1966 yılında İstanbul'da doğdu. Üniversite eğitimini İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde tamamladı. Boğaziçi Üniversitesi'nde aynı bölümde başladığı yüksek lisans eğitimini tez aşamasında bıraktı ve yirmi altı yıl sürecek iş hayatına geçti. Şimdilerde fotoğraf çekmek, öykü okumak ve yazmak, film izlemek ve filmler üzerine yazmakla uğraşıyor. Aşk Ağustosta Güzeldi isimli ilk kitabı 2020 yılında yayınlandı. İFSAK üyesi, ifsakblog, perasinema ve Mikroscope'ta yazıyor.

Fotoğrafçı çocuklar atölyesini ilk kez 1999 Marmara Depremi’nden sonra duymuştum. İzmit’te çocuklarla fotoğraf çalışmaları yapılmıştı. Birer haftalık grup çalışmalarında, deprem yaşanan bölgelerde çocuklarla fotoğraf atölyeleri yapılıyordu. Her atölye sonrasında fotoğrafların üretildiği geçici yaşam alanlarında sergiler açılıyordu. Bu sergiler yurt içinde ve dışında tekrarlandı. Sergi fotoğraflarını içeren kitaplar yayımlandı. Bir sempozyum düzenlendi ve bir metodoloji kitabı yayımlandı. Bu çalışmaların başından itibaren yer alan Özcan Yurdalan’ın koordinasyonunda 6 Şubat depremi sonrasında başlayan çalışmalar Samandağ ve Nurhak’ta devam etti. 

Fotoğrafçı Çocuklar Atölyesi’ni kimler mi gerçekleştirdi? Bir grup gönüllü. 

Bugün o gönüllülerden biri de benim. 6 Şubat’tan sonra ne yapabilirim diye düşünürken, gelen bir telefonla ben de gönüllüler grubuna dahil oldum. Yapmaktan en çok zevk aldığım şeylerden ikisiyle; fotoğraf ve yazıyla. 

Ben ve benim gibi gönüllü arkadaşlarımın çalışmaları, çocukların özgür ifadelerini, yaratıcı yaklaşımlarını desteklemek amacıyla yol aldı. Hayatlarının deprem sonrasındaki bu dönemindeki yaşantılarının kaydını bizzat kendileri oluşturdular.

Çalışmaları gerçekleştirmek için, üzerinden bunca zaman geçmiş olsa da deprem yaralarıyla dolu kalplere dokunmak için önce bizim eğitilmemiz gerekiyordu. Bu çok hassas konuya nasıl yaklaşacaktık?  Eğitmenlerin eğitimine Özcan Yurdalan’ın rehberliğinde oyunlarla başladık. Aslan olduk, kaplan olduk, ormanda koştuk. Fotoğrafın temeli ışığı anlamak için duvarlara yapıştırdığımız kâğıtlara profillerimizi çizip, yapmaktan en zevk aldığımız şeyleri yazdık. Hem eğlendik, hem öğrendik. Sahaya çıkmadan önce fotoğrafın düşünceyle ne kadar ilgili olduğunu konuştuk. Çektiğimiz fotoğrafın makinayı elimize almakla başlamadığını, öncesinde düşünce/düşünceler barındırdığını konuştuk. Gönüllü arkadaşlarımızla imece usulü bas-çek fotoğraf makinalarını, fotoğrafları basmak, sergiye hazırlamak için yazıcıyı aldık. Biz, birbirini tanıyan, tanımayan ama çocuklarla birlikte kalbini fotoğrafa veren kocaman bir aileyiz.

Samandağ’da çadır kentte ve prefabriklerde başlayan çalışmalara 6-14 yaş grubundan 108 çocuk, Nurhak’ta ise 54 çocuk katıldı. Birer haftalık atölyelerin sonunda Samandağ’da çadır kent ve prefabriklerde yedi sergi, Nurhak’ta dört sergi açıldı. Fotoğraf çalışmalarının yanı sıra kadınlarla ahşap yontu, küçük deri eşya üretimi, dekoratif ahşap boyama, çocuklarla atık kâğıtlardan kâğıt dökme çalışmaları, büyüklerle yazıya giriş ve öykü atölyeleri yapıldı. 

Atölyelerde çocuklarla birlikte olmak, örneğin kolilerden yaptığımız camera-obscura’daki ters düşen görüntüyle eğlenmek, “hocam ters çevirsem görüntü düzelir mi” sorusuna çocuklarımızla birlikte cevap aramak, sonra beraber fotoğraf çekimine çıkmak çok keyifli bir süreçti. Daha da keyiflisi bir haftanın sonunda hep beraber sergi hazırlamaktı. Fotoğrafları önce çekenler seçiyor, sonra bizim seçimimiz devreye giriyor, serginin afişlerini genç fotoğrafçı arkadaşlarımız hazırlıyorlardı. 

Sergi olur da davetiye olmaz mı? Evet o da vardı. Davetiyeleri de onlar hazırlıyor ve dağıtıyorlardı. Bu aşamada afiş ve davetiyeler için renkli kartonlar kesiliyor, çocukların düş güçleriyle, özgürce hazırladıkları tasarımlar ortaya çıkıyordu. Bir hafta boyunca fotoğraflarını çektikleri sokaklarda, fotoğraflarını çektikleri yöre insanına davetiyeleri bizzat kendileri dağıtıyorlardı. “Sergimiz var. Bekleriz,” derken yüzlerindeki gururu görmek tüm yorgunlukları, acıları, üzüntüleri unutturan ilk adımdı belki de. 

Son gün ise fotoğraflar asılıyor ve işte bir haftalık yorgunluk o an gerçekten bitiyor, yerini hem sevince hem hüzne bırakıyordu. Hüzün niye mi? Bir haftalık yoldaşlığımızın sonuna geliyorduk da ondan. Yani en azından benim için böyle oldu ama yukarıda ne demiştim: “Biz artık kocaman bir aileyiz.” Eminim hepimiz için böyle oldu. 

Ben çalışmalara Ağustos ayında Nurhak bölümünde başladım. Sıcaktı, çok sıcaktı ama esiyordu da bir yandan. Çevredeki ardıç ağaçlarının süslediği toprak sarısı dağlar rüzgârda ve suda cömert davranıyorlardı. Köyler uzaklarda, ağaçların arasına saklanmıştı. Toz toprak sarısı da vardı etrafta. Ağaçların gölgesinde evlerin yerini çadırlar, prefabrik yapılar, inşaat kamyonları almıştı. Nurhak’ta sevgili Enis Rıza Sakızlı’nın başlattığı Çocuk ve Gençlik Yaşam Alanı çalışmasına Özcan Yurdalan’ın 28 Haziran’da yaptığı ziyaret ile başlayan çalışmaların ilk haftasında dört arkadaşımla beraber önce fotoğraf atölyesi yaptık, o bitince de büyüklerle yazıya giriş çalışmaları. Toplam bir haftada her gün sabah başladığımız çalışmalarımız on-on iki saat sonra bitiyordu. Genç arkadaşlarımızla sabah Nurhak Belediyesi’nin bahçesinde buluşuyorduk. 

Önce teorik bilgiler. Teorik bilgiler dediysem de öyle kitap kelimeleri değil, ellerimizle kadraj yapmak, kolilerden camera-obscura, aynalardan çiçek dürbünleri. Yaklaşık iki saat süren çalışmalardan sonra makinalar boyunlarda hadi sokaklara, evlere belki de. Onlar için iyidir belki ama şehir için hiç de iyi olmayan bir sosyolojik durum yaşanıyordu Nurhak’ta. Göç! Beraber fotoğraf çalıştığım genç arkadaşlarım belki de yarının Nurhaklı fotoğrafçıları olacaklar. Kim bilir belki iş olarak yapacaklar, belki de hobi olarak kalacak. Onların 2023’ün Ağustos ayında belgelediği Nurhak doğası ve halkı fotoğraflarla yeni nesillere taşınacak.

Bir hafta boyunca Nurhak’ta fotoğraf yaşamın içindeydi; belediye bahçesinden sokaklara, fırına, pastaneye, afişlerle dükkanların pencerelerine… Çocuklar, izin alarak fotoğraf çekmeyi, fotoğraf aracılığıyla ilişki kurmayı, fotoğrafı düşünmeyi deneyimlediler. Ben de onlarla beraber sapsarı tarlalara bakarak, dut ağaçlarının altında soluklanarak, kurumaya bırakılmış rengi sarıdan kahverengiye dönmüş dutlardan tadarak, belediye bahçesindeki bir hafta boyunca evim olan konteynırda uyuyup, sabah yakındaki fırının ekmeği, pidesiyle kahvaltımı yaparak unutulmaz günler yaşadım. 

Bir bahçede kömbe yapan kadının yanına ilişerek, kömbenin sobada pişmesini bekledik. Kömbe hamurunun sarısı, beyaz peynirle, kıyma ve domatesle renklenirken, orada nasıl fotoğraf çekebileceğimizi konuştuk. Bir mekâna, boynunda fotoğraf makinasıyla ilk kez girdiğinde nasıl davranacaklarını konuştuk. En güzeli konuştuklarımızı uyguladıklarını görmekti. Akşamın sekiz buçuğunda hava kararmışken, yanımıza gelip, “hocam fotoğraf çekmek istiyorum ama çekecek bir şey bulamıyorum,” diyen on yaşındaki genç arkadaşımı görünce nasıl da şaşırmış ve endişelenmiştim. Oysa o çok rahattı. Sokaklar evleri gibiydi. “Gece oldu artık, hadi evine, yarın sabah gel, çekime devam edeceğiz,” diyerek onu yolun karşısına geçirdim ve arkasından bir süre izledim. Evlerine konuk olduğum arkadaşlarla, ev yaşamının fotoğraflarını çekerken nelere dikkat edeceklerini konuştuk. Kurumaya bırakılmış, kabak gibi içi oyulmuş salatalığı ilk kez orada gördüm.

Bir hafta boyunca, içten duygular kelimelere döndü, misafirperverlik samimiyetle buluştu. Bunlar uzun zamandır bizim buralarda yaşamadığım duygulardı. Hoşçakal Nurhak, belki sapsarı dağların çiçeklendiğinde yeniden görüşürüz, belli mi olur!