1974, Ankara doğumlu. Boğaziçi Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı bölümünden 1997 yılında, İstanbul Üniversitesi İspanyol Dili ve Edebiyatı bölümünden ise 2018’de mezun oldu. Yüksek lisansını Eğitim Yönetimi ve Denetimi alanında yaptı. İngiltere, İspanya ve Arjantin’deki çeşitli dil okullarında eğitim aldı. 2017 yılında Cambridge Üniversitesi’ne giderek İngiliz edebiyatının farklı dönemleriyle ilgili derslere katıldı. Türkiye Yayıncılar Birliği tarafından düzenlenen editörlük, düzeltmenlik ve lektörlük programlarını tamamladı. 2001’den beri öğretim görevlisi olduğu Marmara Üniversitesi Yabancı Diller Yüksekokulu’ndaki görevini sürdürmektedir. Kendisi aynı zamanda üç Javier Cercas romanına emek vermiş, çiçeği burnunda bir çeviri editörüdür.

Yazmasaydım olmazdı, İstanbul Şehir Tiyatroları’nda bu yıl iki muhteşem kadın oyunu izledim: MELEK ve YAFTALI TABUT. MELEK yüreğimi dağlarken YAFTALI TABUT zihnime fazla mesai yaptırdı ama ikisi de “kadın” temalı olduğu için, Türkiye’de şu ara iyice yok sayılmaya çalışılan kadını ikisi de ön plana koyduğu için, seçim araçlarında bile sadece bir gölgeden ibaret olan kadın adayların maruz kaldığı muameleye inat, ikisi de kadını esas aldığı için, bu oyunların hakkını teslim etmeli diye düşündüm.

 

(Kendi seçtiği soyadıyla) Melek Kobra ile tanışmamızın, sıfat bulmada zorlandığım bir hikâyesi var aslında: Üç arkadaş, Suat Derviş’i ziyaret etmek için gittiğimiz Feriköy Asri Mezarlığı’nda yürürken denk geldik Melek’in mezarına. Narin bir gül dalı rölyefi ile aynı rölyefin altında, genç ve güzel bir hanımefendiye ait sepya fotoğraftan ibaret olan ve “Şehir Tiyatrosu Sanatkârlarından Melek / Ruhuna Fatiha / 1915-1939” diyen, yosun tutmuş bir mezar taşını fark etmemek imkânsız olurdu zaten. Mezar taşları en kısa gerçek öykülerdir aslında; bir insanın sadece ismini, yaşadığı dönemi, öldüğü yaşı ve mesleğini dillendiren fakat geriye kalan sayısız boşluğun doldurulmasını, kendisini fark edebilen gözlere bırakan, bilinçaltımıza gönderilen belki de en güçlü mesajlar… Melek’in tepesinde dikilen o zarif dikdörtgen betonun, o “Buradayım!” diye bağıran dilsiz taşın üçümüze de “Vay be,” dedirtmesi mesela, “meğer ne kadar genç ölmüş!” Mezarlığın orta yerinde yaptığımız hızlı bir Google araştırmasıyla görüyoruz ki, Melek’in oyunu İstanbul Şehir Tiyatroları’nda sahnelenmekteymiş. “Kadın bizi oyununa mı davet ediyor, ne?!?”

 

Kısacık, paramparça bir hayat onunkisi. O yüzden bırakın, Melek Kobra’nın hayatını anlatan oyundan da öyle bahsedeyim, parça parça: 

🌹 Tiyatro, sinema ve opera oyuncusu.

🌹 Dönemin ünlü kadın bestekârlarından Neveser Kökdeş’in halası.

🌹 1929 yılında Cumhuriyet gazetesinin açtığı bir güzellik yarışmasına katılmış ve birinciliği Feriha Tevfik Hanım’ın kazandığı bu yarışmada kendisi on üçüncü olmuş.

🌹 1930’lu yıllarda operet ve sinema oyunculuğu ile seslendirme yapmış. O günlerin çok ünlü opereti olan AYŞE’nin başrol oyuncusu Suzan Lütfullah’ın ölümünün ardından, Ayşe rolünü üstlenmiş. SÖZ BİR ALLAH BİR (1933) ve MİLYON AVCILARI (1934) adlı filmlerde rol almış.

🌹 İsmi o zamanlar “Darülbedayi” olan Şehir Tiyatroları’nda Toto Karaca, İsmail Dümbüllü ve Şevkiye May gibi isimlerle çalışmış. 

🌹 Muhsin Ertuğrul’un Kral Lear rolünü oynadığı oyunda, Regan rolünü oynarken ağzından kan gelmesi üzerine tüberküloz olduğu belirlenmiş ve sahnelerden uzaklaşmış. 

🌹 Tüberkülozla iki yıl mücadele etmiş ve iki ameliyat geçirmiş. Cerrahpaşa Hastanesi ve Yakacık Sanatoryumu’nda gördüğü tedavilerin ardından, 13 Kasım 1939 günü, henüz yirmi dört yaşındayken hayata veda etmiş. 

Tüberkülozla savaştığı Cerrahpaşa’daki odasında günlük tutmasaydı, o günlüğe bir sahafta denk gelinmeseydi, iki deftere eski Türkçe olarak yazılan bu satırlar merak edilip de günümüz Türkçesine çevrilmeseydi, Darülbedayi oyuncusu Melek’in bu dünyadan gelip geçtiğini, 2023 yılında kaç kişi bilirdi?

Darülbedayi’nin vefasına, Üsküdar Kerem Yılmazer Sahnesi’ne ve Yeşim Koçak’ın başarılı oyunculuğuna minnetle… 

🌹🌹

Türkiye’nin ilk kadın oyun yazarı, çevirmen, aktivist, devrimci ve Fatih Reşat Nuri Sahnesi’nde dostlarımla izlediğim YAFTALI TABUT isimli oyun sayesinde, -utanarak yazıyorum- şu yaşımda ismini ilk kez duyduğum olağanüstü kadın Fatma Nudiye Yalçı’yı da (1904, İstanbul – 1969, Sofya) unutmamak lazım.

Çarşaf ve peçenin altındayken bile sorgulamaktan bıkıp usanmadığı, sürekli okuyup yazdığı, Marx ile Engels’i tartıştığı için önce “şeytan” diye yaftalanan ve tabuta konulana kadar da farklı kelimelerle yaftalanmaya devam eden bir kadının, Fatma Nudiye Yalçı’nın hayatını anlatıyor YAFTALI TABUT. Bu -erilleştirilmiş- topraklarda yaşamalarına rağmen bağımsız olmayı başarabilmiş Suat Derviş’in ve Zabel Yesayan’ın gibi tıpkı, Fatma Nudiye Yalçı’nın üzerine de kürek kürek toprak atılmış belli ki. Ancak gerçeğin üzerine bırakılan örtü, sonsuza kadar orada kalamıyor işte.

 

Oyunu izlerken şunu da düşünmeden edemiyor insan: Gelecek yüzyıl -geçmişin tam aksine- kadınların yüzyılı olacak ve kendi kadınlarını yok sayan ya da ikinci sınıf vatandaş olarak gören, onların eğitim almalarını ve birey olmalarını önlemek için ellerinden geleni yapan, kadınlarından ölesiye korkan devletler; yeni dünya düzeninde asla yer alamayacak. Bunu öngörebilmek için de müneccim olmaya gerek yok.