İris Şentürker

Piyanonun Hastasıyız Gamların Ustasıyız

Piyanist. Türkiye’deki lisans eğitiminden sonra İngiltere ve Fransa’da lisansüstü eğitimlerini tamamladı. Birçok yarışmada derecesi olan sanatçının, üç albüm çalışması bulunmakta ve ulusal/uluslararası birçok festivalde hem solo hem de dünyaca ünlü müzisyenler ile paylaştığı oda müziği konserleri devam etmektedir. Doktor öğretim üyesi olarak MSGSÜ’de piyano ve oda müziği dallarında eğitim veren sanatçının, günlük yaşama dair gözlemlerini esprili bir dille kaleme aldığı yazıları bulunmaktadır.

Ben beş yaşında piyanoya başladım, tam kırk yıldır da büyük bir aşkla mesleğimi yapıyorum. Ancak çocukken bir başka hayalim daha vardı; o da araba kullanmak. Hatta “Büyüdüğünde ne olacaksın?” diye sorduklarında “Dolmuş şoförü olacağım!” diye cevap verirdim. Demek o yaşlarda mesleğimle ilgili daha büyük hayaller kuramamışım ki dolmuş şoförlüğü daha cazip gelmiş. Onun nedeni aslında biraz arabalara olan görsel hayranlık biraz da kullanma isteğindendi. O dönemde eski 1955 model Chevrolet arabalar dolmuş olarak çalışırdı. Eğer dolmuşla bir yerlere gideceksek önde oturabilmek için anneme yalvarır, sırf şoförün hareketlerine daha dikkatli bakabilmek için sıra bekletirdim. Bozuk para kutuları, uçları ponponlu küçük havlu üstüne atılan kâğıt paralar (ki onlar daha sonra büyükten küçüğe dizilip gömlek cebine konurdu), dikiz aynasına asılan tesbih, boncuktan düğümlenmiş uzun zincir, sedef kaplı direksiyon ve sürekli titreyen vites topuzu, torpido üstünde pusula, kırılmış ve ilerlemesin diye çizilmiş ön cama vantuzla asılmış tüp içinde plastik çiçekler, ön cama kancayla asılan güzergâh levhaları o kadar ilgimi çekerdi ki evde kendi kendime oynarken de en sevdiğim oyun dolmuşçuluktu. Annemin bir tane dikdörtgen ince çıtalı sehpası vardı, onu ters çevirip önüne oturma yeri dönen yuvarlak piyano taburesini koyar direksiyon yapardım, sehpanın bir bacağına tesbih asıp kolumu kenar çıtasına yaslar, bütün evi sehpayla kaya kaya gezerdim. Bazen de anneannem ve ablamı oyuna katıp arkama iki sandalye koyar “Ücretini vermeyen var mı?” ya da “Para üstü bekleyen?” gibi sorularla olaya iyice kendimi kaptırırdım. 

On sekiz yaşıma geldiğimde hemen ehliyet aldım. Alır almaz da üç ay boyunca üşenmeden babamı sabah işe götürüp akşam eve getirdim. Yetmezmiş gibi babamın iş yerinin altındaki otoparkçıyı da dönüşte evine bırakırdım. Hem adamcağız sevinirdi hem de ben böylece iş çıkışı yoğun trafik saatinde biraz daha pratik yapmış olurdum. Babamı işe getirip götürüp iyice tecrübe kazandıktan sonra ilk şehirlerarası yolculuğumu yapmak istedim. İyi bir güven oluşturmuşum ki iznimi de aldım. Alış o alış, o zamandan beri eğer uzun yol yapılacaksa o direksiyona ben otururum, kimselere de vermem. Keyfimden de ödün vermediğim için benimle yolculuğa çıkmak güzeldir. Yakın arkadaşlarım bu durumu bildikleri için eğer onların arabasıyla gidiyorsak hiç konuyu açmadan anahtarı verirler, onlar yanda, ben direksiyonda; mutlu mutlu, güzel güzel gideriz, molamızı veririz, sohbet muhabbet eşliğinde kahvemizi çayımızı içeriz.

Ben her tür arabayı severim; yeni, eski, vitesli, otomatik fark etmez. Benim için kullanmak önemli. İlk trafiğe çıktığım araba babamın eski arabasıydı, vitesli, direksiyon da hidrolik değil. Çevirirken değirmen taşı çevirir gibi olursun. Babamın bir özelliği vardır, bir şey aldı mı o şey son nefesini verene kadar değiştirilmez. Zaten son nefesini verdi mi de kimse almaz, elde patlar. Arabaları için de bu böyledir. Yıllar önce ilk pratik yaptığım o arabayla Ayvalık’tan İstanbul’a dönüyorum. Arabanın kliması çalışmıyor, hava kırk derece. Balıkesir yolunda dağı tırmanıyorum. Yol o zamanlar tek şerit. Numaralı güneş gözlüğümü unutmuşum, normal gözlüğümün üstüne güneş gözlüğü takmışım, “dört göz” terimi tam anlamını kazanmış. Çift gözlük taktığım için ikisi birden burnumda haliyle duramıyor, tipim olmuş kunduz; burnumu öyle bir buruşturuyorum ki ön iki dişim ağaç kemirmeye hazır. Sıcaktan arabada ne kadar cam varsa açık, tişörtümün kollarını atlet gibi kıvırmışım ki en azından amele yanığımın tonunu omuz başına kadar eşitleyebileyim. Araba bildiğiniz can çekişiyor, sorun sadece klimada değil; arabanın çekişinde de sorun var. Tek şeritli dağ yolu; yanımdan tırlar, kamyonlar geçip beni solluyorlar. Tam sollarlarken de “Kim bu?” diye bakıp sataşmak istiyorlar. Sollama anında yanıma denk geldiklerinde benim tipi görüp önce ne olduğumu anlamaya çalışıyorlar, sonra halime, tipime acıyıp gidiyorlar. Adamlar ne bilsin o arabayı kullanan kunduzun aslında hayatı sahnelerde geçen bir piyanist olduğunu? 

Açıkçası sahnede olmak muhteşem bir his. Sahneye çıktığım anda kendimi evimde hisseder, rahatlayıp mutlu olurum. Çaldığım her notanın keyfini sonuna kadar yaşayıp keşke hiç bitmese diye düşünür, bir daha dünyaya gelsem yine bu işi yaparım derim. Ayrıca sahne kıyafetlerime çok önem veririm. Takılarımdan ayakkabılarıma kadar büyük özen gösterir, şık olmaya çalışırım. Sahne ışıklarını hep sevdim, hep seveceğim, işime olan aşkım hep devam edecek.  Ancak şu da bir gerçek ki, sahneye çıkana kadar bazen stresimle önce kendime sonra en yakınımdakilere hayatı dar edebilirim. Bu işin ne kadar zor olduğunu anlatmama herhalde gerek yok. Konsere hazırlık sürecinde de en çok bundan dem vurur, bıkmadan usanmadan bu işin zorluklarını konuşur dururum. Ama, konserde sahneye o ilk adımı attığım anda stresim son bulur, her seferinde de böyle olacağını bilirim. Ancak öncesinde de şu cümleyi hiç kurmadım diyemem: “Keşke şoför olsaydım!”