Berna Kuleli

Zaman Dediğin… Sonsuzluk ve Bir Gün

1966 yılında İstanbul'da doğdu. Üniversite eğitimini İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde tamamladı. Boğaziçi Üniversitesi'nde aynı bölümde başladığı yüksek lisans eğitimini tez aşamasında bıraktı ve yirmi altı yıl sürecek iş hayatına geçti. Şimdilerde fotoğraf çekmek, öykü okumak ve yazmak, film izlemek ve filmler üzerine yazmakla uğraşıyor. Aşk Ağustosta Güzeldi isimli ilk kitabı 2020 yılında yayınlandı. İFSAK üyesi, ifsakblog, perasinema ve Mikroscope'ta yazıyor.

 

Bazen aklıma zaman dediğin nedir sorusu takılıyor, hele yılın son günlerindeysek… Ruh halime göre yanıtlarım farklı oluyor. Sonsuzluk içinde yol alırken yaşadığım bir an ya da İstanbul’da gün kızıl mı kızıl batarken çay saati. Bugünlerde bir de düşüncelerime sahip olamıyorum. Tam bir akış halinde oradan oraya koşturuyorlar ve bendeniz de onların peşinde. Hani yıl sonu diye bir muhasebe yapılır ya, ben onu yapamıyorum. Olsun varsın bu yıl da böyle geçsin gitsin. Yeni sene bir yeniden doğumla gelsin. Planlar gözden geçirilsin, biten projeler rafa kaldırılsın, gerçekleşme ihtimali olanlara yeniden bakılsın, niyetler tutulsun derken benim özgür düşünceler gene uçuşuyorlar havada. Bunları yazmayı planlarken bir yandan da pencereden dışarıya bakıyorum. Kınalıada’nın arka kıyılarına doğru gemiler yol alıyor. Hava biraz bulutlu ise bu görüntü bana bir filmi hatırlatıyor. Tam da zaman ne demek, zaman kavramını nasıl algılıyorum diye düşünürken bu kez beni peşine takan düşünceler tutuyor mu Selanik’in yolunu… Hadi bakalım şimdi de oradan yaklaşık 100 kilometre kadar uzaklara Kerkini Gölü’ne gidiyoruz. Bütün bunlara sebep bilincimin akış halinde olması. Yazı, yıl sonu, zaman, deniz derken ünlü Yunan yönetmen Theodoros Angelopoulos’un yönetmenliğini yaptığı ve 1998 yılında Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye’yi kazanan filmi Sonsuzluk ve Bir Gün’de duruyorum. Birazcık bu filmden konuşalım. Benimkiler sonra daha Kerkini’ye gideceğiz diyorlar. Gidelim bakalım…

 

Sonsuzluk ve Bir Gün / Angelopoulos ve Alexander

“Zaman dediğin büyükbabama göre plajda beştaş oynayan bir çocuk.”

Filmin açılış sahnesi ve kamera yavaş yavaş balkon pencerelerinin kepenklerine yaklaşıyor. İçeride yataktan kalkan çocuk balkona yöneliyor. Hikâye başlıyor. Bundan sonrasını onlar anlatacak. Üç küçük erkek çocuk denize koşuyorlar. Ve bugüne harika bir sıçrama. Alexander! Üç yıldır yaşadığı evindeki son anları. Ağzımda deniz tuzunun tadı var diyor. Bugünden geçmişe, az önce gördüğümüz sahneye gönderme. Ah! O unutulmayan çocukluk yılları. Alexander kül rengi bir günde Selanik’te deniz kenarında yürüyor. Köpeği de yanında. O kadrajdan çıktığında sesini duymaya devam ediyoruz. “Planlarım öylece kaldı.” Deniz gri, gökyüzü gri. Sanki deniz gökyüzüne kadar uzanmış. İnsan ölünce sonsuzluğa mı gider? Sonsuzluk ve Bir Gün. Alexander’ın yaşamının son günlerinden birinde geçmişe yaptığı yolculuğun bugünle birleşmesi. Tam da yaşam biterken hikâyeye dâhil olan çocuk, sevgi ve geleceğe dair umutların habercisi gibi. Alexander’a yol arkadaşlığı eden ufaklık Arnavut bir çocuk. Ne yaş ne de farklı ülkelerden olmak sevgiyle kurulan bağlara engel değil. Bu film geçmiş ve bugünü adeta bir örgünün ilmekleri gibi birbirine bağlayarak gösteriyor. Alexander ve küçük arkadaşı Arnavut mülteci çocuk nehir kenarında yürürlerken onların bakış hizasında ilerleyen kamera ile şişte yeni bir ilmek atılıyor; geçmişe 19. yüzyıla gidiyor. Burada tek planda şimdiki zamanda geçmiş anlatılıyor. Filmin birçok sahnesi aynı tarzda ve oldukça yavaş ilerliyor. Nehir kenarındaki bu sahne dört dakikadan fazla sürüyor. Arada filmlerle de olsa hayatı yavaşlatmak iyi geliyor, düşünmeye zaman kalıyor.

2012’de sette geçirdiği trafik kazasında bu dünyadan göçüp giden Theo Angelopoulos’un, Eleni Karaindrou’nun müzikleriyle anlatımı güçlenen filmlerinden Sonsuzluk ve Bir Gün ile Yunanistan, Oscar adayı da olmuştu. Ünlü yönetmeni İstanbul Uluslararası Film Festivali’ne konuk olduğunda tanımıştım. The Marmara Oteli’nde Taksim manzarasıyla aydınlanan üst kat salonlarından birinde basın toplantısı yapılmıştı. Sonraki yıllarda Sonraki yıllarda Selanik Film Festivali’nin sinemacılarla izleyicileri buluşturan limandaki harika mekânlarında birçok kez karşılaştık.Hiçbirinde ona dair ilgim uzaktan izlemekten, dinlemekten öte geçemedi. Ta ki Ağlayan Çayır filminin setine gidene kadar…

Son üç filminin ilki olan Ağlayan Çayır’ı çekmeye başladığında kendisiyle tanışma, söyleşi yapma imkânı doğunca kim tutar beni. 2002 yılının Şubat ayında İstanbul-Selanik arasında çalışan trene atladığım gibi ver elini Kerkini. Aslında filmi için düşündüğü hava koşulları olmadığından kendisiyle konuşamayacağımız söylenmişti ama gölün yakınlarında kurulan köye iki üç adım uzaktayken nasıl dururdum. Tam sadece dış duvarları olan kerpiç evlerin arasında dolaşırken filmde görünen uzun yemek masasının olduğu evden çıktığında karşılaştım. O anı unutmak mümkün değil.  Yaşamımın parlayan anlarından biri. Türkiye’den geldiğimizi öğrenince söyleşi teklifimizi de kabul etti çünkü buralarda ne kadar sevildiğini çok iyi biliyordu.

Tıpkı Sonsuzluk ve Bir Gün’ün Alexander’ı gibi yavaş, ağır ağır konuşuyordu. Benim için onun karakterlerinden en çok Alexander Theo, yönetmen Angelopoulos ise Alexander. Sorduğum sorulara yanıt vermeden önce Kerkini Gölü’ne uzun uzun bakıyordu. Kelimeler yavaş yavaş cümlelere dönüşüyordu. Böyle heyecanlar yaşamı nasıl da güzelleştiriyor, tüm umutsuzlukları alıp götürüyor. Ağlayan Çayır bir üçlemenin ilk filmiydi ve Yunanistan’ın tarihine gerçeklere dayanarak kurgusal bir bakıştı. İlk ikisi yapıldı ama ne yazık ki ünlü yönetmen üçüncü film olan Öteki Deniz’in çekimleri sırasında 24 Ocak 2012’de bir motosikletin çarpmasıyla bu dünyaya veda etti.

Yunanistan’a trenle ilk gidişimi hatırlıyorum. Hava tıpkı Sonsuzluk ve Bir Gün’deki gibiydi. Tren sınırdan geçerken oldukça yavaşlamıştı. Sınır dediğim, nehrin üzerindeki köprü. Köprünün ortalarına geldiğimizde telefonumdaki Türkiye hattı Yunan hattına geçti. Köprüden geçip karaya geldiğimizde bizi Yunan askeri ve Yunan bayrağı karşıladı. Bir köprüyle değişen dil ve bayrak. Gülüşler ise aynı. Bir yanda bize güle güle diyen diğer yanda hoş geldin diyen gülüşler. O noktada sınırların anlamsızlığından başka bir şey gelmiyor aklıma ve beni en iyi anlayan filmlerin Angelopoulos’un filmleri olduğunu düşünüyorum. Ne demişti Kerkini’deki söyleşide: “Ben sınır kavramını, coğrafi anlamdaki ‘bölen, ayıran çizgi’den farklı bir boyutta görüyorum. Ben insani anlamdaki sınırlardan bahsediyorum. Yaşam ve ölüm arasındaki sınır, insanlar arasındaki sınır, özel ilişkilerdeki sınır, farklı etnik kökenler arasındaki sınır, bunlar iletişimi engelleyen sınırlar. İşte bunun için de bir filmimde nehrin iki ayrı yakasına bölünmüş bir düğün var.” *

Yıl biterken yeni yıla doğru yeni umutlarla yol almak. Theo Angelopoulos sonsuzlukta bir yerlerde, filmleriyle bize selam gönderiyor. Filmlerinin meselelerinden olan mültecilik ve göç sorunları değişmeden günümüzde de devam ediyor ve birçok yeni filme konu oluyor. Biz Sonsuzluk ve Bir Gün’deki yaşlı adamla küçük çocuğun sevgi dolu dostluğunda umutla kalalım. Her bitiş bir yeniden doğuştur diyelim ve filmleri izlemeye, filmlerden dünyaya bakmaya devam edelim. Sinemanın biraz yalnızlık, biraz iç sorgulama ve yeniden doğum olan yanlarıyla kucaklaşmak bize iyi gelecek.

 

 

*Bu söyleşinin tamamı 2002 yılında Sinema dergisinin 85. sayısında yayınlanmıştır.