Maltepe Üniversitesi Sivil Havacılık Kabin Hizmetleri bölümünden 2021 yılında mezun olmuş, ardından İstanbul Üniversitesi Marka İletişimi bölümüne geçiş yapmıştır.
Havacılık sektörünün yanı sıra, çocukluğundan beri süregelen ''yazma'' tutkusunu profesyonel bir basamağa taşımak adına, özel bir kurumdan yaratıcı yazarlık eğitimi almıştır. Edebiyatist dergisinde “Kavuşumun Sancısı” adlı hikâyesi ve "Haykırış" adlı kitapta da ‘‘Eksik Yara’’ isimli öyküsü ile yer almıştır. Televizyona duyduğu ilgiyle spikerlik-sunuculuk eğitimini tamamlamıştır. Sanatın iyileştirici gücüne her zaman inanmış ve piyano çalmayı hayatının bir parçası hâline getirmiştir.
Şimdi ise hikâye, makale yazıyor ve sektörde kendini daha da geliştirmek adına senaryo yazma eğitimine devam ediyor.

“Bana en sevdiğin öğretmenini ya da dersi söyle…”

“Çocuklara salgılattığımız her stres öğrenmenin önündeki en büyük engel”

Öğretmen Yazarlar Yayınları’ndan bu yılın başında çıkan ‘’Hocam Bizim Çocuk Hiç Ders Çalışmıyor” kitabı Uğur Erdoğan’ın imzasını taşıyor. Erdoğan ile 20 yıllık öğretmenlik kariyerinin ardından psikoloji alanına geçişini, davranış repertuarlarımızı değiştirmenin önemini konuştuk. 

Uğur Bey merhaba, öncelikle dergimize röportaj vermeyi kabul ettiğiniz için bir kez daha çok teşekkür ederiz. Hoş geldiniz. Uzun bir öğretmenlik kariyerinin ardından psikolojiye geçiş süreciniz var. Bu iki alan da birlikte ilerliyor aslında. Siz bu bağlamda öğretmenliği ve psikolojiyi nerede birleştiriyor, nerede ayırıyorsunuz?

Öğretmenliğin ve psikolojinin birleştiği bir alan diye ayırmıyorum açıkçası. Psikolojinin, kendi hayatımızın içinde olmadığı bir alan yok zaten. Duygu olmayan hiçbir davranış mümkün değil. Beyin yıkama çalışmalarında bile ‘’beyin’’ sözcüğü geçiyor ama orada dahi insanların duyguları manipüle edilerek davranışlarının değiştirilmesi sağlanıyor aslında. Psikolojinin yöntemlerini, psikolojiyle ilgili kuramları öğrendikten sonra bunun çocukların gelişim dönemlerinde, öğrenmenin beyinde nasıl gerçekleştiğiyle alakalı bilgi sahibi oluyorsunuz. E tabii, bu durumda öğretmenlik de biraz daha kolay ve keyifli hale geliyor sizin için. Çünkü bunları bilmediğinizde çocuklar üzerinde anlamlandıramadığınız davranışlar oluyor. Örneğin; bir çocuk okulda çok suskun ya da yaramaz, şımarık olabiliyor. Ama siz bu durumun bağlamına bakmak yerine sadece o davranışını gözlemleyerek düşündüğünüzde, size biraz daha eziyet oluyor. Ancak davranışın bağlamına baktığımızda çocuğun ailevi problemleri, kendi fiziksel ya da zihinsel problemleri olabiliyor. Psikoloji deyince işte bu bağlamlara dikkat ediyoruz. Dikkat edince de meslek hem daha keyifli hale geliyor hem de öğrencilerinize daha faydalı olabiliyorsunuz.

 

Peki, aslında bugün üzerine birlikte konuşacağımız ‘’Hocam Bizim Çocuk Hiç Ders Çalışmıyor’’ kitabını yazmaya sizi iten güç neydi?

Valla ben âşık oldum. Sonunda depresyona girdim. Böyle olunca da stres seviyem yükseldi. Bunu da psikolojiyle bağlantılı olarak biraz açıklayayım size. Aşk insanda oksitosin, serotonin, dopamin gibi hormonları çok ani bir şekilde yükseltiyor. Beyin sanki keyif verici bir maddeyle tanışmış gibi oluyor. Hele bir de bu durum uzun sürüyorsa yavaş yavaş bağımlılığa da gidiyor. İlişkilerde de böyle. Benim için de bu seviyelerin çok yüksek olduğu bir dönemde, aniden ‘’bizim ilişkimiz olmayacak’’ seviyesine geldim. Bu durumda da oksitosin, serotonin, dopamin seviyem birdenbire düştü. Bunu fark edince, bir şeyler yapmalıyım, ne yapsam diye düşündüm. Bunun da çözümü ancak üretim ile mümkün. Çünkü örneğin, bir işi tamamladığınızda, üretim yaptığınızda oksitosin seviyeniz çok yükselir. Benim de daha öncesinde kafamda bir şeyler yazmak vardı zaten. Hatta ilk kitabımı bir çocuk veya masal kitabı olarak yazarım diye düşünmüştüm açıkçası. İşte durumlar böyle olunca oturdum ve yazmaya başladım.  

 

Çocukların öğretmenleriyle olan bağlarından bahsettiğiniz bir bölüm var kitapta. Hatta “Soytarı Öğretmen” hikâyenizden bahsediyorsunuz. Soytarı öğretmen kavramının çocuklara, eğitime kattığı faydalar nedir? 

‘’Bana arkadaşının kim olduğunu söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim’’ diye bir söz var. Ben de şunu iddia ediyorum ve yıllarca da etmeye devam ettim. ‘’Bana öğretmenini söyle, sana en sevdiğin dersi söyleyeyim.’’ Ya da ‘’Bana en sevdiğin dersi söyle, sana öğretmeninin kim olduğunu söyleyeyim’’ derim. Ben kurumsal firmalara ve okullara da eğitime gidiyorum. Orada katılımcılara şunu söylüyorum; mesela ben size iki aşamalı bir anket yapsam. Birincisinde; en sevdiğiniz öğretmeni, ikincisinde ise en sevdiğiniz dersi sorsam büyük ihtimal ders ile öğretmen birbiriyle eşleşir diyorum. Çünkü insan sevmediği bir ortamda sevmediği bir insandan öğrenemez. Öğrenciler de sevdiği öğretmenin dersine yakınlık duyar, o derse girmek ister, ondan daha çok öğrenir. Hatta iş ortamında bile böyledir. İşinizi ne kadar seviyorsanız sevin, sevmediğiniz bir amirle çalışamazsınız. Ama amirinizi çok seviyorsanız işinize de daha çok sarılırsınız. Bu yüzden öğretmenlerin ilk etapta yapması gereken şey o iletişimi, ilişkiyi sağlayabilmesidir. Eğer bu sağlanabilirse, dersin akışı da otomatikman gelişiyor zaten. 

 

Çocukların baskı, stres altında öğrenemeyeceğinin üstünde duruyor, sık sık altını çiziyorsunuz. Bu konuda ailelerin ve eğitimcilerin yaklaşımı nasıl olmalı? Veya bizim toplumumuzda yapılan yanlışlar nelerdir?

Bizde, çocuğa sözel olarak bir şeyi söyleyince, örneğin ‘’Yap!’’ deyince karşıdan davranışsal olarak onun tamamlanacağına dair bir yanılgı var. Ben söyleyince çocuk yapacak gibi. Ama hiçbir çocuktan annesinin, babasının kendisine ‘’Oğlum-kızım ders çalış’’ demesine karşılık ‘’Ay anne ne kadar haklısın ya, ben ne kadar mantıksız düşünmüşüm. Tamam, şimdi odama gidip ders çalışacağım’’ dediğini duymayız. Çünkü çocuğun ders çalışmasını sağlayacak yöntem bu değildir. Yöntemi değiştirmek lazım. Biz yüzyıllardan beri aynı yöntemi uygulayıp, farklı sonuçlar bekliyoruz. Albert Einstein’ın tanımına göre, bir aptallık yapıyoruz aslında. Burada çocuk neden ders çalışmıyor, bunun arkasında yatan duygu, sebep ne? Bunu araştırmamız lazım. Çocuktan, okuldan, aileden kaynaklı illaki bir sebep vardır. Ama bizler okulda veya evde çocuklara stres, kaygı ortamı sağlayıp kızarsam, bağırırsam bu çocuk daha çok ders çalışırmış gibi düşünüyoruz. Ancak beynimizde öğrenmeyi gerçekleştiren, beynin en dışındaki prefrontal korteks diyor ki; ben öğrenirken buraya kan akışının hızlı olması lazım. Bir de limbik sistem var. O da diyor ki ‘’Ben stres anında ya savaş ya kaç tepkisi veririm.”  Biz çocuğu bağırarak limbik sistemi aktif ediyoruz. Bu durumda çocuğun bilinçaltında ‘’ya savaşmam ya da kaçmam lazım’’ olması çok doğal. Yani burada ‘’öğrenmem lazım’’ gibi beyinde bu şekilde bir yapı yok. Ben kitapta da şunu söylemiştim; gülmek, mizah beynin gres yağıdır. Hatta ‘’kahkahanın  ‘ha ha!’ sı ile öğrenmenin ‘haa!’sı arasında büyük bir ilişki vardır’’ diye bir cümle okumuştum. Stres altında öğrenemezsiniz. Stres altındayken, beynimizde sadece ‘’hayatımızı nasıl devam ettirebiliriz?’’ kutucuğu açılır. Ayrıca bugün modern çağda yaşadığımız stres, geçmişten getirdiğimiz hayatta kalma stresinin bir devamıdır. Örneğin; yarınki işe gecikeceğim ya da aslanla karşı karşıya kaldım stresine beyin aynı tepkileri verir, bunları ayırt etmez. Bu yüzden şu an çocuklara salgılattığımız her stres öğrenmenin önündeki en büyük engel.

 

Çocukların çocukluğunu yaşamasına izin vermemizin öneminden bahsettiğiniz bir bölüm var. Çocuklarımıza iyi bir gelecek kazandırmak isterken, fark etmeden neleri onlardan çalıyoruz, yapılan başlıca hatalar nedir?

Bakın bugün terapi odalarının duvarlarını hıçkırıklarıyla çınlatan nice başarılı doktor, avukat, işadamı var. Çocukluğunu yaşamamış olmanın hüznünü, annesinden babasından sevgi görmemiş olmanın üzüntüsünü hâlâ taşıyorlar. O yüzden geçen zamanın telafisi yok. Çocukken çocukluğunu yaşayamamış o çocuğun, büyünce sabaha kadar play station oynamasının, kahvede saatlerce okey oynamasının sebebi tamamen çocukluğunu yaşayamayışından. Hatta ben ikinci kitabımı acaba ‘’Rahat Bırakın Bu Çocukları’’ adıyla yazsam mı diye düşünmüştüm. Ebeveynlerde bir de şu var. Örneğin; akşam eve bir sendromla gelirler. Daha sonra anne baba yemekten önce tartışıp, kavga eder. Sonra çocuğa “Hadi git yat odana’’ muamelesi yapılır. Bu durumda, günün sonunda benim çocuğu idare etmem gerekirken, çocuğun beni idare etmesini bekliyorum. Aslında çocuk da bizim gibi gün içinde duygusal olarak aynı şeyleri okulda vs. yaşıyor. Akşam eve geldiğinde çocuğun bizden istediği çok bir zaman dilimi değil. Yani sen varsın, senin varlığını kabul ediyorum ve senin varlığından, büyüyor olmana şahitlik etmekten mutluluk duyuyorum hissini hissetmek istiyor. Ama anne babalar “çocuk çocuktur, gün içinde bir şey yaşamamıştır, hiçbir şey de anlamaz, hissetmez” gibi düşünerek akşam olduğunda onunla ilgilenmeden, duygusal ihtiyaçlarına dikkat etmeden zaman geçiriyor. Çocuk ağladığında dahi ‘’Odana git, kes sesini’’ diyerek aslında senin duyguların benim için hiç önemli değil demiş oluyorlar. Çocuk şimdi ağladı ama bir dakika sonra o duyguyu, hatırayı, hatta ağladığını da unutacak diye düşünüyorlar. Çocuklar Alzheimer değil ve burada çocuğun aklına kazınacak tek şey anne babasının ilgisizliği. 

 

Peki, çocukların doğayla arasındaki o büyülüğü bağ nedir? Eğitim ile çocuk arasındaki ilişkiyi nasıl güçlendirir?

Hep doğanın içinde bir okul hayalim oldu. Hatta bana kalırsa ben çocukların okula gitmesini bile istemiyorum. Ben acaba insanın mı okula yoksa okulun mu insana ihtiyacı var, bu konuda tereddütteyim. Çünkü sanayileşmenin getirmiş olduğu bir şey bu. Sanayileşmede işgücüne ihtiyaç duyuldu. Bu işgücünü yönetmek için insanları bir bölgede toplayıp, yapıları üst üste yaparak, zamanı geldiği zaman arı kovanından çıkan arılar gibi çıkıp fabrikaya gitmesini, fabrikadan çıkan insanların da etrafa, üretilen paraya, kâra zarar vermeden tekrar aynı şekilde binalara dolmasını sağlamak için diye olduğunu düşünüyorum. Bugün, okula gitmeyeceğini söyleyen bir çocuğa hepimizin söylediği şey; okula gitmezsen diploma alamazsın, diploma alamazsan iş bulamazsın, iş bulamazsan karnını doyuramazsın değil mi? Bu yalan, modern toplumun insana ilk fabrikayı kurduğu andan itibaren söylediği yalan. Diplomasız insanlar da iş bulabiliyor. Hatta bazen öyle bir durum oluyor ki, o tornanın içinden geçmiş birine ‘’Sen Amerika’da okumuş, yüksek lisans yapmışsın. Benim işime çok yararsın’’ diyor. Bunu diyen ise o tornanın içine girmemiş, ilkokul mezunu bir patron oluyor. Bekleniyor ki aldığı eğitim ölçüsünde dünyaya katkıda bulunsun. Ama sistem onun yaratıcılığını, otantikliğini azaltıyor. Aldığı bunca eğitimden sonra ise kişinin otantikliğini, orijinalliğini kaybetmemesi bekleniyor. Ancak sistem nasılsa, sistem içine giren de öyle normal bir insan oluyor. Bunun yanında ilkokul mezunu patron ise otantikliğini kaybetmemiş oluyor. Bizler dışarıda özgünlüğünü kaybetmemiş insanlarla dalga geçiyoruz, hatta bunu kaybetmeleri için baskı yapıyoruz. Sisteme ayak uydurmuş birine ise toplum çok fazla müdahile etmiyor. Yani sistem her şeyi öyle güzel kuruyor ki kişi de orijinalliğini kaybettiğinin farkına varmıyor. Örneğin; kişinin yazı yazmaya, şarkı söylemeye yeteneği var ama buna izin verilmemiş. Onun yerine okula gideceksin, diplomanı alacaksın denilmiş. Çok üzülüyorum çünkü aslında biz bu dünyaya kendimizi bulmaya, gerçekleştirmeye geldik. 

 

Okulda çocuklara sunulan eğitimi “fast food, standart menülere” benzetiyorsunuz. Ayrıca, öğretmenlerin “hata radarı” yerine “yetenek radarı” olmaları gerektiğini vurguluyorsunuz. Bu kavramları biraz açabilir misiniz? Yaratıcılığın eğitim hayatındaki önemi nedir? Eğitimde nasıl yanlışlar yapılıyor?

Örneğin trafikte karşı yönden gelen bir araç size ileride radar olduğunun haberini vermek için selektör yapar, siz de hızınızı yavaşlatırsınız. Çünkü eğer yavaşlamazsanız, polis ileride size ceza kesecektir. Şimdi biz de sınıfta öğretmen olarak, hayatta anne baba olarak aynı şeyi yapıyoruz. Çocuğun bir hatasını gördüğümüzde trafik polisi gibi yakalayıp, cezasını kesip, gönderiyoruz. Buradaki fark, trafik polisi kısa süreliğine önlem almak için yapıyor bunu. Ama eğitim böyle bir şey değil. Eğitim çocuğun hayatı boyunca devam edecek. İşte o zaman öğretmeni tarafından radara yakalanan çocuk, radara yakalanmamayı öğreniyor. Yani ‘’Sen bu hareketi yaptın, gördüm, cezan da bu’’ dediğinde çocuk aynı şeyi yapmaya devam edip, radara nasıl yakalanmayacağını düşünüyor. Bizim eğitim tamamen bunun üzerine kurulu. Öğretmen burada ben onu yakaladım, cezasını verdim ve bir daha asla aynı hatayı yapmayacak diye düşünüyor. Ama bu mümkün değil. Hangimiz aynı hatayı yapmadan büyüdük ki? Ben bisiklet sürmeyi bile aynı hatayı on gün üst üste yaparak, düşerek öğrendim. Bunu öğrenirken bile ‘’Dik dur, direksiyonu düz tut, önüne bak, bisikleti sürmeyi öğreneceksin” diyorlar. Böyle bir şey mümkün değil. Çünkü beyin pratik yaparak ustalaşıyor. Bizler hep mükemmel olanın peşindeyiz. Ama çok güzel bir söz vardır; ‘’Mükemmel iyinin katilidir’’ diye. İyiyi översen mükemmele doğru gider, övmezsen iyi gitmeyecek zaten. Aileler bazen, hocam çocuğu özele mi yoksa devlet okuluna mı gönderelim, hangisi iyidir? sorularını soruyorlar. Ben de işini, öğrencisini seven bir öğretmene gönderin diyorum. Bizde şöyle bir şey var; para verdiğimiz okulun devlet okulundan daha iyi olduğunu düşünüyoruz. Oysa öyle bir şey yok. Özel okula gidip, benim çocuğuma ne verebilirsiniz? diye sorduğunuzda sınava hazırlarız, ikinci bir dil eğitimi veririz, spor dallarıyla ilgili şeyler yaparız gibi şeyler söyleniyor. Bunlar ebeveynlere çok güzel geliyor. Ben bunu şuna benzetiyorum. Aslında zaten standart olan bir menünün yanında size bir tane soğan halkası, içeceği duble (örneğin etüt) hediye ediyorlar. Aynı şey devlet okulunda da var oysaki. Eğitim dediğim zaman çocuk için önemli olan şey o soğan halkasını yemek mi, yoksa bunun yanında çocuğa başka şeyler de katabilmek mi? Ben şuna inanıyorum. Eğer bir çocuğu duygusal anlamda tatmin, mutlu etmezseniz belki derslerde başarılı olmasını sağlayabilirsiniz ama girdiği ilk iş yerinde mobbinge uğrayınca intihar etmesinin önüne geçemezsiniz. Çünkü psikolojik bir dayanıklılığı yok. Bu hayata neden geldiğini, kime, niye hizmet ettiğini bilmiyor. Böyle biri ileride ya maddi şeylere çok değer verip manevi şeyleri önemsemeyecek ya da bir zorluk karşısında dayanamayıp istifa edecek. Çok iyi yetiştirdiğimizi düşündüğümüz çocukların üniversitede uyuşturucu bağımlısı olduğunu görüyoruz. Bunların hepsi duygusal olarak açlık hissedip çocukların kendilerini doyurmak için yaptıkları şeyler. Ben demiştim ki; çocuklarınıza öyle güzel, öyle içten gülün ki, hiç kimse bana annemden ve babamdan daha güzel gülmez desinler. Sizin gülüşünüz onları öyle sarsın ki hiçbir kötü niyetli insanın gülüşüne aldanmasınlar. Çünkü o çocukları kötü yola götüren tek şey, anne babaları yerine başkalarının güzel gülüşlerine kanmaları. 

 

Peki ailelere ne söylemek istersiniz buradan? Belki büyük bir adım atıp sistemi kökten değiştiremezler ama evlerindeki sistemi ancak onlar değiştirebilirler. Adım atmaya nereden başlasınlar?

Bir önceki soruda söylediğim gibi, çocuklarınıza öyle güzel gülün ki hiç kimse bana annemden ve babamdan daha güzel gülmedi, o yüzden senin yalanlarına inanmam deyip kötü yollara düşmesinler. Burada benim dikkatimi çeken bir şey daha var. Hepimiz aileden getirdiğimiz repertuarlara sahibiz. Bu repertuarın dışına çıkamıyoruz. Bilgelik bu repertuarın dışına çıkabilmek aslında. Bir şarkıcıya, şu şarkıyı söyleyebilir misiniz dediğimizde, o şarkı benim repertuarımda yok diyebiliyor. Siz de kendi içinizden, her yerde bu şarkı çalıyor, nasıl repertuarında olmaz diyorsunuz. Aslında şarkıcı burada, şarkıyı duymuş olabilirim ama notalarına, vurgularına çalışmadım demek istiyor. İşte ben davranış repertuarlarımızı da buna benzetiyorum. Mesela babamın annemden hiç özür dilememiş olması. Baktığınızda, çocuk özür dileme eylemini her yerde gördü ama kendi ailesinde yok. Eğer bu kendi repertuarında olsaydı, özür dilemeyi çok rahat gerçekleştirebilirdi. Bu yüzden çocuklarımızın nasıl davranmasını istiyorsak, bunları davranış repertuarlarına eklememiz lazım. Eğer çocuğunuzun kadınlara kötü davranmamasını istiyorsanız, ilk önce siz davranmayacaksınız. Ve çocuğunuzda aksini gördüğünüzde ‘’Ben seni böyle yetiştirmedim, kız arkadaşınla böyle konuşamazsın’’ demeniz gerekiyor. Ama bizde tepkiler böyle değil. Sınıfta bazen beslenmesini unutan çocuklar oluyor. Hiçbir zaman sınıfta ‘’Hadi beslenmenizi arkadaşınızla paylaşın’’ demem. Bunun yerine beslenme getirmemiş çocuğa ‘’O kadar şanslısın ki seninle yemeğini paylaşacak 28 tane arkadaşın var’’  der ve giderim. Sınıfa döndüğümde o çocuğun önünde yiyemeyeceği kadar yemek olur. Ama siz çocuklarınıza yemeğinin hepsini kendin ye, kimseye verme derseniz o çocuk paylaşmayı öğrenemez. Ya da sınıfta çocuklar kavga edip, yanıma birbirlerini şikâyet etmeye geldiklerinde onlara, ‘’Herkes gibi sizin de arkadaşlarınızla sorunlarınız olabilir. Biz genelde bir sorunumuz olduğunuzda oturup, konuşuyoruz. Siz de dışarda bir konuşup gelin. Eğer sorununuzu çözemezseniz tekrar konuşuruz’’ derim ve o çocuklar her zaman sınıfa gülerek, problemlerini çözmüş şekilde girerler. Bu yöntem bugüne kadar hiç şaşmadı. O yüzden çocukların yapmasını istediğiniz davranışları ‘’Yap!’’ diye söylemek yerine, ima ederek, senden bu davranışı görmeyi isterim mesajını vererek repertuarlarına eklemelisiniz. Anne babalar çocuklarını istediklerini yapmaları konusunda zorlamasınlar. Onları problemleriyle baş başa bıraksınlar. Çünkü çocuklar gerçekten doğru yolu biliyor, buluyorlar. Eğer çocukları hakkında çözemedikleri bir problem olursa da öğrensin, araştırsınlar. Günümüzde bilgiye ulaşmak çok kolay. Bu durumlarda hiçbir karşılık beklemeden yardım eden kuruluşlar bile var. Yeter ki aileler sorunlara anlık değil kalıcı çözümler bulmak istesinler.

 

Son olarak, Mikroscope gibi e- dergilerin edebiyatımızdaki, ülkemizdeki yerini nasıl görüyorsunuz? Siz kitabı elinize alarak okumayı mı seviyorsunuz, yoksa çevrimiçi mi? 

Alışkanlıklarımız değişiyor, teknoloji gelişiyor bunu inkâr edemeyiz. Televizyon bile artık günümüzde ‘’second screen’’ oldu diyebiliriz. Biz de günümüze göre evrilmek, değişmek zorundayız. Bana sorarsanız ben kitabı koklaya koklaya okumayı, altını çizmeyi severim. Mesela geçenlerde elime üniversiteden bir kitabım geçti. Oraya şiir gibi bir şey yazmışım. O duyguyu, ders çalışırken çalışmak istemeyişimi tekrar hissettim. Sanki tekrar öğrenci oldum. Ama diğer açıdan baktığımızda da, e- dergilerden, internetten bir şeyler okuyabilmek güzel. Kitaplar ağırlık yapıyor. Ben onun yerine on tane kitabı telefonuma yükleyip gittiğim yerlerde okuyabiliyorum. Ama bana sorarsanız evimde, kahvemle kitabımı elime alıp, koklayarak okumak daha çok hoşuma gider.