İstanbul-Beyoğlu'nda doğdu. Yeditepe Üniversitesi Türk Dili ve
Edebiyatı Bölümü’nü bitirdi. 2015'ten beri Medyascope'un bir
parçası. Medyascope'ta editörlük ve muhabirlik yapıyor. Güne
Bakış'ın bir dönem editörlüğünü üstlendi, Haber Hafta Sonu ve
Gökkuşağı Bülteni'nin editörlüğüne devam ediyor. Her sabah
gündeme dair gelişmeleri Medyascope'un podcasti Güne
Başlarken'de anlatıyor. Güncel siyaset ve toplumsal gelişmeler ile
ilgileniyor.

Kadınca Bilmeyişlerin Sonu: Aile kurumu güzellemelerine isyan

 

Sosyolog Duygu Çayırcıoğlu, İletişim Yayınları’ndan çıkan “Kadınca Bilmeyişlerin Sonu-1960-1980 Döneminde Feminist Edebiyat” adlı kitabında, Türkçe edebiyat evreninde gelişen ön-feminizme ışık tutuyor. Nezihe Meriç, Sevim Burak, Sevgi Soysal, Leylâ Erbil, Adalet Ağaoğlu, Füruzan ve Tezer Özlü’den seçtiği sekiz romanda, ataerki ve ataerkil aile kurumunun sorgulanmasını inceleyen Çayırcıoğlu, “Bu kadınlar, erkeklerce belirlenmiş bir edebiyat düzleminde kendi edebî söylemlerini inşa etmeyi başarmış” diyor.

 

Bu kitabı yazmaya nasıl karar verdiniz, fikir nasıl ortaya çıktı?

 

Bu kitabın hikâyesi aslında doktora tezime uzanıyor. Çalışmama 1960-1980 edebiyatında ön-feminizm incelemesi fikriyle başladım. Araştırmaya koyulduğumda, daha önce kadın hareketinin iki dalgası arasındaki boşluğa ve bu dönemin edebiyatına işaret edenlerin olduğunu gördüm, yani düşüncemde yalnız değildim. Ama bu edebî ürünlerin feminist düşünceye ne yönde ve nasıl kapı araladığı hakkında, metinlere eğilen detaylı bir inceleme yapılmamıştı. Edebiyat üzerinden yürütülen çalışmalar ağırlıklı olarak Osmanlı kadın edebiyatı ve Cumhuriyet’in ilk dönemindeki eserlerle sınırlıydı. Bu bağlamda üzerinde yeterince durulmayan bir döneme, 1960 ve 1980 yılları arasına odaklandım… Bilindiği gibi, 1960’lı ve 1970’li yıllarda Batı’daki feministlerin gündeminde olan meselelerin Türkiye’deki feministlerin gündemine girmesi, bilinç yükseltme faaliyetleri ve eylemli, örgütlü bir hareketin gelişmesi için 1980’lere kadar beklendi. Bu nedenle, 1960-1980 arasının ayrıca irdelenmesi gereken bir dönem olduğuna karar verip yola koyuldum…

Çalışmamda ön-feminizm terimini, Batı’da 1960’larda yükselen kadın hareketinin Türkiye’deki yirmi yıllık gecikme yıllarında bir şekilde kendine temas edecek noktalar bulduğunu, bilinçli ya da bilinçsiz bir karşılık gördüğünü vurgulamak, bu anlamda bir ön-feminizmden, ön-tarihten bahsedilebileceğine dikkat çekmek için kullandım. Bu yıllar özelinde Türkçe edebiyatta, bu durgun yılların kadın sözü, kadınların kadınlık durumu üzerine düşünmesi ve feminist düşünce açısından sanıldığı kadar pasif geçmediğini göstermek istedim kitabımda.

 

Kitapta Nezihe Meriç’in Korsan Çıkmazı, Sevim Burak’ın Yanık Saraylar’ı, Sevgi Soysal’ın Tante Rosa’sı ve Yürümek’i, Leylâ Erbil’in Tuhaf Bir Kadın’ı, Adalet Ağaoğlu’nun Ölmeye Yatmak’ı, Füruzan’ın Kırk Yedi’liler’i ve Tezer Özlü’nün Çocukluğun Soğuk Geceleri incelenmiş. Neden özellikle bu yedi yazar ve eseri?

 

Geleneksel çizgiden ayrıksı duruşları, özgün ve yenilikçi edebiyat anlayışları ve tabii ataerkil toplumla olan meseleleri onları seçmemde ilk etkendi. Diğer bir ölçüt ise Bildungsroman türüydü. Eserlerin birer kadın Bildungsromanı gibi yazılmış olmalarına dikkat ettim; metinlerin ana karakteri olan kadınların “büyüme-gelişme” anlatısı içerisinde kurgulanmaları, bana daha fazla hareket alanı, gözlem imkânı sunacaktı. Bildungsroman, kadınların toplumsal cinsiyet rolleri etrafında özne olarak inşa edilirken geçirdikleri evrelere daha yakından bakabilmek ve kadınların ataerkil toplumda kadın olmaya dair bilinçlenip bilinçlenmediklerini görebilmek için çok elverişli bir kaynak. 1960’ların sonuyla birlikte kadın Bildungsromanlarında ciddi bir artış olur. Çalışmamda ele aldığım yazarların kitaplarına da ivme kazanan bu eğilimin yansıdığını düşünüyorum. Bu çizgiyle örtüşen ve 1960-1980 arasında yayımlanmış iki kitabı olan Sevgi Soysal’ın diğer altı yazardan farklı olarak iki kitabını birden değerlendirmeye aldım. Sevim Burak’ın kitabı ise, Bildungsroman olmamasına rağmen işlediği konular açısından genel iddiamla uyum gösteriyordu. Özellikle, kadın yazını tartışmasında yeni bir biçim yaratma örneği olarak es geçilemeyecek bir metindi. O yüzden onu da analizlere dahil ettim.

 

1960-1980 döneminde “feminizm” kabul edilmeyen, adının anılmadığı, anıldığında da olumsuz yaklaşılan bir kavram. İncelediğiniz yedi yazar aslında feminizm duyarlılığının edebiyatta yol alış biçimini gözler önüne seriyor. Seçtiğiniz yedi yazarın ve eserlerinin ortak özelliği nedir?

 

Aslında bu sorunun yanıtı bir önceki soruya verdiğim cevapta da gizli. Belki, üstüne şunları ekleyebilirim: Meriç, Burak, Soysal, Erbil, Ağaoğlu, Füruzan ve Özlü, geleneksel edebiyata direnme ve onunla uzlaşma noktalarında yer yer farklılaşsalar da egemen söylemin içinden konuşmuyor oluşlarıyla ortaklaşır. Hem kitaplarındaki karakterlerini konuştururlarken hem de kendi edebî üsluplarıyla hâkim söylemin dışında bir karşı-söylem geliştirmişlerdir. Karakterleriyle birlikte, iktidarın dilinden sıyrılmış bir dil vasıtasıyla gerçek birer faillik örneği sunmuşlardır.

 

Kadın yazını çalışmaları nasıl ortaya çıktı, nasıl gelişti?

 

Kadın yazını çalışmalarının arka planı, “tarihi” oldukça geniş. Çok kısaca yanıt vermeye çalışayım. Erkekegemen yazında kadına karşı takınılan tavrı açığa çıkarmakla başlamış kadın yazını çalışmaları. Bu anlamda, metinler direnen okur gözüyle yeniden yorumlanmış. Elbette çalışmalar bununla sınırlı kalmamış, kadın yazarlara yönelmiş, onların metinlerindeki özelliklere ve eksik bırakılan kadınlık durumlarına eğilmiş. Edebiyat tarihinde kadınlara özgü bir geleneğin izlerinin görülebileceğini ortaya çıkarmış. En önemlisi, geleneksel anlam sistemlerini kesintiye uğratacak, dili yeniden tanımlayacak bir edebî söylem arayışında olmuş.

 

Toplumsal cinsiyet rollerinin eserlerde işlenişi bağlamında, Yanık Saraylar’daki kadın karakterler ile Tante Rosa’nın ana karakterini karşılaştırır mısınız?

 

Yanık Saraylar’daki kadın karakterlerin neredeyse hepsi toplumun baskısıyla acı bir şekilde boğuşmak zorunda kalır. Kadınların bu rollerin altında eziliyor oluşu, öykülerde ağırlık kazanan temalardan biridir. Üzerlerinde hissettikleri baskı öylesine güçlü ve bu kadınlar öylesine mutsuzlardır ki tek çıkış yolu olarak intiharı düşünürler. Ama bir yandan da toplumun kadınlar üzerindeki baskısının farkındadırlar; içinde bulundukları konumu sorgularlar. Ne var ki bu bilinci sadece iç dünyalarında taşırlar, dışa vurmakta zorlanırlar. Bu nedenle, içine sıkıştıkları durumdan ancak her şeyin sonunu getirecek olan ölümle kurtulabileceklerine inanırlar. Yanık Saraylar’daki kadınların aksine, Sevgi Soysal Tante Rosa’da ana karakteri Rosa’nın çocukluğundan ölümüne dek geçirdiği süreci anlatırken, Rosa aracılığıyla, toplumun kadınlar üzerindeki baskısına karşı çıkışın güçlü bir örneğini sunar. Rosa, direnişin bedene bürünmüş hali gibidir. Bu direnişin en önemli taşıyıcısı da her daim taşıdığı neşesi ve yaşama sevincidir.

 

Kadınlık ve erkeklik rollerinin inşası eserlerde karşımıza nasıl çıkıyor? Aile kavramı nasıl işlenmiş?

 

Küçük çocuklara kadınlık ve erkeklik rolleri, âdeta bir kılıf gibi giydirilir. Bu rollerin elbirliğiyle yeniden üretilişini gözlemlemenin en iyi yollarından biri de çocukluktan yetişkinliğe geçiş sürecine yakından bakmak bence. Böylece cinsiyet kimliklerinin, erkekegemen değerlerle örülü bu toplumsal formasyondan geçerken aşama aşama inşasını görebiliriz. Çalışmamda yer verdiğim eserler bu inşayı görebilmemiz açısından birer gözlem sahası gibi. Karakterleri uzun bir zaman dilimi içinde ele alır, onları büyüme-gelişme çizgisinde anlatırlar.

Aile kavramı eleştirisi seçtiğim kitapların hepsinde ana damarlardan biri gibi yer alıyor. Bu bence çok önemli bir nokta. Ataerkil toplumun temel taşıyıcılarından olan aileyi irdelerler. Ona yüklenen yüce anlamları sorgular, aile kurumu güzellemelerine isyan ederler…

 

Kadınların edebiyatta erkekegemen dili değiştirmekte önemli bir rol üstlendiklerini söyleyebilir miyiz?

 

Kadınlar sınırları erkekler tarafından örülmüş bir edebî söylemin içine doğmuşlardır adeta. Böylesi bir edebiyat ortamında, uzun yıllar erkeklerce belirlenmiş bir edebiyat düzleminde, bu kadınlar kendi edebî söylemlerini inşa etmişler. Bu yedi yazarı seçerken ortaklaştıkları noktalardan biri de buydu benim için; erkekegemen dilin, geleneksel anlatı biçiminin dışına çıkmış olmaları.

 

Eserlerde mekân olarak nereleri tercih edilmiş? Ya da şöyle sorayım, eserlerdeki mekân kullanımını siz nasıl yorumladınız?

 

Kitaplardaki mekân kullanımı bence üzerinde durulması gereken önemli bir mesele. Daha doğrusu, mekânın nasıl kullanıldığı, ne gibi anlamlar yüklendiği önemli. Mekânın politik anlamları da var çünkü. Günümüzde muhafazakâr ideolojide hâlâ, kadınlara neredeyse hiçbir alanın bırakılmadığını biliyoruz. Kamusal alan-özel alan ayrımında, kadınların özdeşleştirildiği özel alanda, ev içinde bile kadınlara yer bırakılmıyor. Ataerkil düzen o alanı bile işgal ediyor…

Seçtiğim kitaplar arasında ağırlıklı olarak ev içini anlatan ve dış mekân-iç mekân karşıtlığının en çok dikkat çektiği metin Yanık Saraylar. Sevim Burak’ın karakterlerinin hemen hemen hepsi evlerde yaşar, iç mekâna yoğunlaşılır. Kadın karakterlerin çoğunda, evlerinin dışındaki dünyaya dair bir korku hâkimdir. Agorafobik özellikler sergilerler. Keza Adalet Ağaoğlu’nun Ölmeye Yatmak’ındaki Aysel karakteri ve Sevgi Soysal’ın Tante Rosa’sı da toplumun üzerinde yarattığı baskıdan dolayı sonradan sonraya bir nevi agorafobiye kapılırlar. Bunun aksine, Çocukluğun Soğuk Geceleri’nde ise iç mekânlara, evlere, evdeki aile düzenine dair tahammülsüzlük, öfke vardır. Soğuk Geceler’in kahramanı sürekli evin dışında, sokaklarda devinim halindedir. Huzuru, konforlu bir evde veya düzenli bir aile hayatında değil; “dış dünya”da, sokaklarda, farklı kentlerin kalabalıklarında aramıştır.

 

Cinsellik eserlerde nasıl işleniyor? Siyaset ve dinin etkileri bu yazarların satırlarına nasıl yansıyor?

 

Cinsellik, özellikle de kadın cinselliği edebiyatta yeterince işlenmeyen bir konu. Ki toplumsal cinsiyet farklılaşmasının temelinde cinsellik yer alır. Ele aldığım eserlerin en güçlü ve özgün yanlarından biri bu konuyu irdelemeleri. Kadın cinselliği siyasetin, özellikle de muhafazakâr siyasi iktidarların politika üretme araçlarından biridir. Türkiye gibi, dinî-muhafazakâr zihniyetin güçlü, etkili olduğu koşullarda, kadın cinselliğinin denetimi, “dindarlığın” temel icabı olarak görülür. Örneğin bu gerçeğin en vurucu haliyle işlendiği metinlerden biri hiç şüphesiz Tuhaf Bir Kadın’dır. Leylâ Erbil, ana karakteri Nermin üzerinden kadın cinselliğinin din kisvesi altında kadınların baskılanması amacıyla nasıl kullanıldığını, cesurca gözler önüne serer.

 

8 Mart’ta kadınlara mesajınız nedir?

 

Dünya Kadınlar Günümüz kutlu olsun. Dayanışmaya devam…