Yeditepe Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo, Sinema - TV Bölümü mezunu. Uluslararası Basın Enstitüsü’nde gazetecilik eğitimi aldı. Bahçeşehir Üniversitesi'nde Küresel Siyaset ve Uluslararası İlişkiler alanında yüksek lisans yaptı. Gazeteciliğe Mediacat dergisinde başladı. Hürriyet İnternet Grubu’nda editörlük yaptı, sitenin sosyal medya hesaplarını yönetti ve Yenibiriş Dünyası dergisini hazırladı. Yasakmeyve dergisinin Yazı İşleri Müdürlüğünü görevinde de bulunan Ercan, Varlık ve Sıcak Nal edebiyat dergileri için söyleşiler de yaptı. Babası Enver Ercan için “Enver Ercan: Sen Sözcüğün Tekisin” ve “Enver Ercan: Ben Şiirimi Yazarım, Sonsuzluk Varsa Gider” başlıklı iki kitap hazırlayan Ercan, biri Avusturya’da “Muhsin Akgün – “5”; biri Türkiye’deki Avusturya Konsolosluğu’nda “Ulaş Tosun - Permanently Temporary” olmak üzere iki serginin proje yöneticiliğini yaptı. Kadir Has Üniversitesi’nde uzun yıllar dijital iletişim alanında çalıştı. Yine aynı üniversite bünyesinde Modern Türk Edebiyatı Sempozyumları düzenledi. Ercan, son olarak Mikroscope dergisinde Yayın Koordinatörü olarak görev yapmaktadır.

Yazar Neslihan Önderoğlu’nun yeni romanı Cüret kitapçılardaki yerini aldı. Everest Yayınları’ndan çıkan kitap Gül, Resul ve Oğuz karakterleri üzerinden toplumca dışlanan, kenara itilen, ötekileştirilenlerin hikâyelerini anlatıyor. Cüret, okurken insanı gerçeklerle o kadar yüzleştiriyor ki rahatsız oluyorsunuz. Yazarın bu konudaki yaklaşımı ise edebiyat anlayışı hakkında ipucu veriyor: “Ben üslup kadar hikâyenin de önemine inanırım. Ve anlattığınız mesele mutlaka okurun içinde bir teli titretmeli, düşündürmeli, mümkünse canını yakmalı diye düşünürüm. Bu nedenle rahat okuma vaadiyle yazmıyorum.”

Cüret’i, Aylan Kürdî’ye ithaf etmişsiniz. Bu ismi görünce bir süre kendime gelemedim ve Aylan bebeğin o akıllara kazınan fotoğrafını açtım. Hemen yanında şöyle yazıyordu: 2 Eylül 2015’te ailesiyle birlikte Muğla’nın Bodrum ilçesinden Yunanistan’ın İstanköy adasına şişme botla geçmeye çalışırken annesi ve kardeşiyle birlikte boğularak hayatını kaybeden üç yaşındaki Suriyeli Kürt çocuk. Ülkemizdeki mülteci sorununun bir özeti gibiydi o fotoğraf. O günden bugüne baktığınızda neler görüyorsunuz? 

Ne yazık ki o günden bu yana giderek kötüleşen bir tablo var. Suriye’den, Afganistan’dan, Afrika ülkelerinden gelmiş ve çoğu kayıt dışı göçmenlerin sayısı inanılmaz boyuta ulaşmış durumda. Bu durum göçmenlere sunulan şartların hiçbir iyileşme göstermemesi dışında hem ekonomik açıdan hem de demografik açıdan ciddi bir problem olmaya devam ediyor. Ve öyle görünüyor ki bu problem artan şekilde var olmaya devam edecek.

Roman, “Tiktak. Duvardaki saatte üst üste titreşen iki siyah kol. Saatin beyazında. Siyah ceket giymiş bir adam kollarını havaya kaldırmış bana el sallıyor. Hep babama benzetiyorum onu” cümleleriyle başlıyor. Saatin varlığı, çalışıp çalışmaması belirleyici bir unsur; zamana vurgu göze çarpıyor. Zaman sizin için ne ifade ediyor? Kaybettiklerimiz zamanın neresinde, Gül’ün babası gibi?

Zaman ve hafıza kavramları üstüne çok düşündüğüm şeyler. Daha önce Filler ve Balıklar isimli öykü kitabımda da hafıza temalı öyküler yazmıştım. Bence hafıza zamanın retoriğidir. Bu nedenle zaman esnek, uzayıp kısalabilen, kişinin algısına göre farklı boyut ve şekle bürünebilen bir kavramdır. Ve geçmişteki herhangi bir olay farklı kişilerce farklı hatırlanır çünkü adeta yeniden yazılır.

Roman karakterlerinden Gül, küçük yaşta babası tarafından İstanbullu bir aileye satılıyor. Eski ismiyle Ceylan Aziz, yani Gül; çok çocuklu bir ailenin kızı ve babasının parası kalmayınca muhtarın yardımıyla İstanbul’da Aliye Hanım ve Reşât Bey’in kızı oluyor ve aslında hikâye buradan başlıyor. Ailenin amacı, evlatlık edinmek değil, özürlü oğulları Oğuz’a bakımını üstlenen bir hizmetçi almak. Aliye Hanım’ın sevgisizliğiyle hayatı mahvolan bir kıza dönüşüyor Gül, çok kısa sürede. Son yıllardaki mülteci sorununu ve onun yarattığı çocuk gelin / genç kız satışlarını düşünürsek, bu hepimizin bildiği bir gerçek. Toplum olarak malum sırların üzerine neden gitmiyoruz, onun yerine kanıksamayı seçiyoruz?

Besleme kavramı aslında bizim coğrafyamızda çok geleneksel bir kavram. Belki zaman içinde sadece değişik isimlere büründü. Bunu mültecilerle doğrudan ilişkilendirmeyi doğru bulmuyorum. Bu daha çok zenginlik-yoksullukla ilgili bir şey.

Üç karakterin hikâyesi anlatılıyor Cüret’te. Gül, Resul ve Oğuz. Üçü de toplumun kenarında kalmış, sesleri kısılmış ya da sesi kısık kalmış kişiler. Gül, Arap bir ailenin ismi değiştirilen kızı; Resul, ikiz kardeşinin ölümünde kendini sorumlu tutarak büyüyen ve baba mesleğinden başka bir meslek düşünmeden, tekdüze hayatı seçen bir oğul; Oğuz ise doğuştan engelli. Annesi ve babasının, özellikle annesinin bir yük, kendisi kaynaklı bir defo olarak gördüğü bir karakter. Bu üç karakteri bir araya getirmenizdeki itici güç neydi?

Aslında Gül ve Oğuz’un hikayesini anlattığım “Kestane Ağacı” isimli bir öyküm vardı ikinci öykü kitabım Mevsim Normalleri’nde. Ama o öykü benim aklımda bir türlü bitmemişti. Aradan geçen yıllarda bu iki karakteri çok düşündüm ve onları o evin içinden çıkarabilmeyi istedim. İşte bu noktada komşu Resul ortaya çıktı. O da kendine ait hikayesi olan bir öteki aslında ve Gül ile Oğuz’u gidecekleri yere ulaştırmaya çalışıyor.

Antikacı Resul’un, Japon porselen onarma sanatı Kintsugi’ye meraklı olması, kendini meşgul etmek için sürekli porselen parçacıklarını araması geçmişi sürekli onarmaya çalışmasından kaynaklanıyor olabilir mi?

Resul çocuk sayılabileceği bir yaşta ikiz kardeşini kaybetme travması yaşamış bir insan. Üstelik denizde boğulurken ona yardım edip kurtaramadığı için hep kendini suçlamış biri. Kardeşinin ölümünden sonraysa adeta onun yaşayacağı muhtemel hayatı yaşıyor. Bir türlü kendi olmayı, kendi seçimlerini yapmayı başaramıyor. Belki Gül ve Oğuz’a yardım etmek istemesinin altında yatan neden de bu.  

“Her şeyde kusursuzluğu aradığımızı düşündüm. Kırışıksız yüzler, çürüksüz meyveler, pırıl pırıl eşyalar, çiziksiz telefonlar, rengi solmamış giysiler, lekesiz camlar. Oysa bir şey hem kusurlu hem de güzel olabilirdi. Hatta kusuruna rağmen değil, bilakis o kusur sayesinde güzel olabilirdi.” Resul’un gözünden kusursuzlukla ilgili bu cümleleri okuyunca aslında bir hastalık gibi sürekli “en yeni, en güzel” üzerine kendimizi kurarak var olan kapitalist düzene hizmet ettiğimizi düşündüm. Bu üretilen ve yaygın hale getirilen his, kusursuzluk peşinde olmak, bizi aslında körleştirmiyor mu?

Evet öyle. Bu kusursuzluk anlayışı ve mükemmeli arayış bizi hayatın bütününü görmek ve kavramaktan alıkoyuyor. Kapitalizm tarafından aslında tamamen tüketime dayalı bir estetik anlayışı dayatılıyor. Oysa bir şey bütün hataları ve kusurlarına rağmen hatta bizzat onlar yüzünden bile güzel olabilir. Bizim bakışımızla ilgili bir şeydir bu. Bakmayı yeniden öğrenmek gerek belki de.

Gül’ün yedi senedir bakımını üstlendiği Oğuz ile cinsel ilişkiye girmesi, sonrasında da annesinin sarı geceliğini çıkarmaması, bunun düzenli hâl aldığını hisseden Aliye Hanım’ın “ölürüm de oğlumu sana yâr etmem” düşüncesinden yola çıkarak oğlunu öldürme planları ve Gül’ün elinden yaşamına son verilmesi; sonrasında buzdolabında ölüsünün saklanılması… Hikâyenin gerçeküstü olarak algılanabilecek yanları var. Okuyucunun gerçekle olan bağını ya engellersem gibi düşüncesiniz hiç oldu mu?

Bu saydıklarınızın hiçbirinin gerçeküstü olduğunu düşünmüyorum. Bugüne kadar böyle bir geribildirim de gelmedi okurdan. Ayrıca bunlar gerçek hayatta olmayacak, yaşanamayacak türden olaylar değil. Kaldı ki biz kurguyla uğraşanların her zaman söylediği gibi gerçek hayat her zaman kurgudan bir adım öndedir. Örneğin bunu yazsam kimse inanmaz dediğiniz şeyler okursunuz üçüncü sayfa haberlerinde. 

Gül’ün köyündeki tilkinin kümesteki hayvanları çalmasının kendi doğası gereği olduğunu, getirildiği evdeki Aliye Hanım’ın davranışlarının da saf kötülük olduğunu görüyoruz. Kötülüğü seçmemizin altında neler yatıyor? İyiliği seçmek neden bu kadar zor?

İnsanın hangi saiklerle düşünüp hareket ettiğine bağlı bir şey bu. Eğer Aliye özelinde konuşacak olursak kendini affedememiş, önce ölü sonra sakat bir çocuk doğurmuş olmanın acısını üstünden atamayıp bunu bir eksiklik olarak üstünde taşımış bir kadın. Böyle birinin eve gelen besleme bir kızı kendi eşitiymiş gibi görüp ona iyi davranması mümkün değil diye düşündüm. Bir de ben bütün insanların temiz bir sayfa gibi doğuştan ne iyi ne de kötü olduğuna inanmam. Çünkü her şeyden önce içine doğduğunuz bir aile ve genetik bir miras var. 

Cüret’in insanı rahatsız eden bir yanı var. Gerek karakterlerin seçimleri, olay örgüsü ve karakterlerin geçmişleri kolay akıldan çıkacak cinsten değil. Önceki röportajınızda şöyle diyorsunuz: “Sırtüstü uzanıp okunacak öyküler yazmak istemiyorum.” Bu cümle üzerinden yazın anlayışınızı anlatır mısınız? 

Ben üslup kadar hikâyenin de önemine inanırım. Ve anlattığınız mesele mutlaka okurun içinde bir teli titretmeli, düşündürmeli, mümkünse canını yakmalı diye düşünürüm. Bu nedenle rahat okuma vaadiyle yazmıyorum. Bunun dışında tamamen kendiyle meşgul, bir iç dökümü, varoluş bunalımı anlatan, dişe dokunur bir olay örgüsü olmayan bir metni yazmaktan da okumaktan da hoşlanmam.

Resul’un, babasının ölümünden sonra iyice içine kapanan annesini mutlu etmek için nişanlandığı Şengül’ü merak ettim. Şengül, Resul’un içinde yaşadıklarının farkında mıydı, neydi onu Resul’le bir araya getiren?

Şengül romanda silik bir karakter aslında. Resul’e annesi tarafından eş olarak uygun görülmüş bir akraba kızı. Aralarında herhangi bir çekim ya da bağ yok. Sadece büyükleri öyle istediği için evlilik yoluna girmişler. 

Geç yazmaya başladığınızı, gerekli şartların oluşmasını beklediğinizi söylüyorsunuz. Şunu merak ediyorum; şartlar oluştuktan sonra “ya olmazsa ya beceremezsem” dediğiniz anlar oldu mu? Paniklediniz mi? Yola nasıl devam ettiniz?

Böyle bir endişem neden olsun ki? Sonuçta her yazar öncelikle kendisi için, kendisini ifade edecek başka bir yol bulamadığı için yazar. Tıpkı bir ressamın resim yapması ya da bir müzisyenin beste yapması gibi. Kimsenin okuması, görmesi, dinlemesi umurunda değildir. En kötü ihtimalle ne olabilirdi? Yazdıklarım bir yayınevi tarafından beğenilmez, basılmaz ve okura hiç ulaşamadan bilgisayarımda kalırdı. İnanın bu hiç umurumda olmazdı.

Bir röportajınızda her gün düzenli olarak yazdığınızı belirtmişsiniz. Bu hâlâ geçerli mi? Neslihan Önderoğlu’nun yazma/çalışma düzeni nasıl?

Ben bunu bir ödev gibi gördüğüm için değil, başka türlü rahat edemediğim için yapıyorum. Film seyretmek de bunun gibi benim için her gün film izlemeden, sinema ile ilgili yazılanları okumadan huzurlu olamam. Yazı da böyle.