1974, Ankara doğumlu. Boğaziçi Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı bölümünden 1997 yılında, İstanbul Üniversitesi İspanyol Dili ve Edebiyatı bölümünden ise 2018’de mezun oldu. Yüksek lisansını Eğitim Yönetimi ve Denetimi alanında yaptı. İngiltere, İspanya ve Arjantin’deki çeşitli dil okullarında eğitim aldı. 2017 yılında Cambridge Üniversitesi’ne giderek İngiliz edebiyatının farklı dönemleriyle ilgili derslere katıldı. Türkiye Yayıncılar Birliği tarafından düzenlenen editörlük, düzeltmenlik ve lektörlük programlarını tamamladı. 2001’den beri öğretim görevlisi olduğu Marmara Üniversitesi Yabancı Diller Yüksekokulu’ndaki görevini sürdürmektedir. Kendisi aynı zamanda üç Javier Cercas romanına emek vermiş, çiçeği burnunda bir çeviri editörüdür.

Çevirmen ve editör Cem Alpan’a edebiyatta üslup meselesinden eleştirmenliğe, geleneklerini kaybeden yayınevlerinden Nobel Edebiyat Ödülü’ne, favori yazarlarından pandeminin sektördeki etkilerine kadar birçok soru sorduk ve kendisinden oldukça düşündürücü cevaplar aldık.

Çeşitli yayınevlerinde dünya edebiyatı alanında editör, lektör ve yönetici editör olarak çalıştınız. Bu üç tip editörlük arasındaki farklar nelerdir? 

 

Bir kitabın editörlüğünü yapmak, elinizdeki dosya ya da çeviri metnin, kitabın yayımlanma aşaması ve sonraki yaklaşık altı aylık süreç boyunca sorumluluğunu üstlenmektir; içerik, dil ve kitabın dış görünüşüyle ilgili meseleler de buna dahildir. Lektör; daha çok, gelen dosyaları değerlendirip olumlu veya olumsuz karar bildiren raporlar yazar. Dizi editörü ya da yönetici editör ise sorumlu olduğu dizideki kitapların seçiminde söz sahibidir, ayrıca yayım programını ve bütçesini de hazırlar, hatta tanıtımında da rol oynar. Bu üç görevin kesiştiği de olur elbette.

 

ÇİZGİ DIŞI VE AVANGART YAZIN, NOBEL ADAYI LİSTELERİNDE PEK YER BULMAZ

 

Size dair en çok merak ettiğim konulardan biri de, favori yazarlarınızın isimleri.

Aslında sevdiğim yazarlardan çok, sevdiğim kitaplar var. Hayran olduğum yazarlardan bazıları: George Eliot, belli başlı Rus yazarlar, Kafka, Robert Walser, Woolf, Platonov, Beckett, James Agee, Flaubert, Henry Green. Bazı kurgu dışı kitapları, tanıklıkları da özellikle seviyorum: James Agee’nin Büyük Bunalım zamanında yoksul çiftçileri anlattığı yazı dizilerinden oluşan kitabı Let Us Now Praise Famous Men yahut Stig Dagerman’ın Alman Sonbaharı gibi. Richard Hughes’un, Jamaika’da Bir Fırtına romanına da bayılırım. Sebald’in eserlerini, Dickens’ı, özellikle Kasvetli Ev’ini çok severim. 

 

Ayfer Tunç’un kurucusu olduğu Yazmak Atölyesi’nde “Çağdaş Edebiyatı Okumak” isimli atölyeyi de yönetiyorsunuz. Bu atölyenin geleceğine ilişkin planlarınız nelerdir?

“Çağdaş Edebiyatı Okumak” atölyesi, ikinci senesinde daha da ilgi gördü ve katılımcı sayısı ikiye katlandı. Daha yeni yayımlanmış, hakkında pek yazı yazılmamış kitapları okuyoruz. Dünya ve ülke gündemine uyan kitaplar seçmeye gayret ediyoruz. Bu yeni kitapları derinlemesine ele almak kolay olmuyor. Kimi zaman iki kitap okuduk; benzer temalı, karşılaştırma yapabileceğimiz kitapları seçtik. Devam etmek istiyorum çünkü bana kitaplar üzerine düşünme fırsatı veriyor. Ayrıca katılımcıların da değerli katkıları oluyor. Hep şu soruyu sorup peşinden gidiyoruz: “Yazar bunu niye yaptı?” Yeni etkinlik düşüncesi var, bu konuyu önümüzdeki günlerde değerlendireceğiz. 

 

Nobel gibi dünya çapında önemli bir edebiyat ödülü alacak yazarları nasıl keşfediyorsunuz? Edebiyatta “iyi koku almak”, öğrenilebilir bir şey mi yoksa sadece yetenek mi?

Nobel’i gösteren belli bir lens yok. Annie Ernaux’nun da belirttiği gibi, belli açılardan politik bir ödül bu; bundan ille de yazarın siyasi bir gündeme yahut angajmana sahip olmasını kastetmiyorum, söz gelimi Nobel’in arka arkaya üç kez Amerikalı yahut İtalyan bir yazara verilmesi düşünülemez. Aksine, Avrupa kıtasını, hatta baskın ten rengini ve hatta cinsiyetleri de çeşitlilik ve adaletlilik adına belli periyotlarda terk etmesi beklenir. Belki de en önemlisi, yazarın belli bir temsilî vasfa sahip olmasıdır. Tutarlı olması, ait olduğu toplum ve kültüre dair belli bir tavır geliştirmesi ve bazı durumlarda ayrıksılığı, muhalifliğiyle öne çıkması da önemlidir. Ama çizgi dışı ve avangart yazın, Nobel adayı listelerinde pek yer bulmaz.

İşin aslı, iki kere Nobel alacak yazar keşfettim: Alice Munro ve Annie Ernaux. Bir aşamada ikisinin de Nobel alabileceklerini, vakitlerinin geldiğini düşünüyordum. Alice Munro’yu ilk kez 2000 senesinde okumuştum. O dönem birbiri ardına keşfettiğim yazarları çok iyi hatırlıyorum: R. Bolaño, W. G. Sebald, P. Nádas, L. Krasznahorkai, J. Marías… O zaman yayıncı bile değildim ama söz gelimi New Directions gibi bağımsız yayıncıların yayın çizgisini dikkatle takip ederdim. Bu gibi yayınevleri –şimdilerde Fitzcarraldo da bunların arasında yer alabilir– kimi yazarların ana akıma yükselmesinde önemli rol oynarlar. Örneğin, bu yazarlardan bazılarının Nobel’de adı geçebilir. Okurlar, Péter Nádas’ı Türkçedeki kısa eserleriyle tanıyor (gerçi maalesef uzun süredir yeni baskısı yok) ama uzun romanları, özellikle de Hatıralar Kitabı gerçekten çok güçlüdür. Kısacası, yazarın siyasi bir tavır olarak yahut ait olduğu kültür bağlamında temsilî özelliğe sahip olması, türe bir şeyler katması ya da farklı türleri edebiyat mertebesine yükseltmesi –Svetlana Aleksiyeviç’te olduğu gibi– önemli.  

 

JANE AUSTEN ROMANLARINDA GEÇEN AKŞAM YEMEĞİ DAVETLERİNDEKİ ORTA SINIF SOHBETLERİNİN YERİNİ, BUGÜN BÜYÜK ÖLÇÜDE WHATSAPP YAZIŞMALARI ALDI

 

Sizin için çağdaş edebiyatın, günün meselelerine dokunmasının önemli olduğunu biliyoruz. Peki ya psikolojik romanları ve bireyin salt kendi sorunlarına odaklanmış edebî eserleri nasıl değerlendirmeliyiz? 

Kafka da, Virginia Woolf da psikolojik romana ciddi tepki duyarlardı. Woolf, o dönemde ortaya çıkan belli başlı psikolojik romanları günlüğünde epey eleştirir. Kafka da günlüklerinde, aforizmalarında “Asla psikolojikleştirme!” diye telkin eder. Ernaux da yazınında benzer şekilde, ‘iç dünya’ denen alanın nasıl iradi değil de –Bourdieu’nun habitus kuramında olduğu gibi–, sınıfsal olarak belirlendiğini; sosyal statüler, patriarka, sistem, devlet, ideoloji hatta tüketim toplumuyla nasıl iç içe geçtiğini, işgal edildiğini gözler önüne serer. Bunu yaparken Batı edebiyatının kalıplaşmış jestlerini ve dramatik öğelerini özellikle kullanmaz, dümdüz yazıyı tercih eder; böylece orta sınıfça belirlenmiş beğenilere de bir parça meydan okur, estetik hazzı sorgular. Wittgenstein bize, kişiye özel bir dil tasavvur edilemeyeceğini söyler: Kısacası, dil toplumsaldır ve kavramları, sözcüklerinin işlevi toplumsal alanda belirlenir; insan asla bütünüyle kendi olamaz ve toplumsal bir varlıktır. Tüm bunları yazmamın sebebi, yazarların ‘ben’ diye sundukları şeyin nasıl geçirgen, nasıl işgal edilmiş, yapılandırılmış olduğuna; şeffaflığın, kendini bilmenin asla mutlak olamayacağına işaret etmek. Bu gerçeği göz ardı eden ve kişiyi, karakterini fazla somut bir şekilde ele alan, sorunları ‘iç dünya’ denen alanda çözümleyen romanlar son derece kof olabiliyor. Kendilik konusunda tedirginlik, mesafe, loşluk, bilinemezlik, bir karar almanın başka birçok kararı dışlamak anlamına geldiği gerçeğini göz önünde bulunduran metinler, tarihin bıraktığı derin izlerin peşine takılanlar daha değerli oluyor. 

 

Annie Ernaux’nunkilerde olduğu gibi, romanın artık başka türlere kaydığını, kurgu ile otobiyografik unsurların iç içe geçtiğini gözlemliyoruz. Bu konu hakkında ne düşünüyorsunuz? 

İşin aslı, deneme yahut diğer yazın türlerinin romana dahil olması öyle çok yeni bir olgu değil. Savaş ve Barış, Moby Dick, hatta Kayıp Zamanın İzinde bu türleri fazlasıyla bünyesine katan eserlerdi. Romanın oluşumunda, seyahatnameden itiraflara kadar birçok tür rol oynamıştır. Öte yandan, geçmişte yazılmış bazı tanıklık ve otobiyografiler bugün sanat yapıtı, edebî eser olarak kabul görüyor. Söz gelimi, Sovyet yazar Konstantin Paustovski, bugün kurmaca eserleriyle değil öz yaşam öyküsüyle öne çıkıyor; ciltlere yayılan otobiyografisinin bir kısmı yakın zamanda İngilizce yayımlandı ve tanıklık üzerine kurulu bir tarihsel belge niteliğinden çok, özellikle edebî yönüyle beğeni topladı. Heredotos’un Tarih’i bile, tarih konusunda anlattıkları kadar edebî yönüyle de ele alınır, hatta “Kitab-ı Mukaddes” bile… 

Özellikle otobiyografi, otobiyografik kurmaca konusunun bugünlerde sık sık gündeme gelmesi gerçeklik algımızın, kendimize bakışımızın roman yüzyılı olarak anılan 19. yüzyıldan bu yana büyük değişime uğramasıyla da ilgili; psikanaliz, sosyoloji gibi disiplinler bu tür yazınlara farklı bir boyut kattı. Resim sanatında modernizmin başlangıç dönemindeki otoportrelere bakın: Van Gogh, Cezanne, Gauguin… Kendi psikozlarına, deliliklerine, korkularına bakarlar. Max Beckman, kendini bir dizi kostümle resmederek toplum içinde edindiği çeşitli rollerle arasındaki mesafeye dikkat çeker. 20. yüzyılın ikinci yarısında Bacon da dış çizgilerin, konturların silinmesine, parçalı kişiliğin birbirine baskın gelme çabasındaki farklı yüzlerine, içerideki hayvanla iç içe geçen görünümlerine yer verir. Kısacası, bu sanatçılar kendinden yola çıkarak insanın toplum tarafından bastırılan, hasıraltı edilen yanlarını, hatta temelsiz bir varlık oluşunu ele alır. Bu noktadan sonra geriye dönüp 17. yüzyıldaki gibi bir portre resmedilemez. Yazarın kendisini odağa aldığı otobiyografik kurmaca metinlerde de benzer bir inceleme, bir tavır var. Ayrıca kadın yazarların, özellikle 20. yüzyılın ikinci yarısındaki tanıklıkları (Ernaux’dan başka Ginzburg, Divletsen, elbette Beauvoir, Janet Frame gibi yazarlar akla geliyor) ve aktivizmden de güç alan kuir edebiyatı da güçlü akıntılar oluşturdu. Farklı gelişim romanları, Batı ülkelerinde ikinci, üçüncü kuşak göçmenlere ya da ezilen halklara dair çarpıcı tanıklıklar ortaya çıktı. Bundan başka, sosyal medya kültürüne uyacak şekilde, düzmece bir şeffaflık gösterisi üzerine kurulu metinlere yahut öznelliğin başka başka kurgulandığı kitaplara da rastlanıyor. Bunların büyük kısmı çok çabuk eskiyor ya da yazar arkasını getiremiyor, malzemesini çabuk tüketiyor. Deneyimi kolektifleştiren, evrenselleştiren metinler yaşamaya devam ediyorlar. Otobiyografi üzerine kurulu birçok metin, günümüz tüketim toplumuna uyacak şekilde, ‘özgünlük’ adı altında kolayca düzmece kişilik inşaları şekline bürünebiliyor. 

 

Bir soru da yazar adaylarımız için sorayım: 21. yüzyılda zaman, bize daha hızlı akıyor gibi gelirken edebiyatın da bu hıza ayak uydurduğuna çoğu zaman şahit oluyoruz ancak bugün hâlâ 19. yüzyıl üslubuyla yazmayı tercih eden, çağına ayna tutma derdinde olmayan yazarlar da var. “Üslup meselesi” hakkında ne diyorsunuz? 

Bu sorunuza yayıncı olarak cevap vereyim isterseniz: Örneğin, Elena Ferrante de 19. yüzyıl epik romanını Marksist ve feminist bir bakış açısıyla yazdı. Bazı yazarlar –mesela aklıma Michel Faber geldi–, Viktorya dönemi edebiyatını bugünden bakarak yazdılar, o büyük romanların arka planını bir parça göstermeye çalıştılar, hatta bazıları o metinleri, o dünyayı yapısökümüne uğrattılar. Knausgaard’ın çok yeni bir şey yaptığını sanıyoruz ama ondan önce de, bırakın Proust’u, Michel Leiris ve biraz önce andığım Paustovsky gibi kendini, hayatını yazıya dönüştüren birçok yazar vardı. Üslup meselesine şu açıdan bakalım: Günümüzde yeni ve hayli büyük birçok sorunla karşı karşıyayız. İklim krizi bunlardan biri. Ayrıca sosyal medya ve akıllı telefonlar sayesinde geçmişte hiç olmadığı kadar dünyayla temas hâlindeyiz. Bir tıkla dünyanın bir yerine açılıyoruz. Tüm bu olgular bir şekilde eserlere sızmak zorunda çünkü kişilerin günlük yaşantılarında, bırakın etkilemeyi, artık oluşturucu bir rol oynuyor. Ve bu gibi olguların bildiğimiz kurmaca türüne nasıl aktarılacakları bir sorun. İki yüzyıl öncesine ait, yükselen orta sınıfın kültürel kazanımı olan, nedensel olay örgüsüne dayalı, düğüm-çözüm üzerine kurulu metinlerin bu gibi karmaşık gerçekleri, iklim krizi gibi ağır meseleleri hakkıyla ele alması pek mümkün değil. Özellikle iklim krizi önemli. Amitav Ghosh’un Türkçeye Büyük Kaos adıyla çevrilen eseri, Batı roman sanatının bu konudaki yetersizliğini, kısıtlarını gözler önüne serip radikal bir kültür eleştirisinde bulunuyordu. Dünyanın geleceğini tehlikeye sokan karbon endüstrisi ile bu edebiyatın, aynı kültürün ürünü olduğunu iddia ediyordu – daha çok orta sınıf bireyleri ve onun ahlaki ikilemlerini odağına alan, kolektifi dışlayan bir edebiyat. Dolayısıyla bugün tanık olduğumuz, geniş zaman dilimlerine yayılan ağır meseleleri işlemekte zorlanıyor. Kısacası tüm bu olgular, üsluba bir şekilde yansımak zorunda. Jane Austen romanlarında geçen akşam yemeği davetlerindeki orta sınıf sohbetlerinin yerini, bugün büyük ölçüde whatsapp yazışmaları aldı. Artık insanları öyle konuşturamazsınız. Artık öyle bir diyalog yok. Ayrıca hayatlar çok daha akışkan, çok daha tutarsız.

 

BÖYLE BİR DÖNEMDE DÜNYAYA SIRTINI DÖNÜP YAZMAK PEK KOLAY OLMAMALI

 

Hızla artan kâğıt fiyatları, küresel yayıncılığın en büyük sorunlarından biri. Uzak gelecekte basılı kitaplar tamamen ortadan kalkar mı? Bu konudaki tahmininiz nedir?

Kâğıdın büsbütün ortadan kalkacağını, en azından yakın dönemde sanmıyorum ama kişinin bir e-kitap okuyucusu edinmesi bana kalırsa gerekecek. Akıllı telefonlarından kitap okuyan çok kişiyle karşılaşıyorum, en büyük sıkıntıları o formatta kitap bulmak. Kısacası, kaçınılmaz olarak okuma alışkanlıkları değişecek, değişmekte. 

 

Denetimsizliğin neredeyse her sektöre damgasını vurduğu Türkiye gibi bir ülkede, çeviride yapay zekâdan faydalanmanın doğuracağı en büyük olumsuzluk ne olacak sizce?

Aslında sorunuzun içinde yanıtın bir kısmı gizli. Denetim olmadığı için görece ucuz kapak fiyatlarıyla yapay zekâ güdümlü birçok klasik çevirisi piyasayı kaplayabilir, hatta şimdiden karşımıza çıkıyor. Yayınevleri bile böyle bir yöntem belirlediklerini itiraf ediyorlar. İncelikten, gereken hassasiyetten yoksun çeviriler kaplayacak kitapçı raflarını. 

 

Türkiye’de nitelikli edebiyat eleştirmenliğinden söz etmek mümkün mü? 

Nitelikli eleştirmenler, daha doğrusu nitelikli edebiyatçılar elbette var. Dünyanın her yerinde olduğu gibi, çok kötüleri de var tabii. Ancak etkili, tanınırlığı ve otoritesi olan dergiler, mecralar az, eksik, ayrıca en önemlisi, bu işi yaparak geçinmek artık mümkün değil. Dolayısıyla eleştirmen konumundaki kişi, bir etki alanı oluşturacak ölçüde tanınır olamıyor çünkü her şeyden önce düzenli yazamıyor. Bunun bir nedeni, yakın geçmişte dağıtımın tekelleşmesiyle birlikte bu dergilerin finansal açıdan giderek güç duruma düşmesi ve yerlerini gazete eklerinin almasıydı. O dergilerde yazarak geçinen insanlar artık geçinemez oldular. Gazete ekleri ise bağımsızlıklarını bir dereceye kadar koruyabiliyordu; tanıtım, eleştiri ve incelemeye kıyasla daha fazla yer kaplıyordu. O ekler de kalmadı. Akademisyenlere gelince, ağır bir iş yükü altında, alana her zaman çıkamıyorlar. Şu an nitelikli yazıların çıktığı dergiler, özellikle internette mecralar kesinlikle var. Daha fazla öne çıkmaları, daha belirleyici olmaları arzu edilir. Bu boşluğu sosyal medya figürleri dolduruyor ve bu pek iyi olmuyor. Batı’daki gibi uzun yıllar boyu geleneğini devam ettiren belirleyici dergilerin eksikliği hissediliyor. Bununla birlikte, Batı’yla ilgili her şeyi baş tacı etmemeli. Elbette orada da edebiyat endüstrisi tüm gücüyle hissediliyor, özellikle de pazarlama alanında: “Her şey deha eseri”, “kitapların hemen hepsi elden bırakılmadan okunuyor”, “hepsi hipnotize edici”, “hemen hepsi sadece yılın değil son on yılın en iyi romanı”, vs. vs.

 

Pandeminin Türk edebiyatı üzerindeki etkileri nasıl oldu? 

Düz bir ifadeyle, imkânı olan yazarlar yazabildi, devam edebildi ancak özellikle maddi açıdan güvencesi olmayan genç yazarlar oldukça kötü etkilendi. Netflix gibi kanalların Türkiye pazarına girmesi ve evde kalan insanların daha da fazla dizilere, filmlere yönelmesiyle birlikte birçok yazar, özellikle gençler, biraz da geçim derdiyle, senaryo yazarlığına yöneldi. Sanat, ille de ulvi bir şekilde yoktan var edilen bir şey değil. Shakespeare de geçinmek için yılda iki üç oyun yazıyordu. Dostoyevski de kitaplarını alelacele yazmak zorunda olmasından yakınır, Tolstoy’u kıskanırdı. Kısacası, geçim derdinin yarattığı baskı, kimi zaman yaratıcılığı ve zanaatkârlığı da körükleyebilir. Ancak yapımcıların dizilerde genele hitap etmek konusunda diretmeleri, rekabetçilik ve özellikle küresel şirketlerin kendilerini garanti altına alacak şablonlar dayatmaları belli ki yaratıcılığa hemen hemen hiç alan bırakmıyor. Bu alanda çalışanlar projelerini kabul ettirmekte, kabul ettirdikten sonra da kontrol etmekte zorlanıyorlar. Kısacası, görebildiğim kadarıyla, bu gibi kanallara çalışanlar, özellikle de genç yazarlar, edebiyatları açısından pek kazançlı çıkmadı. Güvencesizlik nedeniyle çok yıprandılar. Sonrasında gelen ekonomik kriz, deprem ve sersemletici seçim dönemi kimse için kolay olmadı. Böyle bir dönemde dünyaya sırtını dönüp yazmak pek kolay olmamalı.

 

EDİTÖR-YAZAR İLİŞKİSİNDE, BATI’DA EDİTÖRÜN DAHA FAZLA İNİSİYATİF SAHİBİ OLDUĞU DA DOĞRU

 

Editörlüğe dair, “Bu işi yavaşlatmak gerekiyor,” diye bir sözünüz var. Hayatını Türkiye’de idame ettirmeye çalışan bir editörün veya çevirmenin, “Geç olsun, güç olmasın,” deme rahatlığı olabilir mi sizce? Olamıyorsa neden? 

Zaman baskısı hiç olmadığı kadar artıyor ve bazı yayınevlerinde editörlerden olmayacak sürelerde iş teslim etmeleri bekleniyor, hatta bu konuda ciddi baskı var. Geçmişte çalıştığım yayınevlerinde iş yükü, bazen de dışarı verilen işin arzu edilen titizlikle yapılamaması nedeniyle –zira dışarıdan çalışan kişi de geçim kaygısıyla üç işi birden yapıyor– kitap baskıya gitmeden önce çıktı üzerinden onlarca değişiklik yapmak zorunda kaldığım, bu nedenle düzelti ve dizgideki arkadaşların iş akışını bozduğum çok oldu. Her şey çok süratlendi ve özellikle bazı yayınevleri kitabın içi konusunda hassas değil. 

 

Batı’da yeni bir kitap basmanın epey zaman aldığını; hatta yazarın, dosyasını yayınevine teslim ettikten sonra eserin birçok süreçten geçtiğini ve yayımlanmasının en az bir seneyi bulduğunu biliyoruz. Bizde kitaplar neden daha kısa sürede basılıyor?

Bu süreçler Batı’da da hızlanıyor ancak dosyaların yayımlanmadan çok önce sonlandığı, yazar yahut yazar adaylarının dosyaları çok daha fazla insana okuttukları, kısacası metinlerin yayımlanmadan önce epey bir süzgeçten geçtikleri doğru. Bunun bir nedeni de, pdf formatı hâline getirilen bu dosyaların ajanslar aracılığıyla, fuarlar yoluyla dünya pazarına yayılmaları. Bu şekilde bir sene sonra basılacak bir dosya, ajanslar tarafından “hakları şu kadar ülkeye satıldı” bilgisiyle dünya genelindeki yayıncılara sunuluyor. Ezcümle, Batı’daki “pazar” çok daha geniş diyelim, bu da planlı programlı çalışmayı gerektiriyor. Söz gelimi, Adania Shibli’nin Küçük Bir Ayrıntı adlı romanını, teliften sorumlu arkadaşım değerlendirmem için İngilizce Word dosyası olarak, henüz hiçbir Batı ülkesinde yayımlanmadan önce bana ulaştırmıştı. Bu bir yana, İngiltere’de yayımlanmış herhangi bir iyi romanı elinize alın, teşekkür sayfasında en az on kişinin adı geçer. Yüz kişinin adı geçtiği de olur ve inanın, bu o kadar da ender değildir. Editör-yazar ilişkisinde, Batı’da editörün daha fazla inisiyatif sahibi olduğu da doğru. Biraz önce editör üzerindeki zaman baskısına değindim. Bunlar büyük ölçüde imkânlarla ve en önemlisi de, yapılarla ilgili konular. Bazen yazarlar, tanınmış yazarlar kitaplarını şu tarihte basılmak üzere teslim eder. Örneğin, olay örgüsüyle ilgili bir sorun gördüğünüzde bunu yazarla paylaşmanız ve elden geçmesi konusunda diretmenizi, her şeyden önce yazar ve yönetim tercih etmeyebiliyor. “Sonuçta senin metnin değil, boş ver,” deniyor. Editör üzerinde hem yazar hem de yayınevi tarafından baskı oluşabiliyor. Genelde hata yahut eksikler ortaya çıktığında editör eleştirilir ancak dediğim gibi, bunlar aslında yapısal sorunlardır. Daha en başta editörün öyle bir inisiyatifi yoktur. 

 

DÜNYADA DA ÇOK DİL BİLEN, DÜNYA EDEBİYATINA HÂKİM FİGÜRLERE RASTLAMAK ARTIK KOLAY DEĞİL

 

Çeviriyle ilgili katıldığım neredeyse her etkinlikte, Türkiye’de sömürü düzeninin artık sona ermesinin ve çevirmenlerin hak ettikleri kazancı elde etmeleri için örgütlenmelerinin çok önemli olduğu vurgulanıyor fakat bu konuda bir arpa boyu yol katedilemiyor. Neden? 

Bu soruya “Şu dönemde hangi alanda yol katediliyor?” diye sorarak yanıt vereceğim. Doktorlar da, öğretmenler de, yayınevi çalışanları da, madenciler de zor durumda. Çeviri; bilgi, görgü ve özen isteyen bir meslek. Ancak sahip olduğumuz, bize ait olan zamanı satarak hayatımızı devam ettirdiğimiz, vakit nakittir düsturuyla soluk aldığımız bir düzende özen, yavaşlamak, uzun uzun düşünmek, ince ince işlemek elbette gözden çıkarılacak şeyler hâline geliyor. Birçok yayınevinin derdi, büyüme adına masraflardan kısmak. Çeviri de, kısılacak bu kalemlerden biri olarak görülüyor. Oysa çevirmenler, bir yayınevi için yazarlar kadar önemli rol oynarlar. 

 

Yayınevleri, geleneklerini neden kaybediyor? Aynı duruma Batı’da da rastlanılıyor mu? 

Gelenekler yerine yayıncılığın geçmişi ile bugünü arasındaki farklara değinmeli belki. Tüm dünyada böyle büyük bir değişim var ama Türkiye gibi, kurumların güçlü olmadığı ve ekonomisi kırılgan, genç bir ülkede bu değişim çok daha sert şekilde yaşanıyor. Aynı sorun, üniversiteler için de geçerli. Türkiye’deki yayıncılık tarihine çok hâkim değilim ama en azından, benim açık şekilde hatırladığım dönemde, yani 80’lerden itibaren yayınevleri, aydınların alanı ve yuvasıydı. Ferit Edgü, Memet Fuat, Enis Batur, Erdal Öz… Bu figürler ya yayınevinin sahibi yahut başındaki kişiler ya da yöneticileriydi. Kısacası, edebiyatçı ve aydın oldukları ölçüde yayın kurulunda da en belirleyici figürlerdi. Evet, o dönemde telif yasası henüz çıkmamıştı, hayat çok daha ucuzdu, insanlar bu gibi işleri yaparak geçinebiliyorlardı, ayrıca darbe sonrası çok farklı bir iklim vardı, henüz alan boştu, aşırı rekabet yoktu, vs. Serbest pazar ekonomisine geçmekle işler hızla değişti. Birbiri ardına büyük yayınevleri açıldı, dağıtımda tekelleşme ve kitapçı zincirleri belirleyici olmaya başladı, telif yasası oyunun kurallarını değiştirdi. Böyle bir dünyada kaçınılmaz olarak finans ve sonrasında pazarlama, adım adım ön plana çıktı – eğitimden tıbba, hemen her alanda bu böyle. Bu gelişmelerin, şimdilerde ‘sahte cennet’ olarak anılan 2000’lerin başında yaşandığını not düşelim. Yani o zaman, ülkede ve dünyada para vardı. Daha geçenlerde Penguin Random House’ın belli başlı editörleri toplu olarak işten ayrıldılar veya çıkarıldılar. Bu editörlerin bir kısmı; tarih, siyaset gibi alanlarda tek kelimeyle otorite konumundaydı. Yerlerine, yeni teknolojilere hâkim ama konularına hâkimiyeti epey şüphe götürür genç ekipler geliyor. Geçen sene Fransız bir edebiyatçıyla konuştum, o da benzer bir şikâyette bulundu: Fransa’da editörlerin artık pazarlama konusunda çalıştıklarından, metinle yeterince uğraşamadıklarından yakındı. Dünyada da çok dil bilen, dünya edebiyatına hâkim figürlere rastlamak artık kolay değil. Kısacası, yönetim katında karar verici konumundaki figürlerin edebiyatla ilişkileri geçmişteki gibi değil. İstisnalar, bağımsız yayıncılar, vs. dışında tüm dünyada bu böyle. Önemli eserleri öne çıkarıp okur kitlelerine aktarabilecek eleştirmen ve edebiyatçılar da, kamu entelektüelleri gibi alan kaybetti, yerlerinden edildi – bu belli açılardan iyi oldu; bu figürlerin bazıları fazla erkek egemen, fazla güçlüydüler. Bununla birlikte söz konusu alan büyük ölçüde dağıldı, herhangi bir merkez kalmadı. Öyle bir ortam yok, bağ ya da kitle yok; böyle bir protokol yok artık. Eleştiri ve dergiler konusunda bunun nedenlerine kısaca değindim. Kâğıt kıtlığının, kur artışının ve yüksek enflasyonun yaşandığı bugünkü tabloda yani o sahte cennet dönemi geçmişte kaldıktan sonra, yöneticilerin birinci tercihi doğal olarak büyümek ve kâr etmek yerine ayakta kalmaya dönüştü. Ancak her şey büyüme üzerine kurulu olunca ticarileşmek kaçınılmaz oluyor, bu yüzden yayınevleri edebî yönden güçlü ancak pek kâr getirmeyen yazarlarından vazgeçmek zorunda kalıyorlar. Gelenek varsa da böyle bozuluyor. Tabii burada yapılan stratejik hataların gelecekteki yansıması hayli ağır olacak. Zira belli başlı yayınevleri sahip oldukları prestiji ve marka değerini tamamen edebiyat yayıncılığı sayesinde edindiler. Şimdi kazanç uğruna bu alanı terk etmeye zorlanıyorlar, böylece zeminlerini kaybedip sıradanlaşıyorlar; özellikle yeni kuşakların belleğinde edebiyat adına temsilî bir yer edinemiyorlar. Kısacası, hem ekonomik krizler hem büyüme ve kâr baskısı; özellikle eleştirel bir duruşu olan, toplumdaki derin çelişkileri ele alan, ilk etapta kolay okunmayan eserlerin basımını güçleştiriyor. Aynılaşma, vasatlaşma, güdükleşme tehlikesi yaratıyor. 20. yüzyılın başındaki o olağanüstü, cüretkâr, modernist atılımın bugün bu yapılarla yaşanmasını hayal bile edemiyor insan. 

 

Hayal edecek gücümüzü tamamen yitirmemek dileğiyle, Cem Bey…

Dergimiz Mikroscope adına size teşekkür ediyorum.