Feyza Hepçilingirler ile Mikroscope olarak tadımlık bir söyleşi yaptık ve kıymetli yazarımıza, son romanı Zesto Psomi’den yola çıkarak, aidiyet ve kimlik üzerine düşüncelerini sorduk. Kitapla ilgili daha derin bir söyleşiyi gelecek sayımızda bulabilirsiniz. 

 

Son romanınız Zesto Psomi (Sıcak Ekmek), mübadelenin izini sürerek, insanın kaçınılmaz gerçeği olan “zorunlu göç”e yer veriyor. Girit-Ayvalık arasında yaşananlar insanlık tarihinin hangi açmazlarına yer veriyor? 

“İnsanın kaçınılmaz gerçeği…” İşte sorun burada. Niye kaçınılmaz? Niye kapalı kapılar ardında yapılan birtakım pazarlıklarla insanlar yaşadıkları yerlerden sökülüp başka yerlerde yaşamak zorunda bırakılıyor? İnsan kendi isteğiyle yaşama alanının değiştirebilir. Daha mutlu olacağı, rahat edeceği, daha çok para kazanacağı umuduyla ya da başka herhangi bir nedenle, doğup büyüdüğü yerden ayrılıp başka yere gidebilir. Ama yaşamını kurduğu ve sürdürmek istediği yerden, hatta yaşamı noktalandığında sonsuza dek kalmak istediği yerden “Sen artık burada yaşayamazsın, topla eşyanı, git,” denerek zorla koparılması acımasız sözcüğünün hafif kalacağı kadar büyük acımasızlık. 

Mübadillerin en çok yerleştirildiği yerlerden biridir Ayvalık. Nedeni çok acıklı. Mübadele öncesi nüfusunun çoğunluğunu oluşturan Rum nüfus da Mübadeleye tâbi tutularak göçe zorlanmış. Onlara da “Siz gitmek zorundasınız. Çünkü artık bizden değilsiniz. Burada sizi istemiyoruz,” denmiş. Benzer bir dışlanmışlık, reddedilmişlik duygusunu her iki taraf da yaşamış. Girit’ten gelenler Yunanistan’ın farklı yerlerinden gelen mübadillerin çektiği sıkıntılara eklenen bir de dil zorluğu yaşamışlar. Türkçe bilmedikleri için dışlanmışlar. Adadan Türk oldukları için değil, Müslüman oldukları için uzaklaştırıldıkları halde, geldikleri topraklarda yeterince Müslüman sayılmayıp “yarım gâvur” diye itilmişler. 

Bence insanlık tarihinin en büyük açmazlarından biri, konuşup görüşülerek sonuca ulaştırılamayan sorunların çözümünü insanları kelle hesabıyla bir yerden kaldırıp başka yere sürülmekte aranmasıdır. Zorunlu göç, insanın en büyük, en önemli hakkı olan yaşama hakkına karşı yapılmış bir darbedir. Göç yollarında kaç canın heder olduğunun hesabı tutulmadığı gibi, göç acısı yaşayanların, onların çocuklarının, torunlarının bile hangi duygusal açmazlara düştükleri kimsenin merakını uyandırmamıştır. 

Bu açmazların yarattığı trajedilerin, bugün çehre değiştirseler bile özünde hiç değişmemiş olmasını neye bağlıyorsunuz?

İnsanlığın teknolojik olarak ilerlemiş olması, biyolojik olarak gelişmesini sağlayamadığı gibi, insanlıkta ilerlemesini de sağlamamış ne yazık ki… Belki de “insanlık” denince sevgiyi, yüce gönüllülüğü anlamakta direnenler yanılıyordur. Belki insan olma durumu, hayvan familyasının özelliklerini taşıyan bir canlı türü olmaktan öteye gidememiştir. Hayvan türlerinden hiçbiri kendi soyundan hayvanlara, kendisine zararları dokunmadığı sürece dokunmazken insan denen yaratık kendi türünün üyelerini erkek – dişi, büyük-küçük ayırmadan acımasızca öldürebilmekte. İsrail’in Filistin’de uyguladığı soykırıma ve bunu yalnızca izleyen “insanlık”a baksanıza! Adına “av” diyerek zevk için hayvan öldürmekten ne farkı var? 

Sizce edebiyat, savaşların ve buna bağlı olarak gerçekleşen zorunlu göçlerin yarattığı aidiyet ve kimlik sorunsalına bir merhem olabilir mi?

Acıyı azaltacak bir merhem, belki… Ama sağaltıcı bir merhem olamadığı ortada! Edebiyatın önleme, iyileştirme gücü olsaydı bugün yaşanan acıların hiçbirinin yaşanmaması gerekirdi. Yalnız edebiyat değil, yüzyıllardır, binyıllardır yazılan milyonlarca, milyarlarca kitap; savaş acısını yürekleri kanatan duyarlılıkla duyuran gözyaşı dolu türküler, Guernica’lar, hiçbiri ama hiçbiri insanın içindeki o yırtıcı, o yabanıl doğayı evcilleştirememiş.