Prof. Dr. Aslı Tunç, İstanbul Bilgi Üniversitesi İletişim Fakültesi Medya bölümü öğretim üyesidir. İstanbul Üniversitesi Basın Yayın Yüksekokulu’nda iletişim lisansı ve Anadolu Üniversitesi’nde sinema-televizyon yüksek lisansından sonra iletişim alanındaki doktorasını 2000 yılında Philadelphia’daki Temple Üniversitesi’nden aldı. Bir yıl boyunca Amerika’daki aynı üniversitede iletişim kuramları ve küresel iletişim üzerine dersler veren Tunç, çalışmalarını 2001 Eylül’ünde Türkiye’ye döndükten sonra medya ve demokrasi, dijital aktivizm, sosyal medya ve toplumsal cinsiyet konuları üzerine yoğunlaştırdı. Mart-Eylül 2020’de Güney Florida Üniversitesi’nde misafir öğretim üyesi olarak bulundu. 2020 Ağustos -2024 Mart tarihleri arasında İstanbul Bilgi Üniversitesi'nde Rektör Yardımcısı olarak çalıştı. Tunç’un İngilizce ve Türkçe akademik makaleleri, kitap bölümleri ve uluslararası raporları bulunuyor.

“Uçurtmanın ipi kopmuş, hiçbirimiz tutmamışız…” Gözünün önünde dağılıp giden ailesine nasıl olup da kör kalabildiğine isyan eden Avukat Ceylin’in repliği bu. Ay Yapım imzalı Yargı, 19 Eylül’de yayına girer girmez en çok izlenen ve üstünde en çok konuşulan dizilerden biri oluverdi. Yönetmenliğini Ali Bilgin’in yaptığı, senaryosunu ise Sema Ergenekon’un kaleme aldığı Yargı’nın kadın cinayetlerini popüler kültüre taşıdığı için ilgi alanıma girdiğini itiraf etmeliyim. Savcı Ilgaz karakterindeki Kaan Urgancıoğlu’nun ve Avukat Ceylin karakterindeki Pınar Deniz’in magazin haberlerinin kaçınılmaz figürleri olduğundan zerre kadar bilgim yoktu açıkçası. Kulağıma gelen ilk bölümün Münevver Karabulut cinayetine gönderme yaptığı haberi beni dizinin başına oturttu. Oturuş o oturuş. Bir daha da önünden kalkamadım. Dinamik Netflix çekim temposuna alışık bir izleyici olarak uzun uzun bakışmalı, ağdalı replikli, bol ağlamalı, çoğu zaman tamamen gerçek dışı olay örgüsü olan ve sıkı durun bir bölümün tam 2,5 saat olduğu bir dizinin bütün bölümlerini soluksuz izledim.

 

Evet, Yargı’nın eleştiriye açık bir ton yönü var. Ancak bu dizi öncelikle katil kim sorusunun yanıtını arayan izleyiciyi her bölümün sonunda ters köşeye yatırmayı başarıyor, algılarıyla oynuyor ve merakı bir sonraki bölüme aktarıyor. İzleyeni, Amerikalıların “cliffhanger” dedikleri noktada yani bir uçurumun kenarında bırakıveriyor. Bir sonraki bölümde bir el bizi buradan çekip alıyor ve farklı şüphelilerle bambaşka bir noktaya savuruyor. Senarist minik ipuçlarını ustaca serpe serpe ilerliyor. İzleyici olarak zaman ilerledikçe kendimizi herkesten kuşkulanırken buluyoruz. Bu elbette ki iyi bir öykü anlatıcısıyla karşı karşıya olduğumuzun göstergesi.

 

Kimse masum değil bu hikâyede ve herkesin kayıpları çok büyük. Kız kardeşini şiddete kurban veren abla ve anne, yaslarını farklı şekillerde yaşıyorlar. Anne, kızının kaybını inkâr edip aklını yitirme noktasına gelirken, avukat olan abla kalbini adalet mücadelesiyle soğutmaya çalışıyor. Mahalleli yaşanan onca acı karşısında yargılayıcı ve hoşgörüsüz.Zanlının babası itibarının, savcı olan ağabeyi ise katıksız bir dürüstlüğün peşinde. Oysa gerçek hep gri alanlarda.

 

Yargı dizisi sadece adaleti değil masumiyet kavramını da sorgulatmayı başarıyor bize. Vahşice katledilip çöp konteynırına atılan 20 yaşındaki genç kızın masum olduğuna inancımız tam başta. Sürekli replikler arasında “Kimse öldürülmeyi hak etmez” diye vurgulansa da sonunda kurbanın uyuşturucu satan, insanları kullanan ve toplumun ahlaki kodlarının dışında yaşayan biri olarak sergilenmesiyle ve şiddetin meşrulaştırılması gibi sunulmasıyla doğrusu izleyeni irkiltiyor. Bu noktada kanımca senaryo tartışmalı sulara giriyor. Seyircinin sonunda öldüren İnci’nin pek matah biri olmadığını öğrenmesi, kadın cinayetlerinin daha kabul edilebilir bir eylem olarak algılanmasına yol açabiliyor. Hem o saatte neden dışarıdaymış? Hem bir de üniversitedeki hocasıyla ilişkisi varmış. Hem açık saçık giyiniyormuş. Hem, hem… Bunlara ilişkin ikinci bölümdeki kısa bir sosyal medya eleştirisi dokundurması beşinci bölümde boşa düşüyor. Adeta bu hastalıklı yargılar nerdeyse doğru çıkartılıyor. Bu elbette ki popüler kültür anlatısıyla bile olsa kadın şiddetine karşı mücadele veren herkesin tüylerini diken diken eden bir temsiliyet. Sema Ergenekon algılarımızla oynamaya kararlı görünüyor. Birdenbire öykünün bir noktasında Şule Çet davasına açık bir gönderme yapıveriyor: “İş merkezinin tepesinde bir kadın camdan atıldı, intihar dediler. Avukatı Yekta’ydı” diyor öfkeyle Ceylin.

 

O, ayakları üzerinde sağlam durmaya çalışan deli dolu ama belki de değerlerini hoşgörüye doğru esnetebilen tek karakter. Kendi görüşüne ve çoğunluğun görüş biçimine aykırı düşse de doğru bildiğini sabırla hem de kafasının dikine savunan ve kardeşinin katil zanlısını savunabilecek kadar empati ve hoşgörüye (!) sığınabilen biri.

 

Bu dizi sayesinde memlekette erişemediğimiz adaleti çekirdek çıtlayarak ekran başında arıyoruz. Dürüstlüğü ve adalet sistemine olan sarsılmaz inancı yakışıklı bir savcıda gördüğümüzde içimiz yağ bağlıyor. Ödünsüz ve gözü kara bir şekilde gerçekliğin peşinde koşan ve bunun için yargı sistemini sorgulayan güzel avukata içimizden “Helal olsun” diyoruz. Sonunda en büyük klişe olarak bu zıt kişilerin birbirine âşık olacağına eminiz. Yakışıklı savcı, güzel avukatın elinden tutup onu peşinden götürdüğünde her türlü zıtlığa karşın iki tarafın yakınlaşacağını biliyoruz. Bu satırlar ilk beş bölümün sonunda kaleme alınmış olsa da dizinin genel yaklaşımını ortaya koyduğunu sanıyorum.

 

Elbette sonuçta bu bir popüler kültür anlatısı. Gerçek dünyada yüksek topuklarla ve moda dergisinden fırlamış giysilerle adliyede ve emniyette koşuşturan Ceylin’ler görmek güç. Işık hızıyla bulunan DNA sonuçları, elini kaldırdığında yanında biten İstanbul taksileri de epeyce gerçek dışı. Buna karşın bir dizinin adalet, masumiyet, aile, yas ve itibar gibi dev kavramları harmanlayarak sunabilmesi ve milyonları ekranlara kilitlemesi bile başlı başına bir başarı. Yargı kanımca, artı ve eksileriyle dizi dünyamızın yeni yıldızı olarak ses getirmeyi sürdüreceğe benziyor.