Özcan Yılmaz

Herkes Anakaranın Bir Parçası

Vahşi Hayat – Richard Ford

John Donne meşhur şiirinin bir yerinde “Every man is a piece of the continent” der, haziran ayında Richard Ford’un Vahşi Hayat adlı romanının Türkçede basılacağını öğrendiğimde aklımda bu dize dolandım durdum. Carver ve Wolff ile arkadaş olduklarını öğrendiğimden beri Ford’un iyi bir çevirisinin yolunu gözlüyordum. Arada bir başka ülkelerde basılmış kitaplarının kapaklarını inceliyor, romanlarından birinin özgün dilindeki bir kopyasını Pandora’dan sipariş etmeyi ya da e-kitap olarak satın almayı düşünüp duruyordum. Ford geçmişte Türkçede basılmış ancak bu çeviriye artık sadece sahaflarda rastlayabiliyoruz. Neyse ki hayatımızın vazgeçilmez parçalarından biri haline gelmiş Jaguar Kitap sayesinde Richard Ford’un filme de çekilmiş olan Vahşi Hayat adlı romanı geçtiğimiz ay raflardaki yerini aldı. Tahminim ve ümidim, romanın hak ettiği ilgiyi görmesi ve yayınevlerinin gelecek programlarına aynı yazarın öbür romanlarını, öykülerini de alması.

Filmden söz açılmışken kısaca ona da değinelim. Paul Dano adlı sevdiğimiz bir aktörün ilk ve şimdilik tek yönetmenlik deneyimi. Sakin ve duru bir anlatımı tercih eden Dano’nun filminden çarpıcı doğa manzaralarını en çok hatırlıyorum.  Montana’nın kendine özgü doğasını ve öykünün geçtiği zamanı etkileyici bir biçimde aktarmıştı. Anneyi oynayan Carey Mulligan’dan özellikle çok iyi performans almıştı. Babayı canlandıran Jake Gyllenhaal da karaktere farklı bir kişilik katmıştı. Elbette filmin ön plana çıkan oyuncusu delikanlı rolündeki Ed Oxenbuld idi. Önemli festivallerden eli boş dönse de film ilgi uyandırmıştı, sakin, sessizce akan filmleri sevenlere öneririm. Bu yazıyı yazdığım an itibariyle BluTV’den ve muhtelif başka mecralardan izlenebiliyor. Kitap elbette filmden çok farklı, hatta yazar filmin haklarını yönetmene devrederken şöyle demiş, Filmin senindir, romanım benim. Onunla dilediğin filmi çek, romanı arkanda bırak, yoluna çıkmasına izin verme. Tam da yazarın zihnimde canlandırdığım imgesine uygun bir yanıt. Böyle olunca elbet, yazarı bir dost olarak görür, eserine daha fazla şans veririm. Adil olmadığının farkındayım ama gerçek bu.

Roman on altı yaşında bir delikanlının ağzından anlatılıyor ve daha ilk paragrafta hikâyede olup bitecek en önemli şey açık ediliyor. Bu tavra da bayılırım. Kitapları okumaya sonundan başlayanlara harika bir yanıt. Delikanlı, anne babasıyla birlikte yeni bir şehre taşınıyor, yeni okul, yeni bir coğrafya. Hem anne hem baba üniversite okumuş ancak ikisi de okudukları bölümle ilgili bir meslek sahibi değiller. Baba golf öğretmenliği yapıyor, anne ise en azından romanın başında evde kocasını bekliyor. Bu kadarcık mesele tüm romanı taşımaya yetiyor. Yola çıkışların basit ve küçük olmasını severim, hem gerçeğe böylesi daha uygun hem de sonrasında olacaklar için bana kalırsa daha fazla imkan açıyor. Sonrasında birçok şey oluyor, belki bazılarına göre çok az şey ama bence yeterince fazla, hikâyeyi sonuna dek merak etmemize yetecek ve son satırları okuduktan sonra gönül rahatlığıyla kitabı kapatmamızı sağlayacak kadar.

Sizi bilmem ama ben bir kitabı okurken müzik dinlemeyi çok severim. Yeni şarkılar keşfetmeye çalışırım, çalma listeleri hazırlarım. Listemdeki bazı şarkılar yepyenidir, kitapla birlikte onlarla tanışmışımdır, bazılarıysa ölümsüzdür, ömrüm yettikçe onları tekrar tekrar dinleyeceğimi bilirim. Kitapla şarkılar arasında kurduğum bağlar bana özgüdür, çoğunlukla benden başka çok az kişi seçimlerimi uygun bulur, bazıları şiddetle itiraz eder, gerekçelerini yumuşakça dinler ve mümkünse onlara bir kahve ısmarlarım, şu dünyada lezzetli bir kahvenin çözemediği bir anlaşmazlığa henüz rastlamadım. Herkes bilir ki ya da bilmiyorsa eninde sonunda öğrenir ki bizi zenginleştiren, eğer izin verirsek, başkasına ait fikirlerdir.

 

Vahşi Hayat için seçtiğim şarkıların başında Matt Elliot’un The Broken Man adlı albümün üçüncü şarkısı, Dust Flesh and Bones yer alıyor. Bu gencoyu içinde olduğumuz sene keşfettim. Oysa kendisi doksanların ortasından beri müzik yapıyormuş. Bazen böyle olur, sevdiğiniz kişiye olması gerekenden çok sonra denk gelirsiniz. Başkalarıyla birlikte yer aldığı projelerden sonra kendi ismiyle epey albüm çıkarmış. Seçtiğim şarkının yer aldığı albüm 2012 tarihli. Kim bilir neler yaşadı da böyle bir şarkı, dokuz dakika on yedi saniyelik bir uluma besteledi. Listemde yer almasının sebebi delikanlımızın yeni şehre, okula, yanan dağlarla ve yabancı suratlarla çevrili bir coğrafyaya adım attığında hissettiği kaçınılmaz yalnızlık hissi. Ve elbette “bazen kalbimizin öyle derinden yaralanması ki ulumanın bile acıyı dindirememesi.”

https://www.youtube.com/watch?v=G1OAcqeamhM

İkinci şarkıysa ölümsüz olanlardan ve tekrar tekrar dinleneceklerden. Başarı diye bir kavram şu ışık hızıyla çöküşe giden dünyamızda bunca parlarken ve onun için giyinip onun için soyunurken ve beklediğimiz şey hiç gelmediği sürece, bu şarkı dünyanın her yerinde her anında dinlenmeye devam edecek. Bilenler bilir, özgünü kadar hoş bir cover’ı vardır bu şarkının ve romanı okurken hem babanın hem annenin içlerinden bu şarkıyı mırıldandığını hayal edip durdum.

Üçüncü şarkı Hollanda yöresinden geliyor ve sözlerinden hiçbir şey anlamadım ama romanı okurken hissettiğim bir duyguya öylesine yakın buluyorum ki, kendisini listeye almadan edemedim. Özgür olmanın ne kadar güç olduğu bu his. Belki de demek istediğim özgür biri gibi hissetmektir. Filmde en çok rahatsız olduğum şey kadının özgürlük arzusundan kaynaklanan sıkıntısının ve basmakalıp önyargılara karşı kendince direnmeye çalışmasının yeterince verilememiş olmasıydı. Romanı okuyan ya da filmi izleyen çok kişi annenin yaptığını sorgulayacak ve kaçınılmaz bir biçimde yargılayacaktır. Bu o kadar normal ki. En anlaşılır tepki. İşte seçtiğim şarkıdaki gibi olan bazı sesler bunu kulağımızın içine öylesine harika bir şekilde yuvarlar ki neler olup bittiğini anlamadan kendimizi annenin yanında buluveririz.

Kathleen benim için özel bir isim. Hem şarkıdan dolayı hem söyleyenden hem tınısından hem bana anımsattıklarından ötürü. Romanda tarif edilen kadın çok güzel. Yakışıklı erkeğe vuruluyor. Anne baba olduktan sonra aslında yakışıklı ve güzel, birbirlerine çok yakışan bir çift olmaya devam ediyorlar. Ne var ki, romanın bir yerinde kadının oğluna söylediği gibi, Anne babanın bir zamanlar anne baban olmadığını bilmek güzeldir herhalde. Bu şarkıyı her dinlediğimde güzel bir kadına rastlamak ve ona kapılıp gitmenin nasıl bir his olduğunu hatırlıyorum.

Blaze Foley talihsiz bir country şarkıcısı. Onun da kendine ait bir filmi var ve oradan öğrendiğim kadarıyla kısa ama yoğun bir yaşantısı olmuş. Büyük Amerika rüyasının az anlatılan ama anlatıldığında genelde hakkı verilen yerlerinde büyümüş. Romandaki babanın evi bir süreliğine terk etmek istemesi ve döndüğünde her şeyin bıraktığı gibi olmadığını görmesi bana bu şarkıyı anımsattı. Her baba, (bence bu cinsiyet meselesi de değil, yıllar erkeklere baba olmayı çeşitli sebeplerden ötürü layık gördüğü için bu böyle) evini terk ettiğinde ya da terk etmek istediğinde, döneceği zaman hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını bilir. Bunu göze alarak gider. Yine de her döndüğünde gördüğü manzara hiç hoşuna gitmez ve kendinden başka herkesi suçlar. Suçlama bittiğinde eğer hayatta kalmışsa en zoru başlar, kendisiyle ve o terk ettiği herkesle birlikte yaşama deneyimi. Belki tatsız ama toplanması, silinmesi ve yeniden örtülmesi gereken bir yemek masası kadar gerçek.

https://www.youtube.com/watch?v=BfCqDqgjI3I

PJ Harvey bin yıl önce doğmuş olsaydı muhtemelen ömrü bir yangının içinde sonlanırdı. Bugün ozan dediklerimize geçmişte cadı deniyordu ve o zaman büyüden ödleri kopan kimselerin genleri bazı yerlerde yaşamaya devam ediyorsa ve bunun maalesef ilk elden tanığı biz olsak da şükürler olsun ki dünyamızın bazı yerlerinde büyücüler soluk almaya ve üretmeye devam ediyorlar. Romanımızdaki anne Jeanette isminin Lottie olmasını istiyor. Bir şarkıcı ismi diyor. Ve sözü ben devralırsam, aynı zamanda bir dansçı ismi. Ya da cadı. Ya da herhangi bir hayalci. Tıpkı seçtiğim şarkıda kulağımıza fısıldayan PJ Harvey gibi. Fısıldıyor ve soruyor, Hepsi bu kadar mı? Bir yangını seyretmeye gittiğinizde ya da bir sirki ya da solmayan mahkûm bir aşkı, içimizden sürekli sorduğumuz hep aynı soru, Hepsi bu kadar mı. Jeanette kocasının peşinden, onun hayalleri, aldığı riskler uğruna şehirden şehre dolanıp dururken, yanı başında tek oğlu ve çevresinde çıplak kollarını, elbisesinin ucundan görünen bacaklarını, mayosunun kapatamadığı yerleri dikizleyip duran erkeklerin arasında bir başınayken kendi kendine sorduğu o mühim soru: Hepsi bu kadar mı. Romandaki Warren’ın dediği gibi, Nereye düşeceklerini görmek için bir şeyleri havaya atıyordu Jeanette. Jerry, kadının kocası, evden öyle çekip gittiğinde kalanların yerinden kımıldamamasını beklememeli. Ford’un en büyük başarısı, beni en çok etkileyen yönü, karakterlerine söylettikleri. O sözlerin içinde onlara dair her şey var. Böyle yapınca da kişilerin karaktere dönüşmesi öyle kolay oluyor ki.

Jeff Buckley, babasını ömründe sadece bir kez gördü. Sekiz yaşındaydı, babası ise yirmi sekiz. O doğmadan önce oğluna hamile kadını terk etmişti. Müzik yapmak istiyordu ve hayalinin peşinden gitti. Bir kısmını gerçekleştirdi ama söylenenlere göre oğlunu ve annesini terk etmenin acısını hep içinde taşıdı. Onlar için yazdığı şarkıyı ilk albümünde yayınladı. Oğlunu ilk ve tek defa gördükten iki ay sonra aşırı dozdan öldü. Cenazesine ne Jeff ne annesi çağrıldı. Yıllar sonra babası için yapılan anma konserine şarkı söylemesi için çağrılan Jeff listemdeki şarkıyı seçti, babasının ondan söz ettiği yegane şarkı. Derler ki, şarkının sonunda Jeff gitarının tellerini koparıp müzik olmadan şarkı söylemeye devam etmiş. Henüz ünlü değilmiş, orada bulunmasının tek sebebi ölen biyolojik babasına elveda deme, ona saygılarını sunma fırsatıymış. Sahnede Jeff’i görenler, babasına olan korkutucu fiziksel benzerliğine ve ölüler diyarından gelmişçesine ince sesine tanık olmuşlar ve hayalet görmüş gibi ürkmüşler. Bir daha asla o şarkıyı çalmadı Jeff. 3 yıl sonra kendi albümünü yayınladı, şarkıları büyük bir ilgiyle karşılandı, dilden dile ulaştı, babasından bile daha fazla ticari üne sahip oldu. Ancak efsane olması için 3 yıl daha geçmesi gerekti. Bir mayıs ayının son perşembesinde arkadaşıyla birlikte Mississippi nehrine girdi yüzmek için. Kıyafetleri üzerindeydi ve şarkı söylüyordu. Jeff’in bedeni altı gün sonra o nehirden karaya çıkarıldı. Bir turist tarafından görülmüştü vücudu, kanında ne alkole ne uyuşturucuya rastlandı. Neredeyse anında efsanelerin arasına karıştı. Bir söyleşisinde Jeff babasından nefret etmediğini ama kendi yaptığı müziğinin onun isminin yanında değerlendirilerek önemsizleştirilmesine sonuna dek direneceğini söylüyor. Bir sanatçı olarak ona saygı duyduğunu ancak onun gerçek babası olmadığını da. Yarattığı büyük şeyleri yaşattığı utancın önünde tutacağını da.

https://www.youtube.com/watch?v=DcCU_Lyih20

Yanan bir ev hiç görmedim. Oysa Pamuk çocukluğunda yazları boğaza gider, yanan yalıları izlermiş arkadaşlarıyla birlikte. Belki de yalnız, tam hatırlamıyorum. Yalnız olması daha muhtemel. Bu bir yaz eğlencesiymiş. Bazıları çekirdek falan çitlermiş yangının karşısında. Alevlerin o koca evleri ve onca hatırayı küle çevirmesine biraz merak, biraz da, başımıza gelmediği sürece felaketlerin karşısında çoğumuzun kapıldığı o aymazlıkla izlerlermiş. Tindersticks kutsalımdır, elbette bu konu hakkında bir şarkısı olacaktı. Üstelik filmin temasına da çok yakışıyor. Jerry erkeklikten gelen bir gururla karısına baktığında, romanda yazmayan ama benim ona yakıştırdığım bir dize geçtiğini düşündüm aklından, Dünyada hiçbir kadının beni istemediği gibi hissettiriyorsun bana.

Dünyanın çok uzak bir köşesinde, hiç gitmediğim, gitmemin bundan böyle çok zor olduğu bir köşesinde, acı çeken bir pamuk işçisi yazgısına ağıt yakar ve okyanusları, on yılları aşar önüme gelir. Çeşitli biçimlerde ve seslerde ve yorumlarda. Müziğin sihri biraz da burada yatar. Biri ilk notayı havaya üfürür, onu taşıyan rüzgâr tüm dünyayı ve zamanı dolaşır durur. Listemdeki ölümsüz yorumlardan biri daha olan, öksüzlüğün şarkısı romanımıza da yakışıyor. Ford benimle aynı fikirde olur muydu bilmem ama bu yorumdaki sesin tınısı Jerry ve Jeanette’in oğulları Joe’nun hislerine tercüman oluyor sanki. Özellikle sonlara doğru gelen şaşkınlığı, büyüklerin dünyasında yolunu, doğruyu bulma çabasına, evinden çok uzakta oluşuna, geriye ev diye bir şeyin kalmamasına şarkı cuk oturuyor.

https://www.youtube.com/watch?v=7Eh6_FFUSg4

Adil olmayan bir dünyada yaşıyoruz ve bunun değişmeye hiç niyeti yok. Joe annesini zengin bir adamla öpüşürken gördüğünde iliklerine kadar bunun farkına vardı. Romanın en uzun bölümünün varmak istediği yer olan o öpücük ve gerisi aynı zamanda metnin zirve anını oluşturuyor. Yine çok iyi çizilmiş, anlatılmış Warren karakterinin o ana dek ihtiyatlı tavırları, o andan sonra yavaşça kaynayan sabırsızlığı ve sondaki çözülüşü muazzam aktarılmış. Sınıflar arası ilişkilerde her zaman adil olmayan bir taraf olur. İki tarafın da farkında olduğu bir yandır bu. İki taraf da ne verebileceğini ve karşılığında ne alabileceğini çok iyi bilir. Buna tanık almak zorunda kalan Joe’nun çıkışsızlığı ve hayal kırıklığı öyle ya da böyle hepimizin bu eşitsiz dünyada tecrübe ettiğimiz veya deneyimleyeceğiz bir şey. Cure grubu birçok hit yaptı, seveni çok, herhangi bir eğlence mekânında şarkılarından birinin yorumu kulağınıza çalınabilir. Ama sanırım ben en çok bu şarkılarını seviyorum, söz ettiğim çıkışsızlığı bana en çok hissettiren şarkı olduğu için olabilir.

https://www.youtube.com/watch?v=y–VoZWyXmg

Jeanette kendi evinkinden başka bir salonda dans ettiğinde bu şarkı mı çalıyordu, bilinmez ama bir çaça olduğu kesin. Oğlunun dansı becerememesi ve onun yerine çağırdığı yaşlı adamın bu işin üstesinden kalkması, hem de aksayarak, Dans edebilen bir adam, milyonda bir, harika değil mi? Çocuğun bu dansı daha fazla seyretmemek için adamın yatak odasına gitmesi, çekmecesindeki silahı bulması. Bu tür detaylar, bence, bir romanı tekrar tekrar okumak istememize yeter. Buradan çok şey çıkarılabilir çünkü. Güzel, büyük bir eve sahip, yalnız ve zengin bir adamın çekmecesinde silah bulundurmasından doğal ne olabilir ki? Sahip olduklarını almak isteyenlere karşı kullanabileceği bir araç. Ve romanın ilerleyen bölümlerinde söyleyeceği gibi, Seni vurabilirim ve kimse de bir şey diyemez. Hatta muhtemelen memnun olurlar. Statü farkının bu kadar zalimce yüze vurulduğu az metin okudum. Ne yazık ki bu güzelim konuşmaların neredeyse hiçbiri filmde yer almıyor. Ama işte, filmin kendine ait bir dünyası var, demek Dano’nun romandan aldıkları benimkilerden farklı.

https://www.youtube.com/watch?v=HoOA2xZ-deI

Richard Ford disleksi olduğu için yavaş okurmuş ve bunun yazar olmasına faydası olduğunu belirtmiş. Yavaş yavaş ve düşünerek okurdum, diyor bir söyleşisinde. Günümüzün açgözlüce okuma ve yazma kültürüne incelikli bir karşıtlık. Kendim de açgözlü ve maymun iştahlı bir yazar ve okur olarak daha yavaş okumayı ve yazmayı deneyeceğim. Okumak için bu mümkün olabilir ama yazmak hakkında bu kadar kesin konuşamam. Ne diyordu şu meşhur şiirde, No man is an island/entire of itself. Sadece benim bildiğim iki kitap adı, sayısız şarkı ve film başlıkları çıkarmış bu şiir, bana kalırsa geldiğimiz yeri hakkaniyetle işaret ediyor. Hiçbirimiz tek başına değiliz, bütünün parçalarıyız. Vahşi Hayat’ı okuduğumda ve onun için bu şarkıları hazırladığımda bir kez daha fark ettim ki, hiç tanımadığım insanların, tanımaya imkanımın olmadığı ve artık gerek de duymadığım kimselerin, ürettiği eserler bana ait bir bütün oluşturuyorlar gün gün. Umarım bu yazıyı okuyanlar için de aynısı olur.