Sakladığım, belki evimin bir köşesinde unutup bıraktığım ya da gördükçe bana güven hissi verdiği için inadına tozlu raflarda tuttuğum eşyalarımı anımsıyorum, Kezban’ın nadire kabinesini gezerken. Yeryüzünde gezip gören herkesin bağ kurabileceği türden bir yer burası. Derler ya hani, “Ne yapacaksın, çivi mi çakacaksın bu dünyaya?” diye; kendi çapında pekâlâ çivi de çakabileceğini gösteren türden. İçeride gezerken Kezban’ın yıllar içinde bağ kurduğu, yaşamdaki varlığını temsil eden, belki de bir yerlere kanca atıp bu dünyaya tutunmasını sağlayan ona ait birçok eşya görüyorsunuz. O bunu “nesneleri biriktirme duygusu” olarak tanımlasa da bende uyandırdığı hisler farklı oldu. Bir yere ait olma hissini, toprağında can bulmayı, belki de “ben de bu dünyada kök salmayı başardım” diyebilmenin, kendine bunu kanıtlamanın bir simgesiydi benim için.
Ruh verdiğimiz bedenlerimizin yolculuğu bir gün bitip bu dünyaya hoşçakal dediğinde, bizden geriye kalacak şeyler nedir, ya da var mıdır? Sorularımın cevabı oldu Kezban’ın dünyası… Yıllar içinde biriktirdiği nesnelerin her biri, kendi çapında yüklediği anlamlarla doluydu. Kezban’ı canlı bir şekilde hiç görmemiştim. Nasıl biri olduğunu, fiziksel özelliklerini, hangi yemeğini sevdiğini, nasıl bir ailesi olduğunu, ne iş yaptığını, nasıl insanlardan hoşlanmadığını ve daha birçok sorunun cevabını bilmiyordum. Ama oradan ayrıldığımda bildiğim tek bir şey vardı ki, Kezban bana bu dünyadan gittiğinde onunla birlikte gidecek şeylerin cevabını vermemişti zaten. Aksine, bir gün yaşamda bedenen var olmayı bıraktığında yeryüzünde onun hatıralarını ve ruhunu taşıyacak birçok nesneyi sunmuştu sergisini görmeye gelen herkese. Onun dünyaya bir nevi “çivi çaktım” deme tarzıydı bu. Oradan çıkan herkes, Kezban’ı hâlâ tanımıyor ama artık ruhen tanışıyordu.
Sayılı yıllar yaşadığımız, sadece belirli birkaç insanın hayatında yer edip gittiğimiz bu evrende, hiç görmediği insanlarla ruhen bağ kurmak, Kezban’ın başarabildiği bir şeydi. Eve döndüğümde, sergideyken biriktirdiğimi anımsadığım eşyalarıma bir kez daha baktım. Neden biriktirdiğimi bugüne kadar sorgulamamıştım. Asıl ilginç olan, biriktirdiğim şeylerin çoğunu Kezban’ın aksi bir düşünceyle biriktirmiş olmamdı. Çoğu, yakın arkadaşlarımdan hediye gelen, “kaybolursa ayıp olur” dediğim türden eşyalardı. Yani gönüllü olarak sakladığım bir şey yoktu. Saklamak bir kenara dursun, ben kendimi bildim bileli nesne biriktirmeyi sevemedim. Biriktirdiğim o tek tük eşyaların hiçbirini isteyerek biriktirmediğimin ayrımına varınca şunu düşündüm: Acaba ben hiç mi bu dünyada kök salmak, hatırlanmak istemedim? Kezban’ın yıllar içinde ilmek ilmek işlediği o hazinesinden bende eser yoktu. O biriktirdiği her nesneyle, hayata ondan geriye kalacak bir çiviyi daha çakarken, ben neden bu kadar gelip geçici olmak istemiştim? Ya da duvara saplayacağım çivilerimden mi korkmuştum? Belki de gittikten sonra “bu dünyadan bir ben geçti” demek gibi bir derdim hiç olmamıştı. Sonrasını hiç düşünmemiştim. Belki de hayatla kurduğum bağın temsili benim için böyleydi. Bu da hayata çivi çakmanın Ecemcesiydi. Kim bilsin…
Not: Sergiyi ziyarete gelen Ecem ve Evin’in yazdığı satırlar artık Kezban’ın Nadire Kabinesi’nde bıraktığı anı defterinde sonsuza kadar saklı…
Yer: Meshru İstanbul / Beyoğlu – Pera
30 Eylül’e kadar sanatseverlerle birlikte.