozaiğinin önünde donup kalmıştım. Gerçek eser karanlık bir bölmedeydi ve o güzel suratın karşısında flaşınızı patlatamıyordunuz. Floransa’da gerçek Davut heykelinin kapalı yerde oluşu, turistlerin önünde fotoğraf çekip durdukları heykelin çakma olduğunu öğrendiğim an gibi bir hisse kapıldım. Her sıradan faninin fotoğraf makinesiyle eskitilemeyecek kadar güzeller çünkü. Mozaiklerin bulunduğu kazı alanı çalıştığım ilçeye çok yakınmış. Hatta o civardaki köylüler, tarlalarını kazarken zaman zaman yeni mozaikler çıkarmış ortaya. Müzede öğrendim bunları, annem gelince anlatır gözüne girerim biraz. Doktorların da sanattan anlayabileceğine ikna olur belki. Gerçi artık anlasa ne anlamasa ne, ben koca bir pişmanlığım onun gözünde şimdi kardeşime sarmış durumda. Zavallı babam, kendini ve oğlunu kurtarabilecek mi bu baskıcı kadından bilemiyorum.

Ben Çingene Kızı’nın gözlerinde kendi gözlerimdeki ışığı gördüm, herkes hüzünlü baktığını sanıyor ama bence değil. Biliyorum der gibi bakıyor, şehirler yıkılıp yanacak, yerine yenileri kurulacak, isimler Zeugma’dan Belkıs’ a dönecek, bir gün beni bulacaksınız toprağın altında. Öyle muhteşem olacak ki çıkışım, beni bir daha kimse toprakla buluşturamayacak. Yüzümü karanlığa gömemeyecekler. Üç yüz metrekarelik bir taban mozaiğinin köşesinden bize bakan bu güzel yüz, bana bir kez daha haklı olduğumu söylüyor. İyi ki sevdiğim mesleği seçtim, iyi ki buraya geldim. Ne kadar zor olursa olsun, kendi hikâyemi kendim yazacağım. Bütün genç kadınların yapması gerektiği gibi.