Özge Ercan

Mine Özgüzel | “Gerçek yaratıcılık kendimizi yaratmaktır”

Yeditepe Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo, Sinema - TV Bölümü mezunu. Uluslararası Basın Enstitüsü’nde gazetecilik eğitimi aldı. Bahçeşehir Üniversitesi'nde Küresel Siyaset ve Uluslararası İlişkiler alanında yüksek lisans yaptı. Gazeteciliğe Mediacat dergisinde başladı. Hürriyet İnternet Grubu’nda editörlük yaptı, sitenin sosyal medya hesaplarını yönetti ve Yenibiriş Dünyası dergisini hazırladı. Yasakmeyve dergisinin Yazı İşleri Müdürlüğünü görevinde de bulunan Ercan, Varlık ve Sıcak Nal edebiyat dergileri için söyleşiler de yaptı. Babası Enver Ercan için “Enver Ercan: Sen Sözcüğün Tekisin” ve “Enver Ercan: Ben Şiirimi Yazarım, Sonsuzluk Varsa Gider” başlıklı iki kitap hazırlayan Ercan, biri Avusturya’da “Muhsin Akgün – “5”; biri Türkiye’deki Avusturya Konsolosluğu’nda “Ulaş Tosun - Permanently Temporary” olmak üzere iki serginin proje yöneticiliğini yaptı. Kadir Has Üniversitesi’nde uzun yıllar dijital iletişim alanında çalıştı. Yine aynı üniversite bünyesinde Modern Türk Edebiyatı Sempozyumları düzenledi. Ercan, son olarak Mikroscope dergisinde Yayın Koordinatörü olarak görev yapmaktadır.

Psikolog Mine Özgüzel’in ikinci kitabı Yaşam Hikâye mi?” geçtiğimiz günlerde okurlarla buluştu. Yazarların ancak kendi iç hikâyelerini tüm gerçekliğiyle yazdıktan sonra kendilerini yaşayabildiklerini ifade eden Özgüzel, bizim de kendi gerçeğimizi yaşayabilmemizin tek yolunun kendi iç hikâyemize korkusuzca yaklaşmak olduğunu söylüyor. 

Yazarlarla ‘gerçek’ hikâyelerimiz arasında nasıl bir bağ var? 

Yazarlar eserlerinde kendi iç hikâyelerine girerek, kendi çocukluklarını anlatarak nasıl yaşadıklarını bize aktardıklarında bu bizlerin de kendi iç hikâyelerimize girmemize büyük bir öncülük eder. Geri dönüp baktığımızda yazarların kendilerini anlatımlarında iç hikâyelerin varlığının bir teyidini görmüş oluyoruz.

Yazarların çocukluklarına girmeleri, çocukluk travmalarını yaşayarak anlatmaları bizlerin kendi iç hikâyelerimize girmemize cesaret verir. Onlardan aldığımız cesaretle kendi gerçeğimizle yüzleşme motivasyonumuz oluşur. 

Şunu gördüm ki, yazarlar iç hikâyelerine girip yazdıktan sonra kendilerini yaşayabildiler. O zaman biz okuyucular olarak kendimizi yaşayabilmenin tek yolunun kendi iç hikâyemize girmekle mümkün olacağını algılıyoruz. Yazarların bu özelliğini tek kelimeyle ‘cesaret’ olarak tanımlayabiliriz. 

Bir yandan da şunu söylemek lazım: Yazarlar yaratıcı insanlar oldukları için iç hikâyelerini anlatıp orada kalıyorlar. İç hikâyelerini düzeltmek, iç hikâyelerini farklı bir algıya götürmek gibi bir düşünceleri yok. Bilinçaltındaki iç hikâyelerinin tanımı onların yaratıcılığıdır. Bizler ise bilinçaltımızdaki iç hikâyelerimize girip onu bilince getirdikten sonra yaşamda onları nasıl yaşayacağımızı çözmeliyiz. Yani bizler bilinçaltımızla bilinci bütünleştirirken yazarlarımız bilinçaltını bilince çıkartıp yaratıcılıklarını orada muhafaza ediyorlar. 

 

Yazarlar mı hayatın içinde daha etkili yoksa yaşadıklarımız mı?  

Her insanın yaşamı kendisi için çok etkilidir ve bu vazgeçilmez bir gerçektir. Bu değişmez. Bizler daima kendi hayatlarımızda ve yarattığımız hikâyelerin içinde yaşar gideriz. Ancak eğer ki kendi iç hikâyemize, gerçeğimize ulaşmak istersek ve yazarları bu algıyla okursak farklı bir yola girebiliriz. Yazarlar ne yaptılar, kendi hikâyelerini nasıl okudular, nasıl çözüme gittiler, ne noktadalar ve nasıl kendi hikâyelerini algılayıp yaşıyorlar üzerine düşünürsek, bu algıyla onları okursak o zaman yazarların yaşamsal hikâyeleriyle kendi hikâyelerimiz arasında bir paralellik kurabiliriz ve o zaman bir dönüşüm başlatabiliriz.

 

Yazmak çocukluk travmalarından birinci çıkıştır.

 

Yazmak, gerçek hikâyelerimizin ne olduğunu keşfetme konusunda bir yöntem midir?

Yazmak kendini ifade etmenin bir yoludur. Yazarlarla buluşmalarımızın yaşamımızdaki yaratıcı hareketi tetikleyen ilk adım olduğunu düşünüyorum. Yazarken öyle bir an geliyor ki kendimde keşfettiğim bulguları tutkuyla anlattığımı görüyor ve yaşıyorum. Yazmak çocukluk travmalarının birinci çıkışı, yeniden yapılandırma ve onarma da yaratıcılığın temeli diye düşünüyorum. Yazmak bana ait yaşanmışlıkları bilinç düzeyine çıkarması ve bilinçaltımdan bilince dönüşümüyle kendi içimdeki gelişimlerin daha hızlı oluşmasını sağlıyor. 

Yazma eylemi hem kendi içsel dünyamızın bir ifadesi hem de ruhsal yapımızın nefes almasıdır. Yazdıkça kendimize geri dönüşümüz ve kendimizle buluşmalarımız artar, ifadelerimiz değişirken kendimize ait bilinç güçlenir. Düşünsel ve duygusal olarak yaşadıklarımızın yazıya dökümü bizim yetilerimizin güçlenmesini sağlar.

 

Peki, okumak gerçek hikâyelerimizin ne olduğunu keşfetmek konusunda bir yöntem midir? 

Okumak zihne ve ruha giden ilk stimülüstür. Ancak gerçekten okuduklarımızı zihnimizle algıladıktan sonra ruhsal yapımızda da yaşamalıyız. Bu ruhsal yapıya ilk giriş gibi tanımlanabilir. Okumak yazmanın tersidir diyebiliriz. Okuma zihinden ruha giderken, yazma ruhtan zihne gider. Yazma bizim kendi içsel yapımızın daha içten bir ifadesidir.  

 

Sizin için varoluşçuluk neden önemli? 

Geriye dönüp baktığımda mesleğimi kendi içsel sorunlarımı çözebilmek ve kendimi tanıyabilmek üzere seçtiğimi görebiliyorum. Mesleğimi yaşarken sadece mesleğimi yaşamadım. Bu mesleğin bana dokunuşlarıyla birlikte yaşadım. Benim o dönemlerde ihtiyacım olan şey kendimi, çocukluk travma ve sancılarımı tanımlayarak kendi varlığımı oluşturmaktı. İşte bu ihtiyaçla seçtiğim mesleğim beni doğal bir şekilde varoluşa götürdü. 

 

Bu kavramla ne kadar zamandır ilgileniyorsunuz?

Biraz önce de söylediğim gibi, bu mesleğe girişim zaten kendi yoksunluğumdu. Mesleğimin başından itibaren oluşan temel yapı kendi yoksunluğumu varlığa dönüştürmemi sağladı. Varoluşa gitmem bir tercih değil, temel bir ihtiyaçtı diye düşünüyorum. 

 

Varoluş kelimesiyle ilk ne zaman karşılaştınız? 

Varoluş kelimesiyle ilk kez lise dönemlerinde okumaya başladığım Dostoyevski kitaplarında karşılaştım. Dostoyevski’nin tüm kitaplarında temel kavramın kendisini var etmek olduğu çok net, açık ve güçlüydü. 

Bir gün felsefe hocamın kendimi yaşamadığıma ve kendimi var edemediğime dair beni uyarmasından sonra bazı şeyleri fark ettim. Sessizlik içinde duvarlara yapışarak, sıraların arkasında yaşayan 15-16 yaşındaki bir gencin varoluşundan bahsedilemeyeceğini anladım. Hocamın, ‘Çık dışarı ve kendi varlığını tanı’ diye beni uyarması tüm hayatıma yön verdi. O andan itibaren benim en büyük kavramım kendi yoksunluğumu varlığa dönüştürebilmek oldu. 

Özellikle Yeraltından Notlar’ı okurken karşılaştığım “Kendini var etmek, yaşayabilmek için bilinçaltına girmelisin. Bilinçaltındaki bütün duygu, düşünce, sancı ve travmalarınla gerçekten yüzleşmeden bilincine çıkıp kendini var edemezsin” cümlesi yaşamım boyunca bana eşlik etti.

 

Bu mesleği kendimi çözümlemek için de seçtim.

 

Sizi felsefeye değil de psikolojiye götüren ne oldu? 

Beni psikolojiye götüren zaten kendi içimdeki sessizliğimin tanımıydı. Dolayısıyla seçimim çok doğal oluştu, çünkü psikoloji ruhsal yapının tanımı, psikopatoloji ruhsal yapının defektlerinin çözümüdür. Benim bu branşın dışında farklı bir noktaya gitme ihtimalim yoktu. İlerleyen zamanlarda psikoloji ve psikopatolojinin içerisinde felsefeye değdiğimde dahi felsefenin filozofik kısmı değil yaşamın felsefesi ilgimi çekti. İhtiyacım olan kendimin tanımı ve kendimin varoluşuydu. Bunun da branşı psikoloji ve özellikle psikopatolojidir. 

 

Hikâyelerin içinde yer alan yaşamalarımızın bilincinde miyiz? Bu hikâyeler bizim hikâyelerimiz mi? 

Hikâyelerimizi anlatırken onları gerçeklerimiz gibi yaşıyoruz. Yaşamakla da kalmıyoruz kendimize ait hikâyeler yaratmaya devam ediyoruz. Ve bunları daha rahat yaşayabilmek için çevremizdeki insanlar için de hikâyeler yazıyoruz. Hem kendimize hem de etrafımızdaki insanlara ait hikâyeler yazarak yaşamımızı kolaylaştırıp hayata devam etmeye çabalıyoruz.  Hiç şüphe etmeden tüm yaşamımız boyunca bu hikâyeleri yazarak yaşayıp gidebiliriz. Bizim bu hikâyeleri yazma ihtiyacımız tamamen kendimizi yaşayabilme ihtiyacıdır. Ama nasıl bir yaşam diye sorarsanız kendimize ait varlığımızın yaşamı değil gerçeğe ulaşamayan, içten içe kendi gerçeğimize ulaşmadığımızı bilmenin sancısı içerisinde yaşadığımız dış hikâyelerin yaşamıdır.

 

Kendi gerçeğimizden korkmamalıyız.

 

O zaman hikâye tam olarak ne demektir?

Her birimizin kendimizi yaşayabilmemiz için ilk yapması gereken kendimizin tanımı, kendi iç hikâyemize girmektir. İç hikâyemizden kendi gerçek hikâyemize dönüşebilmektir. Ancak biz bu yolculuğu yapmaktan çekindiğimiz, korktuğumuz, o cesareti bulamadığımız zaman kendimize ait gerçek hikâyemizi yazmak yerine kendimizi yaşayabileceğimiz bir dış hikâye yazarak yaşıyoruz. 

 

Hikâyelerimiz ne zaman oluşmaya başlar? En erken ne zaman fark edebiliriz? Sadece bu hikâyelerle yaşasak bize ne gibi kayıplar verir? 

Doğduğumuz andan itibaren yaşamsal hikâyemiz başlar. Bu hikâyeler biricik ve tektir. O insana özgüdür. Ancak bizlerin iç hikâyelerimizi fark edebilmemiz ileride yaşadıklarımızın gerçek hikâyelerimiz olmadığını görerek iç hikâyelerimize dönüş yapmakla oluşabilir. 

Ancak ne zaman hikâyelerimiz gerçek hikâyelerimize dönüşür diye sorarsanız şöyle anlatayım: İleri yıllarda yaşadıklarımızı gerçek hikâyelerimiz zannederken çeşitli travmalar bizi düşünmeye, ‘bu hikâyeler benim gerçeğim mi’ diye sorgulamaya götürür. Bu tip zamanlar dönüm noktalarıdır. Kendi gerçek hikâyemize dönebilme cesareti bulabilecek miyiz bulamayacak mıyız? O andan itibaren terapilerimizle, çalışarak kendi gerçek hikâyemize dönebiliriz. 

Sadece yazdığımız, bize ait olmayan dış hikâyelerle yaşamanın en büyük zararı hiç yaşamamış olmaktır. Kendimizi hiç yaşamadan, kendi varlığımıza dokunmadan, yaşamış ve ölmüş olabiliriz. İç hikâyelere dönüş ise bizi kendi varlığımızı yaşamış olmaya götürür. Hiç yaşanmamış bir hayatı yaşamadan mı öleceğiz yoksa kendi gerçek iç hikâyemize dönerek, kendi gerçeğimizi bulup bize ait iç hikâyemizi yazarak, yaşayarak mı? Burada tabii tercih bizlerindir.

 

Kendi iç hikâyesine dönmeden yaşayan çok insan var diyebilir miyiz?  

Kendi özüne dönmeden yaşayan çok insan var demek bile yanlış. Çoğumuz böyle yaşayarak gidiyoruz. “Kendine dönüp yaşayan ne kadar insan var?” diye sormak lazım. Maalesef en büyük korkumuz kendi iç hikâyemize dönmek. Bu korkuyu o kadar güçlü yaşıyoruz ki dönmeye kalktığımız an daha hızlı, daha güçlü bir duyguyla dış hikâyeye yapışıyoruz. Ondan kopmamacasına hatta onu sağlama almak ister gibi deliller toplayarak onu yaşatmaya, kendimizle de kalmayıp etrafımızdaki insanlara da onu teyit ettirmeye çalışıyoruz. Bu çok ilgimi çeken bir konu. Kaçtığımız kendimiz… Nasıl bir insan kendinden, kendi özünden kaçar?

 

Her birimiz birer hikâye anlatıcısıyız.

 

Hikâyeler bizim gerçeğimiz mi? Biz hikâye anlatıcısı mıyız? 

Evet biz bir hikâye anlatıcısıyız. Burada Sartre’a değinmeden, onu anmadan geçemeyeceğim. Onun bir cümlesini burada söylemek istiyorum: “Biz yaşamımız boyunca hikâyeler anlatıyoruz, bu hikâyelerimizi gerçeğimiz gibi yaşıyoruz, hatta sadece kendimiz için hikâyeler yazmakla kalmıyoruz, etrafımızdaki insanlar için de hikâyeler yazıp onlara da inanarak kendimize ve çevremize yazdığımız hikâyeler içerisinde yaşayıp gidiyoruz.” (Jean Paul Sartre, Sözcükler

 

Ödipal sancılarımız hikâyelerimizin temelini neden oluşturuyor? 

Bizim ruhsal yapımızın temelini ve gerçek iç hikâyelerimizi oluşturan ödipal senaryolardır. Ödipal senaryolar gerçeğimizdir. Biz ancak kendimize, kendi gerçek hikâyemizi yaratmaya, ödipal sancılarımızı tanımlayarak gidebiliriz. Kendi gerçek hikâyemize gidebilmek için bundan başka hiçbir yol yoktur. 

 

Bu doğrultuda, en derin duygulardan biri olan aşklarımız bize ait hikâyeler mi? 

Aşklarımız ödipallerimizin ikameleridir. O halde aşklarımız bizim gerçeğimiz değil ödipal hikâyelerimizin gerçeğidir ve ödipal hikâyelerimizin içinden var olarak çıkarlar. Bizim gerçek bir aşka dönebilmemizin, gerçek aşkı yaşayabilmemizin biricik ve tek koşulu vardır, o da ödipal hikâyemizi tanımlayıp, çözüp, kendi içsel benliğimizi oluşturmamızdır. Ancak o zaman özgün benliğimizle yaşayacağımız aşklar bizim gerçek aşkımız olacaktır. 

 

Hikâyelerimizi nasıl fark edebiliriz, nasıl kendi hikâyelerimizden çıkabilir ve bunu nasıl yaratıcılığa dönüştürebiliriz? 

Hikâyelerimizi fark etmemiz bilinç düzeyinde şimdi yaşadıklarımızın hikâyeler olduğunu kabul etmemizdir. İkinci adımımız ise gerçek hikâyemizin çocukluğumuzda olduğunu kabul ederek çocukluk yaşantımıza geri dönmek ve orada varlığımızı tanımlayarak bugüne getirmemizle oluşabilir. 

Çocukluğumuzu ve travmalarımızı tüm yaşanmışlığıyla belleğimizden silmeden yaşamak… İşte bu iç hikâyemize dönüştür. 

Gerçek hikâyemiz çocukluğumuz ve çocukluktaki yaşantımız olduğu için bütün yaratıcılık çocukluktadır. Çocukluktaki kendi varlığımızın ne kadar özüne inebilirsek o özü tanımlayıp bilinç düzeyine çıkardığımızda yaratıcılığımızla buluşabiliriz. Çocukluk hikâyemize dönüşümüz yetersizliğimizi yeterliliğe dönüştürecek ve büyük bir değişime girmemizi sağlayacaktır. Kendi varlığımızın tanımının bilinç düzeyine ulaşması bizim yaratıcılığımızdır. 

 

Neden yazıyoruz? Yazmak neyin ihtiyacı? Okumalar ve edebiyat bize yardımcı mıdır? Ne noktada yardım eder? 

Yazarlar beni çocukluğumla yüzleştirdi. Kendimi kendimle buluştururken daha derin bağlar kurmamı sağladılar. Yazarlarla bu okumalar sırasında iç yapımdaki sessizliğim; düşünce ve hislerimle birlikte yaşamımın tutkusuna dönüştü. Kendi tutkuma gidişimin başlamasıyla kendimi yazarak ifade etmeye başladım. Yazmak, çocukluğumdaki yaşanmışlığımın ifadesi, bilinç düzeyimde kendimi dönüştürme ihtiyacından doğdu. 

Edebiyat ve okumaların bize en büyük yardımı yazarların iç hikâyelerine cesurca girebilmeleri, bütün cesaretle orada yaşadıklarını olduğu gibi yazmalarıdır. Bize de kendimize dönebilme cesaretini vermeleridir.

 

Hikâyeler sizin hayatınızda nasıl yer aldı?

İlk hikâyelerin hayatımda yer alması mesleğimi uygulamaya başladığımda oldu. Terapilerin içinde insanlarımın hikâyelerini dinlemekle başladım. Onların hikâyelerini dinledikçe, onların içinde yaşadıkça yaşamlarını nasıl hikâyeleştirdiklerini, iç hikâyelerine dönemeyişlerini gördüm. Bu durum hikâyelerin yaşamımızdaki önemini ve değerini bana yaşattı. 

 

Peki ya terapiler, onların rolü nerde? Terapiler aracılığıyla kendimize ve kendi gerçeğimize nasıl dönebiliriz?

Terapiler hikâyelerin anlatım merkezi gibidir. İnsanlar terapilere kendi sorunlarına çözüm bulmak için gelmelerine rağmen, terapilere gelindiğinde ilk anlatılan dış hikâyelerdir. Çünkü bizler dış hikâyelerimizi gerçeklerimiz olarak düşünür ve yaşarız. Terapistler terapiye gelen kişinin anlattığı dış hikâyelerin dış hikâye olduğunu onlara vermeye çalışır. Kendi iç hikâyelerine dönerek ruhsal sancılarından kurtulmalarını sağlamaya çalışır.

Terapi süreci içerisinde en büyük başarı bu dış hikâyelerden iç hikâyelere dönüşüm sağlamaktır. Bizim tüm gerçeğimiz yani benliğimiz iç hikâyelerdir. O halde kendimizi yaşamak istiyorsak iç hikâyelerimizi bilinç düzeyine getirip tanımlayıp kendi varlığımıza ulaşmamızdır. İşte terapiler iç hikâyelerin bilinç düzeyine gelmesi ve çözümüdür. 

Terapiler bir noktada çocukluğumuza ait, duygu ve duygulanımlarımızın yeniden canlanması, yaşanması, ifade ve anlam bulmasıdır. Terapiler iç dünyamıza hapsolmuş yaratıcılıklarımızın bilince ve yaşama çıkışlarıdır. 

 

Son olarak, gerçek yaratıcılık sınırsızlığı bulmak mıdır yoksa bu sınırsızlığa giden yol üzerinde ilerlemek midir? Kısaca, yolda olmak nedir?

Gerçek yaratıcılık kendimizi yaratmaktır. Kendi iç hikâyemizi bilinç düzeyine getirip tanımlayarak kendimizi yaratabilmektir. Yolda olmak kendini hiç vazgeçmeden aramak ve kendine ulaşmak, ulaşmaya çabalamaktır.