Cem Özel

Zeyno’nun Çiftliği

Kendi hâlinde bir kitap kurdu. Kitaplarla Lise 1’de Kartal Lisesi’nde bir edebiyat öğretmeninin zoruyla tanışmış. İyi ki de tanışmış.
Ömrünün 2000-2006 yılları arasına denk gelen altı yılını, içinde Müge İplikçi, Elif Şafak, Murat Belge ve Fatih Özgüven gibi bolca yazarın bulunduğu İstanbul Bilgi Üniversitesi’nde, sonrasındaki on beş yılını da Sabancı Üniversitesi’nin Bilgi Merkezi’nde geçirmiş ve geçirmeye devam eden Özel, yıllar geçtikçe mesleğine âşık olmuş, çokça kitap okumuş, okuduğu kitapların birikimiyle de içindekilerini "BBY Haber Portalı" isimli mesleki sitede, Abbas Güçlü’nün yönettiği Türkiye’nin en büyük eğitim portalı olan Eğitim Ajansı’nda ve son olarak da Müge İplikçi’nin öncülüğünde çıkan Mikroscope dergisinde elektronik kâğıda döken biri. Öykü yazmayı da çok seven Özel, "COS" başlıklı bir öyküsü “Öykü Gazetesi”nde yayımlanınca o gün heyecandan sabaha kadar uyuyamamış.
Sabancı Üniversitesi İnsan Kaynakları biriminin organize ettiği "Hobi Atölyesi" kapsamında iki yıldır bir kitap kulübü koordinatörlüğü de yapan Özel, kitap okuma aşkını herkese bulaştırmaya kana kana and içmiş bir kitap elçisi.

Hüzünlü türküler bana güç veriyor. İşte onlardan birinden kısa bir kesit:

Ocağım söndü nasıl beladır
Bırakıp gitti bu ne devrandır;
Dünya gözümde kerbeladır
Allah’tan bulasan

Babam öldü benim. Daha bu sabah. 2024’ü görmeye 15 gün kala. 

Yeni bir yıla onsuz girmek…

Anneni mi yoksa babanı mı daha çok seviyorsun diye sorduklarında hep “Annemi,” derdim, ta ki babam ölene kadar. Nedendir bilmiyorum. Acaba yeterince sevmediğim için bir pişmanlık mı? Anne varken baba sevilir miydi? Sevilseymiş keşke. Küçükken rüyamda babamın öldüğünü görmüştüm ve çok üzülmüştüm. Uyandığımda “Baba,” diye yanar tutuşur olmuştum. Sonra eski alışkanlık devam etti. Ben yine annemi sevmeye devam ettim. Güzel bir işaretti aslında o rüya. Beceremedim babamı sevmeyi. 

Morga kaldırılırken, içimdeki yangını esprilerimle söndürmeye çalışıyordum. Ablamın kızlarına gidip, “Başınız sağ olsun, yakınınız mıydı?” dedim. Hem gülüyorlar hem de “Dayı susar mısın?” diye gözlerimin içine bakıp daha çok espri yapmamı bekliyorlardı. Susmadım. İçimdeki yangının ateşi gözlerime doğru yükseldikçe çevreme espriler yapmaya devam ettim. “Şu cenazeler de olmasa, birbirimizin yüzünü göremeyeceğiz.” Benden cesaret alan kuzenlerim, başlarından geçen olayları anlatıp esprilerime ortak oluyordu. Kuzenlerimden biri anlattı. Bir cenazede hiç görmediği yakınlarını görüp sarılan biri, birden şöyle deyivermiş: “En kötü günümüz böyle olsun.”

İşte cenazesi. Aile kalabalık olduğu için ve evin en küçüğü olduğum için cenaze işleriyle ben alakadar olmadım. Evin büyükleri ne güne duruyordu. Ağlamak desen, onu da ablamlar yapıyordu zaten. Bana düşen ise sadece bir seyirci gibi cenazeyi uzaktan izlemekti. Başın sağ olsun dilekleri, evin en büyüklerineydi.

Bu boşlukta bana gözlem yapmak düştü. Avluya gelenlerin çoğu, görevi kötüye kullanarak kendi grupları içinde cenaze sahiplerini kollayarak küçük espriler yapıp gülüşüyorlardı. Ters gibi en kıyak espriler de o an gelir insanın aklına. Yapsan olmaz, yapmasan olmaz. Siyaset de az konuşulmuyordu hani. Cenazelerin birden fazla yüzü olur. Bir yerde cenaze sahiplerinin tarifsiz acıları ve oraya gelenlerin hepsinin de onlar kadar üzüldükleri hissi, öte yandan cenazenin birinci dereceden yakınları olmayışı sebebiyle yaşadıkları rahatlık hissi. 

Ben de bu durumda çok bulunmuştum. O yüzden insanlara çok görmüyorum. Eş dost cenazelerine giderken, insanın gözü uzun zamandır görmediği tanıdık simaları arar. Yüz ifadelerinden, önce acılar paylaşılır, sonra hâl hatır sorulur ve arkasından normal sohbetler açılır, tabii cenaze sahiplerini de kollayarak. Gülmemek gerekir. Ayıptır çünkü. Cenaze namazı başlayana kadar karınlar acıktıysa, hava da soğuksa bir şeyler atıştırmak için yakınlarda bir yerlere gidilir. Zaman kollanır ve vaktinde yeniden avluya doğru yol alınır. Cenaze namazında ön saflarda olmaya dikkat edilir, özellikle cenaze sahiplerine de görünülür ki, cenazeye katılanların çetelesi tutulduğunda hesapta biz de olalım diye. Hatta namaz biter bitmez büyük bir telaşla tabuta omuz vermek için çaba harcanır. Bir kere omuz verildikten sonra, koltuk sevdası misali başkalarına devredilmez. Cenaze aracına kadar canla başla eşlik edilir tabutun altından.

Eğer zaman uygunsa ve mezarlığa da gidilecekse, bir telaş da orada başlar. Aracınız varsa, başkalarını da alıp dörtlersiniz arabayı. Cenazeye gelirken açık olan radyonun sesi, arabaya binildiğinde otomatik açılınca, sesi hemen kısma telaşı olur. Kimsenin ağzını bıçak açmaz. Mezarlıkta da el atılır tabuta, çukura kadar. Sonra kürek mahkûmu olmak ister insan, gönüllü olarak. Bir yandan da , kürek saplarından korunmak için kafalara dikkat edilir. Kürek elinize geçtiğinde ise bir telaş kaplar insanın içini. Acaba becerip küreği doldurabilecek miyim diye. Nefes nefese kalındığında ise insan yan gözle, kürek nöbetini devralacak olan arkadaki insancıklara bakar. Neyse ki sözsüz iletişimde, arkadaki kişi devralır küreği. 

Mezarlığın üstü çatı şeklini aldığında düzlüğe çıkılır ve cenaze sahiplerinden muhatap olacağın kişiye gidip tekrar bir başsağlığı dilersin ve şöyle bir diyalog geçer aranızda. 

“Tekrar başın sağ olsun kardeşim.”
“Sağ ol kardeşim.”
“Bir ihtiyacın var mı, bak lütfen söyle.”
“Çok teşekkürler. Sağ ol, var ol.”

Babam, geride kalan çocuklarına miras olarak bir çiftlik bıraktı. Çiftliğin girişinde kendisinin ve annemin olduğu bir fotoğraf vardı. Kimsenin onun için kavga etmeyeceği bir çiftlik. Adı Zeyno’nun Çiftliği. Umarım kardeşler olarak, bu adı taşıyan Whatsapp grubunu hiç kapatmayız.