Müge İplikçi

Biz Zaten Hepimiz Depremzedeydik

Yazar. Ayrıca Medyascope'ta Zeytin Dalı ve Sabun Köpüğü programlarını hazırlayıp sunuyor.

 

Bu röportajda konuştuğumuz sosyal hizmet uzmanı adının saklı kalmasını istedi. Konuştuklarımızın birçoğu bu röportaja yansımadı. Şu an geçirdiğimiz toplumsal travma gözetilerek, daha çok, umuda ve dönüşüme yer verecek konulara temas edilen bölümler kullanıldı.

Deprem meydana geldiğinde hangi şehirdeydiniz? Sahaya çıktığınızda neler gördünüz? En büyük eksiklikler, zorluklar nelerdi?

Benim yaşadığım kent Adıyaman’dı. Burada çalışmalara başladık. Adıyaman’da üç bölge üzerine yoğunlaştık. Bir tanesi merkez. Diğeri Eğriçayır Parkı. Diğeri de üniversite bölgesiydi. Burada çeşitli yoğunluklarda gerek çadır kentler gerek depremzedeler mevcut. Bizim görevimiz onların eksikliklerini ve ne kadar zarar gördüklerini tespit etmekti. Olayın büyüklüğü, sayının fazlalığı ve yetmezlik, yetersizlik, yetememek konusunda çok fazla zorlandık. Hijyen konusunu söylemeye zaten gerek yok. Yeterince su bulmak, temizlik malzemesi bulmak konusunda ekstra zorlandık.

Siz bu hizmeti gerçekleştirirken, psikologlar ve psikiyatristlerden de yardım aldınız mı?

Psikiyatristler oraya altıncı günden sonra ulaşabildiler. Psikologlar yine ilk başta görevlendirilmişlerdi. Ama ne yazık ki hepimizin organize olması dördüncü beşinci günleri buldu. İlk başta hemen çıkamadık sahaya. Bir de o bölgede çalışan ve yaşayan insanlar olarak biz zaten hepimiz, hemen hemen hepimiz depremzedeydik. Yani burada sokakta yürürken biriyle karşılaşırsanız, o zaten ailesinden birini ya da evini kaybetmiştir. Hiçbir şey kaybetmemiş kadar çok şanslıysa evi zaten hasar görmüştür.

Yaşanan travmanın farklı yaş ve cinsiyetlere göre yansıması ne şekildeydi; siz bunu neye, nelere bağlıyorsunuz? Bu konuda örnek verebilir misiniz? Psikiyatristlerden de duyduğunuz şekilde aktarabilirsiniz.

Onlarla da zaten diyalog halindeyiz. Ama insanlarla birebir konuşmalarımdan da yola çıkarak söyleyebilirim. Yaşlı nesilde yani kabalık olmazsa, altmış yaş üstü diyelim, bu grupta kendini bir suçlama vardı.  “Niye ben hayatta kaldım? Hani çocuklar öldü, torunlar öldü. Ben niye hayatta kaldım?” şeklindeydi. O hallerini bildiğim yerin, çocukluğumun geçtiği yerin şimdi bu hallerini görmek, keşke görmeseydim. Keşke ben enkaz altında kalsaydım gibi. Genç ve çocuklarda ise umutsuzluk. “Niye üniversite sınavına çalışayım ki? Ders çalışıp da ne olacak ki? Çalışsan ne oluyor ki?” gibi. Orta yaş grubunda da yine umutsuzluk çok fazla. Geleceği karanlık görme, kendilerini bırakma, otoriteye güvenmeme,  yani kurumlara diyelim. Her şeyden şüphelenme. Örneğin “İşte şu kadar deprem yardımı yapılacak dendi ama yapılsa ne olacak? Zaten yapmazlar. Yaparlarsa da bir şekilde geri alırlar” tarzında. Hani, böyle bir otoriteye güvenmeme durumu. Özellikle orta yaş grubunda söz konusuydu ama beni en çok acıtan neydi derseniz o gençlerdeki ve çocuklardaki isteksizlik ve umutsuzluk. Tabii ruh sağlığı uzmanları daha doğrusunu bilir ama bu beni çok üzdü. Sadece toplumun travma sonrası stres bozukluğu değil yani. Gelecek neslin depresif bir nesil olması fikri…  Çok endişelendirici bu.

Tam olarak ne diyorlar? Sadece üniversiteyi mi örnek gösteriyorlar bu umutsuzluk bağlamında? Aynı zamanda “Artık bir daha hayat benim için anlamsız çünkü tanıdıklarım yok” da diyorlar mı?

Tamamen bir karamsarlık tablosu içindeler, sizin dediklerinizin hepsini söylüyorlar. Ama tablo oldukça karamsar. “Bir daha buraları nasıl inşa edeceğiz? Zaten altyapı yok. Zaten işsizlik var. Zaten ekonomik problemler var. Bunlar varken biz burayı nasıl inşa edeceğiz, gidemiyoruz. Çekip gidemiyoruz” diyorlar. “Şunun mezarı burada. Çekip gidemiyorum” diyenler de var; ya da “Babam felçli. Annem hasta. Onun tedavileri burada sürüyor. Ben onları bırakıp da gitmem” diyenler de… Ama bir de gitme imkânı olanlar vardı. Onların bir kısmı gitti. Gidemeyecek kadar yoksullar kaldı ya da manevi sebeplerden kalanlar… “Niye bunları gördüm ki?”, “Bunları yaşayacak kadar ne suç işledim?” tarzında yakınmalar çok vardı.

Çocuk, genç ve kadınların daha çok hasar aldığı gerçeği sanırım bu deprem sonrasında da kendini gösterdi, gösterecek… Bölgede yaşanan depremle bir kez daha kanıtlanmış oldu mu bu hazin tablo? Mesela Gölcük depreminde bunu gördük; sözünü ettiğim gruplar en çok hasar alanlardı. Bu noktada verebileceğiniz örnekler var mı?

Ne yazık ki var. Keşke olmasaydı. Kesinlikle çocuklar, gençler ve kadınlar, dezavantajlı gruplar tabir ettiğimiz gruplara giriyor. Tabii ki Gölcük depreminde bunun örneklerini gördük. Şu anda da iletişim kuramadığımız, ailesini bilmediğimiz ve kaybolan çocuklar var. Mevcut şartlar altında ailelerine ulaşamadığımız, kurumlara ulaşabilen çocuk sayısı daha az sayıda. Ne yazık ki bunlar kötü insanların eline geçmiş olabilir. Biz de ondan dolayı endişe ediyoruz ve onun için zaten çalışmalarımızı yoğunlaştırdık ama kadınlar da kesinlikle dezavantajlı gruplardan. Özellikle, tacizler açısından… Yardımların eşit dağıtılması, dağıtılmaması açısından eşlerinden gördükleri muameleler de cabası… Zaten bizim bu deprem felaketi öncesinde de kadına şiddet problemimiz vardı. İşte eşinden şiddet gören kadınlar vardı. Ama şimdi bunun çadırın içinde küçük alanda olduğunu düşünün. Örneğin iki ailenin çadır elde edemediği için tek çadıra sıkıştığını düşünün. Hele ki ilk başlarda çadır yetmediği için sadece oturarak uyuyan insanlar da vardı. Bu kadınlar hep şiddete maruz kaldılar. Eşlerinin fiziksel olmasa bile psikolojik şiddetine maruz kaldılar. Aynı zamanda yine sanki fizyolojik olarak da çocuklar ve kadınlar daha büyük dezavantaja sahip. Örneğin şimdi kadınlarda yeterince hijyen imkânlarını sağlayamamaya bağlı olarak idrar yolu enfeksiyonu, genital bölgede mantarlar gibi rahatsızlıklar var; çocukların ve küçük bebeklerin, özellikle üst solunum yolu enfeksiyonlarına çok fazla rastlıyoruz. Yani şunu desem abartılı olmaz: Öksürmeyen çocuk yoktu. Abartılı olmaz. En çok daha zayıf halkayı vuruyor.

Yeri gelmişken sorayım: Pandemi döneminde de böyle bir durum mevcut muydu bölgede? İkisi arasında nasıl bir farklılık ya da benzerlik gözlemlediniz?

Pandemi döneminde de şöyle olmuştu:  Aileler evin içine kapandı. Yani çadır değil de kendi evlerinin içine kapandılar. Aile içi şiddeti yine artırdı. Ama çocukların çalınması vesaire gibi bir durum yoktu. Çocukların ortadan kaybolması ya da annesiz babasız kalan çocuklar sanki daha bir aile ve akrabalar tarafından sahiplenilmişti. Bakım verilmişti onlara. Ama pandemi dönemindeki şiddetin artmasıyla, buradaki şiddetin artması paralel diyebiliriz. Hatta buradaki biraz daha fazla diyebiliriz. Çünkü alan daha fazla. Yani daha geniş bir alanı kaplıyor, daha kompakt ve gerginlik çok daha yüksek. Bölgede yardımlar dağıtılırken bile insanların birbirine olan öfkesini görmeniz çok kolay. Çok öfkeliler. Birbirlerine saldırıyorlar. Birçok aile yardımların eşit pay edilmediğini iddia ediyor. Ben gördüm yani. Bizzat böyle yumruk yumruğa girişen adamlar gördüm. Sonra görevliler ayırdı onları. Hepsi kendisine haksızlık yapıldığını düşünüyor. Yani daha az battaniye verildi, daha az işte gıda, erzak vesaire verildi. Daha az su verildi gibi. Ki suyun hakikaten az olduğu, daha az verildiği aileler olmuş. Şu anda Adıyaman’da bir su sıkıntısı yok. İçme suyundan bahsediyorum ama tabii şehir suyu, şebeke suyu gün içinde belli saatlerde kısıtlı olarak veriliyor. Isınma bir problem. O nedenle çocuklar, bebekler daha kolay üşütüp hastalanabiliyorlar. Özellikle Adıyaman, geceleri çok soğuk oluyor.

 

Yaşanan travmayı bertaraf etmek için atılacak acil adımlar neler olmalı?

Ruh sağlığı çalışanlarıyla da etkileşimdeyiz zaten. O nedenle hepimizin ortak görüşü gibi söylesem yanlış olmaz. Sağlık için önce hijyeni sağlamak zorundayız. Çok acele bir şekilde. Yani bir evi inşa etmeden ilk hijyeni sağlamak zorundayız. Bekleyecek beş dakikamız bile yok bunun için. Diğeri eğitim alanı; orada çok büyük bir eksiğimiz var. Çünkü okulundan kalan -kendi tabirleriyle söylüyorum- yaşıtları gibi normal olmak isteyen, okuluna gitmek isteyen, öğretmenine kavuşmak isteyen bir sürü öğrenci var. Eğer biz bu nesli eğitmezsek, eğitim vermezsek gerçekten gelecek nesillerden, hepimizin güvenliğinden, geleceğinden ben endişe ederim. Çünkü bize o nesil bakacak. Başka bir perspektiften bakarsak, o yüzden önce sağlık ve hijyen, ondan sonra eğitim. Acil bir şekilde hemen bir yerlerde dersler verilmeli. Hemen gönüllü öğretmenler bölgeye rotasyonla gitmeli; böylece çocukların eğitimden geri kalmamaları ve ne olursa olsun bu çocukların sistemin içine katılması sağlanmalı. Örneğin biz onları, sadece destek amaçlı üniversiteye kabul edip ilave derslerle destekleyebiliriz. Sonrası ise bence çok büyük bir bilim işi, şehir ve bölge planlamacılarının işi… İnşaat mühendisleri, mimarlar, jeologlar jeofizik mühendisleri onların işi. Bunların hepsinin bir araya gelip yeni bir ülke inşa etmesi lazım. Bırakıp gitmek değil de bizim orayı yeniden doğru bir şekilde, bilime uygun bir şekilde inşa etmemiz lazım. Bizlerin büyük kentlerdeki bireylere önereceğimiz ne olabilir? Oradaki ekonomiyi, oradaki turizmi sizin gibi büyük yerlerden gelen insanların desteklemesini önerebiliriz. Yani küçük bir şey işte ama satın alma, perakende işler yaparken o bölgeleri, sadece Adıyaman’ı değil ama diğer bütün bu depremden zarar gören yerleri desteklemek… Bütün özel okullar da öğrencilere destek olursa, örneğin burslar gibi, o zaman birazcık daha tünelin ucunda ışık görürüz diye düşünüyorum.

Bir iki ay sonra, sizce neler değişecek?

Ben umut etmeyi seviyorum. Beni ayakta tutuyor. Altyapı sorunlarının daha azalmasını umuyorum. İnsanların yardımlaşması konusunda inanın yüz üzerinden yüz verebilirim. Herkes birbirine yardım ediyor. Bölge insanı çok iyi. Hepsi çok destek veriyor. Oraya desteğe gelen gönüllülerin hepsiyle, öğretmenlerle de tanıştım ben. Türkiye’nin dört bir yanından gelmişler. Türkiye’yi geçtim, Japonya’sından, işte Sınır Tanımayan Doktorlar grubundan, dünyanın her bir tarafından gelen insanlar bir dayanışma halinde. Yani bu böyle devam etse zaten başka isteyecek veya eleştirecek hiçbir şeyimiz kalmaz.  Benim derdim altyapı problemi. Bu insanlar ısınsın. Bu çocuklar üşümesin. Bu çocukların doğru beslenmesini biz sağlayalım. Çünkü bölgede ne yazık ki karbonhidrat dışında, şeker dışında çok fazla bir şey temin edemiyoruz.

Son olarak benim ekleyeceklerim ancak hepimiz bir araya gelirsek, birbirimize destek olursak, el ele verirsek tutunacağız. Öbür türlü hakikaten kayıp gideceğiz. Çünkü ayağımızın altındaki zemin kayıyor artık. Tek çaresi dayanışma içinde hareket etmek. Herkesin yapabileceği bir şey var. Yani ben de yapamam demeyin. Mesela bir ev hanımı bugün beni aradı, “Bere ve atkı örüyoruz” dedi. “Nereye gönderebiliriz?” diye sordu. Birtakım kurumlar var, hepimizin güvendiği, sevdiği. Arkadaşlarınız vardır. Oradan bir komşunuz vardır. Onların ailelerine filan sorun, “Birey olarak ne yapabiliriz?” diye. Birbirimizi destekleyelim. Önerebileceğim, ekleyebileceğim naçizane bunlar. Teşekkür ediyorum.