Göksel Göksu

Ruşen Çakır ile yeni kitabı üzerine söyleşi: “Gomaşinen: Hatırlıyorum

Medyascope Haber Müdürü olarak görev yapan Göksel Göksu İstanbul’da doğdu. İstanbul Üniversitesi Mühendislik Fakültesi Jeoloji mühendisliği mezunu olan Göksu, Radikal Gazetesi ve CNN Türk’ün Kurucu ekibi arasında görev aldı. 23 yıllık CNN Türk serüveninin ardından Habertürk’te editör ve istihbarat şefliği görevlerini yürüttü. Halen TGC Yönetim Kurulu Üyeliği ve TGC Kadın Komisyonu Koordinatörlüğü görevlerini yürütmektedir.

Ödülleri:
Güneydoğu'da kaçırılan, uyuşturucuyla, hırsızlığa zorlanan, suça itilen çocukların dramını ele aldığı "Güneydoğu'nun Kayıp Çocukları" belgeseli, 2006 Sedat Simavi Ödülü "Haber" kategorisinde övgüye değer bulundu.CNN TÜRK muhabiri Göksel Göksu, "Namlunun Ucundaki Kadınlar" haber dizisiyle Türkiye Gazeteciler Cemiyeti'nden 2010 Başarı Ödülleri'nde "övgüye değer" bulundu.
14. Metin Göktepe Gazetecilik Ödülleri, "Görüntülü haber" ödülüne, 17-22 Ocak'ta yayımlanan "Hizbullah'ın Dünü Bugünü" başlıklı haberiyle layık görüldü.
Türk Üniversiteli Kadınlar Derneği tarafından medya alanında "2013 yılı Önder Kadın Ödülü" verildi.
Hazırladığı "Ölüm Yolunda Ezidiler" dizi haber ve belgeseli ile Çağdaş Gazeteciler Derneği'nin seçtiği “Yılın Başarılı Gazetecileri” arasında yer aldı; "Ölüm Yolunda Ezidiler" ile 2014 yılı “Televizyon Program Ödülü”nü aldı.
Göksel Göksu, 2016 yılında da insan haklarını yaralayan tüm güncel olaylarda gösterdiği duyarlı çalışması, ırk, cins, dil ve etnik köken ayrımı yapmadan gerçeklerin peşinde koşan, sorgulayan, araştıran haberci kimliğinin yanı sıra etik değerlere saygılı haberciliğinden dolayı Hıfzı Topuz Onur Ödülü’ne layık görüldü.

Ruşen Çakır imzalı Gomaşinen‘i henüz okumadıysanız önce bu söyleşiyi sonra da kitabı mutlaka okumalısınız. Kitabı okuduğunuzda, gazeteci olmak ne kadar kolaysa, gazeteci kalabilmenin bir o kadar zor olduğu bir iklimde nasıl gazeteci olarak kalınabildiğini anlayacak; anlarken de ister istemez Türkiye’nin yakın tarihinde kısa bir yolculuğa çıkacaksınız. 

Adının Gomaşinen konulmasının nedenini açıklamayı yazarın kendisine bırakıp, 37 yıllık meslek yaşamındaki dönüm noktalarını anlattığı kitaba döneyim. Anlattıklarıyla ister istemez Türkiye’nin yakın tarihine seyahat eden Çakır, kitap sayesinde okuru da bu yolculuğa ortak ediyor. Bu yanıyla yüz yıllık bir Cumhuriyet’in son çeyrekteki dönüşümüne tanıklık ederek ilerliyorsunuz. 

O son çeyrekte ülkedeki siyasal İslam gelişip serpildi, Çakır’ın emekleme aşamasındayken gazeteci – yazar kimliğiyle yakın markaja aldığı sürecin aktörleri iktidara geldi ve ülkede yeni bir dönem başladı. Tüm kurum ve kuruluşların yeniden şekillenmesiyle son bulduğu bu dönemden medya sektörü de payına düşeni aldı. Dönüşüm sırasında el değiştiren medya kuruluşları artık yollarına yeni tip gazetecilerle devam etmeyi seçti. Soran, sorgulayan, araştırıp inceleyen nitelikli habercilerin çemberin yavaş yavaş dışına atıldığı sürecin en büyük kazanımlarından biri de sosyal mecralar oldu. Çünkü haberciliğe ısrarla devam eden gazeteciler, ana akımda kendilerine yer bulamadığında bu kez yeni mecralarda yayın yapmayı sürdürdü ve Medyascope da böyle doğdu. Çakır’ın Periscope üzerinden amatörce başlattığı yayınlar, gençleri de bünyesine katıp kısa sürede yeni medyanın marka ismi olan Medyascope’a dönüştü. Artık bilgi, birikim ve deneyim; dijital mecra hâkimiyeti, zekâsı, dinamizmi ve istekliliğiyle geleceği sahiplenen genç kuşakla enerjisini birleştirmişti. 

Hem meslektaşım hem arkadaşım hem de patronum olan Ruşen Çakır ile tam da bu yüzden Gomaşinen’i konuşmak, kitabı bir de ondan dinlemek farz oldu ki ben de öyle yaptım. Buyrun Metis Yayınları’nın, “Siyahbeyaz” dizisinden yayımlanan Gomaşinen‘e.

 

Göksel Göksu: Gomaşinen Türk basın tarihini neredeyse mercek altına alan bir kitap. Önce şunu soracağım, Neden “Gomaşinen”?

Ruşen Çakır: Ben Lazım. Annem, babam, yedi sülâlem Laz. Hopa’dan İstanbul’a ben dört yaşındayken gelmişiz. Babaanne, anneanne gibi akrabalardan hep Lazca duyarak büyüdüm, ama Lazcayı öğrenemedim. Önceleri fazla dert etmedim. Sonra Galatasaray Lisesi’nde Fransızca, Boğaziçi Üniversitesi’nde İngilizce öğrendim ve belli bir aşamada da Lazların ayrı bir millet olduğunu kavradım. Daha sonra dilimi keşfetmek istedim, ama keşfedemedim. Bir arkadaşım özel ders verdi; ama yoğunluğum nedeniyle çok sürdüremedim. Bu bende ukde oldu. Ben de “Gomaşinen” adını vermenin doğru olduğuna hükmettim, Gomaşinen “Hatırlıyorum” demek, meşhur Fellini’nin “Amarcord” filmini izlemiştim gençliğimde; o da “Hatırlıyorum” demekti. Böylelikle Lazcaya, bilmediğim anadilime de bir selam yollamak istedim.

 

GG: Hâlâ içinde ukde anladığım kadarıyla, değil mi? 

RÇ: Hem de nasıl. Ama artık çok geç.

 

GG: Aslında hiçbir şey için geç değil tabii. Kitabın içeriğine geçmeden önce şuna dikkat ettim; oğlun Ali Deniz’e atfetmişsin kitabı. Herhâlde bir evlada bırakılabilecek en büyük miras.  

RÇ: Evet. Şu ana kadar çok kitap yazdım, çok kişiye atfettim. Sıra ona geldi. O da bir süredir, -sen de tanık oluyorsun- Medyascope’ta gazetecilik yapıyor. Ama psikoloji eğitimi gördü ve ben onun psikoloji üzerinden yürümesini arzu ederim. O’nun hayatı boyunca ben gazetecilik yaptım. Hatta Müge ve Ali Deniz benimle Amerika Birleşik Devletleri’ne de geldiler, -aslında Ali Deniz için iyi oldu, İngilizce öğrendi, o ayrı ama- benim hayatımı bir şekilde yaşadı ama gazetecilik özellikle oğluma ve eşime daha az zaman ayırmama neden oldu. Çünkü ben sahayı çok severim. Yerinde durmak bilmem. Ülke içinde ve dışında çok yere gittim, çok ayrı kaldık ve evet, Ali Deniz’e ithaf ettim, çok memnun oldu. O da beni çok memnun etti.

 

GG: 37 yılı sığdırdığın bir kitap var burada. 37 yıl içinde de Türkiye çok önemli dönüşümlerden ve değişimlerden geçti. Sen de bunların canlı tanığısın. Şunu sormak istiyorum: Burada seni en çok etkileyen ne oldu?

RÇ: Ben şanslı birisiyim. Dişlerim de ayrıktı hatta, hep şanslı addederlerdi. Ben Nokta’da gazeteciliğe başladığım zaman İslamcılık üzerine çalışmaya başladım. Tesadüf ya da denk geliş. Ve benimle çok dalga geçtiler. O zaman İslamcılık marjinal bir akımdı. Sonra Türkiye’nin kaderine damga vurdu. Benim o tarihlerde tanıdığım isimlerin birçoğu Türkiye’de önemli yerlere geldi. Yani iyi bir yatırım yaptım, biri o. İkincisi; Kürt meselesine baştan beri bir solcu olarak ilgim vardı. Ama burada bir “öteki”ni anlamak anlamındaydı, öyle bir şeye girdim. Üçüncü olarak da ülkücü harekete. Bunlar normalde ana akımda kabul edilmeyen ve çok itibar edilmeyen başlıklardı. Daha çeperdeydiler. Ama sonra üçü de bir şekilde Türkiye’nin kaderini belirleyen taraf oldular. Mesela bugün yerel seçim konuşuyoruz. Ne konuşuyoruz? Erdoğan’ı, Bahçeli’yi, Selahattin Demirtaş’ı konuşuyoruz. Ne ANAP kaldı ne Doğru Yol kaldı, CHP ne halde…

“Onların geldiğini görerek oraya yöneldim” demiyorum, bir etkisi olmuştur ama bir şekilde denk geldi. Oralarda ısrar ettim. Bir de en önemlisi o tür yerlerle gazeteci olarak ilgilendiğinde çok mahalle baskısı görüyorsun. Yöneticilerim, meslektaşlarım vs. bana “İslamcı mı oldun?”, “PKK’lı mı oldun?” dediler. 

Açıkçası beni okuyan ya da izleyen, dinleyen kesimlerin de bilmediği yerleri daha fazla bilmelerine bir katkım oldu diye düşünüyorum. En büyük heyecan bu. Bir şeyler keşfettim, onları olabildiğince serinkanlı bir şekilde, politize etmeden aktarmaya çalıştım ve bunlardan birileri bir şeyler öğrendiyse ne mutlu.

 

GG: Kitaba baktığımızda senin mesleki yaşamında iki önemli dönüm noktası var. Bunların başında da Nokta dergisi geliyor. Nokta dergisi neden bu kadar önemli?

RÇ: Ben cezaevinden yeni çıkmıştım. Boğaziçi Üniversitesi’nde okuyordum ama bir şeyler yapmak da istiyordum. Cezaevinden çıkışım 1982 Ağustos ve Boğaziçi’ne girişim 1982 Eylül. 1985 Mayıs’ında Levent Tayla -arkadaşım, okul arkadaşımın eşiydi- orada çalışıyordu. “Oğlum burası tam sana göre” filan dedi ve beni Ercan Arıklı’ya götürdü.  “Yaparım herhâlde” diye düşündüm, ama hayatımın orada şekilleneceğini bilmiyordum.

 

GG: O sırada gazetecilik var mıydı kafanda?

RÇ: Yok! Ama Boğaziçi’nde okumak istemediğimi hissediyordum. Nokta dergisi çok ilginç bir yerdi. Yani gerçekten çok üst düzeyde insanlar vardı.

 

GG: Mesleğin sonradan duayeni olan herkesin başlangıç noktası belki de…

RÇ: Dil bilen, iyi eğitimli, meslek deneyimi olan vesaire, her taraftan bir şey çıkıyordu. Gençler de çok parlaktı. Ben de o gençlerin arasına katıldım. Çok çalıştım, içeride tartışma olurdu filan ama insanın önünü açıyorlardı; benim de önümü açtılar. Mesela ilk İslamcılık haberlerime önce biraz burun kıvırdılar, sonra sattığını görünce teşvik ettiler.

Geçenlerde Semra Somersan’ı kaybettik. Mesela Semra orada böyle bir araştırmacı gazeteciydi, Güldal Kızıldemir’le beraber, ilk örneklerinden birisiydi ve hemen yanı başındaydım.

 

GG: İkinci dönüm noktası da Vatan gazetesi

RÇ: Açıkçası benim için sürpriz oldu. Nokta dergisinden ayrılma nedenim, herkes bir şey oluyordu, ben olduğum yerde duruyordum. Yani terfi etmiyordum vesaire. Rahmetli Ercan Arıklı’ya gittim, “Ben böyle ne olacağım?” dedim. Hiç unutmuyorum, “Sen ne yapıyorsun ki ne yaparsın?” dedi. Onun üzerine ben de istifa ettim. Hatta elimde bir kapak vardı, onu yaptım, “İslam komünü” kapağı ve öyle istifa ettim. Yıllar sonra, bizim Ahmet Sever’le bir salaklığımız oldu, biliyorsun.

 

GG: Estağfurullah!

RÇ: İsmail Cem’in partisinden 2002 seçimlerine girdik, rezil olduk, hemen de ayrıldık. Gazeteciliğe dönme kararı alır almaz hemen Ercan Bey beni aradı, yıllar sonra, 2002’de. Ercan Bey, Zafer Mutlu, Güngör Mengi’yle Vatan gazetesini çıkarıyorlar. Ben Sabah gazetesi deneyimleri nedeniyle Zafer Mutlu ve ekibine çok şüpheli bakıyordum. Daha yeni bitmişti seçim ve partiden yeni istifa etmiştim. Gazetecilik yapacağım da ne yapacağım bilmiyorum. Ercan Bey beni çağırdı, “Gel, burada başla,” dedi. Sonra Zafer Bey’le konuştuk. Benim tabii ki başka bir seçeneğim de yoktu, ilk seçenekti ve cazip de bir teklifti açıkçası beklemiyordum. “İyi,” dedim ve orada hakikaten -o ekiple çalışıp da sorun yaşayan çok insan olduğunu biliyorum ama- hiç sorun yaşamadım. Gerçekten önümü çok açtılar. Her istediğim haberi yaptım. Mitinglere gittim, yurtdışına gittim. Bana çok güzel işler önerdiler, sonra beni Washington’a da temsilci olarak yolladılar vesaire. Orası gerçekten benim için bir zirve oldu. O sırada NTV’de yorum da yapıyordum. İki tarafta birden… Birinde yazıyordum, birinde ekrana çıkıyordum Mirgün’le beraber “Yazı İşleri” filan. Mali açıdan da çok tatminkârdı. Allah için orada çok güzel bir oda verdiler. İstediğim yere gittim ettim, istediğimi yaptım. Çok fazla sürmanşetten haber girdi. Sonra bana köşe yazdırmaya başladılar. Gerçekten onlara çok şey borçluyum.

 

GG: Türkiye’de İslami hareket dendiğinde akla gelen ilk isimlerden birisin. Belki de ilk isimsin pek çok kişi için. Orada yaptığın ve imza attığın, sonraki yıllara da hakikaten miras bıraktığın çok sayıda analiz var, haber var. Onlardan belki de en çarpıcı olanlardan biri, benim de tanıklık ettiğim Hizbullah dönemi… O parantezi biraz açabilir misin?

RÇ: Hizbullah başlı başına bir olaydır. Benim çok ilgimi çeken, ama kapalı bir yapıydı. Normalde İslami hareketleri yazdıklarından, videolarından filan takip edersin ya da gider konuşursun, çayını içersin filan. Ama “Hizbullahçıyım” diyen kimse de yoktu, çıkarttığı bir yayın organı da. Hiçbir şey yoktu; ama Hizbullah vardı. 

Bana ilk Hizbullah’la ilgili atlatma haberimi Altan Tan vermişti. Cumhuriyet’teydim o sırada. Cumhuriyet’te, “PKK-Hizbullah çatışması” diye manşet yapmıştık. Hatta Altan, “Sakın adını filan yazma. Bunlar hakikaten belalıdır,” demişti -ki nitekim öyle olduğu çıktı ortaya. Ondan sonra ben Hizbullah’ı tırnaklarımla çözmeye, anlamaya çalıştım. Diyarbakır’da Hizbullah iddianamesi yazmış bir savcı vardı. O çok işime yaradı. Sonra Batman’da ilk operasyonları yapanlardan bir polis şefi beni buldu, uzun uzun Hizbullah’ı ve Batman’ı anlattı. Derken bir gün bana PDF’le “Kendi dilinden Hizbullah” isimli bir kitap geldi, “İ. Bagasi” (İsa Altsoy Bagasi) imzasıyla. Yurtdışında yaşayan İsa Altsoy, yıllar sonra Hizbullah adını deklare ederek yazmış ve bunu bana yolladılar. Yani bu şimdi birilerine şey gelebilir ama Hizbullah da bana güvendi. Ve ben NTV/MSNBC web sayfasına bu PDF’i ekledim.

Şunu söyleyeyim, başkası o haberi yapmış olsaydı acayip kıskanırdım. Yani o anlamda çok hoşuma gitti. Yıllar sonra cezaevinden tahliye olduktan sonra yurtdışına giden ve şu anda da Hizbullah’ın lideri olan Edip Gümüş’le de aynı kanalda röportaj yaptım. 

GG: Ve Gaffar Okkan’ın ölümü de son derece kritik bir eşikti.

RÇ: O çok acı bir olaydır. Onu da anlattım zaten kitapta. Beykoz operasyonunun yıldönümü yaklaşırken bir yazı dizisi hazırlıyordum. Milliyet gazetesi istemedi o sırada. Mehmet Yılmaz, “Ben geçmişe bakmıyorum,” dedi. Hizbullah bitti diye düşünüyor. Cumhuriyet kabul etti. Dışarıdan yapıyorum. Ve Gaffar Okkan’ın elinde bir itirafçı vardı: Abdülaziz Tunç. Ben bir şekilde Gaffar Okkan’ı aradım, buldum, “Beni onunla tanıştırır mısınız?” filan diye. Gaffar Bey’le orada tanıştık önce. Gittik, uzun uzun konuştuk filan.

 

GG: Bu arada sen ona El-Kaide’yi anlatmışsın filan.

RÇ: Tabii tabii. Öyle şeyler oldu. O bana Hizbullah’ı anlattı, ben ona El-Kaide’yi. 2000’li yılların başı. Daha 11 Eylül olmamıştı. Ondan sonra Abdülaziz Tunç’la beni baş başa bıraktı. Kamera filan kaydetti mi bilmiyorum ama bizden başka hiç kimse yoktu. Ve Abdülaziz Tunç’la ben uzun bir röportaj yaptım. Abdülaziz Tunç örgütte çok önemli bir yerde olan ve bence o tarihte hâlâ Hüseyin Velioğlu’na hayran, itirafçı olmuş birisiydi. Ondan sonra döndüm. Yazı dizisinin yıldönümüne denk getirerek, “Pusudaki Hizbullah” diye başlık attım. Yani geride kalmış diyorlar ya, ben “Pusudaki Hizbullah” dedim. Yazı dizisi sürerken Gaffar Bey’i ve yanındaki korumalarını Diyarbakır’da gündüz gözüyle katletti Hizbullah. Yani tam biz yayınladığımız sırada oldu bu. Çünkü tam yıldönümü değil, bir-iki gün sonrasındaydı Beykoz operasyonunun. Yani ona denk getirmişler. Hâlâ ona Hizbullah yapmadı filan diyen var ama Hizbullah yaptı. Yani zaten kendileri de üstlendi vesaire.

 

GG: Erbakan’dan, Millî Görüş’ten başlayarak, Tayyip Erdoğan’ın ortaya çıkması, yükselmesi, parti kurması… Her birinin tanığısın. Şimdi bugünün gerçeğine bu tanıklıklarla bakabilmek herhâlde bir gazeteci için çok kıymetli.

RÇ: Kimsenin çok da umurunda olmuyor.

 

GG: Ama umurunda olanlar da var.

RÇ: Geçen Hamza Dağ ile röportaj yaptım; yaşı 44, o tarihlerde o yoktu mesela. Ama onlar alıyorlar bayrağı. Bülent Arınç, Özhaseki vs. filan, bunların ilk ortaya çıkışlarına bir şekilde tanıklık etmiş birisiyim. Oradaki dönüşümü görmek ilginç. Bir başkalaşım oldu birçoğunda, bambaşka insanlar oldular. Sonuçta bakıyorum, olay aslında İslami hareket, Türkiye’deki İslamcılık vs. aslında musluğun başına geçme arzusuymuş. Musluğun başına geçtiği andan itibaren de o suyu sadece kendisi içme arzusuymuş. Başkalarının yaptığının bir başka versiyonuymuş. Ama ilk başta muhalif hareket olarak İslamcılıkta, Refah Partisi’nde, AKP’nin ilk kuruluşunda, Refah’ın içinde yenilikçi bir hareket ortaya çıktığında haber değeri vardı. Şimdi neyin haberini yapacaksın? Konuşmalara bakıyoruz, hep aynı şeyleri söylüyorlar. Çünkü iktidarı korumaya yönelik bir hareket olduğu için tamamen karşı tarafa yönelik birtakım sataşmalar vs. Ama eskiden öyle değildi. Eskiden Tayyip Erdoğan ya da Bülent Arınç bir şey söylediği zaman bunlar ya tehdit olarak algılanıyordu ya da ilginç geliyordu. Mesela şeyi düşün; meyhanelerden oy istemeye gidiyorlardı. “Allah Allah” filan, bilmem ne…

 

GG: Hamza Dağ da yapıyor şimdi.

RÇ: Yapıyor da ne oluyor, onlar geride kaldı. Pragmatist siyasetçi oldular hepsi.

 

GG: Bunları tabii daha detaylı öğrenmek, anlamak isteyen, merak edenler kitabı alıp okumalı. Ama özellikle şunu senden dinlemek isterim: Nasıl oldu da Medyascope kuruldu, nasıl oldu da ana akımdan koptun? Her şey bir Periscope’la başladı gibi görünüyor ama…

RÇ: Bana Habertürk’ten teklif geldiğinde Vatan’daydım. Ama Vatan Gazetesi’ni Demirören’ler almıştı ve ölmüştü zaten olay. Çağırdıklarında yükselişte olan bir HDP vardı. Öyle bir yerde bana haftada dört gün mü ne köşe yazarlığı verdiler, istediğim haberi yapıyordum, sürekli televizyondaydım. Habertürk’ün değişik programlarında, sabah konuk vs. Tam 17-25 Aralık zamanları. 2015 Haziran seçiminde Habertürk angaje oldu, iktidarın devrilmesine… Hatırlıyorum HDP’yi bildiğim için bana “Ruşen, aşıyor değil mi barajı, aşıyor?’’ diye soranlar vardı. Sonra pat diye ülkede ortam değişti ve bir baktım bana yazdırmamaya başladılar. Önce köşe sayım indi, sonra köşe kalktı. Ben bu arada seçim kampanyası izliyorum vs. Habertürk bana kocaman bir oda, iyi bir para ve de istediğim yere gitme imkânı sunmasına rağmen benden doğru dürüst yazı almıyor… Yazı yazmak yasak, televizyona çıkmak yasak. Derken o sırada Periscope çıkmıştı. Ben de elimde cep telefonu ya da iPad ile Periscope’tan yayın yapmaya başladım. Acayip ilgi gördü, acayip. Seçim döneminde… Özellikle mitinglerde her partinin çok sayıda mitingine gittim.

 

GG: Ben de aktif gazeteciydim o zamanlarda ve seninle karşılaşmadığım bir yer hatırlamıyorum. Yani önemli bir yer varsa sen oradaydın her zaman.

RÇ: Hepsine gittim. Mesela o bombanın patladığı, HDP Diyarbakır mitinginde oradaydım.  Adana’da Erdoğan’ı izledim. İşte bilmem nerede Bahçeli’yi izledim. Yok Davutoğlu izledim falan. Seçim bittikten sonra da odamda yayın yapmaya, sonra konuk almaya başladım. Odam korsan bir televizyon istasyonu oldu! Manuel (Çıtak) -toprağı bol olsun- gelip, bana yardım ediyordu ama orası uygun değildi. Bir gün Sanayi Mahallesi’nde babasından kalan atölyeden dönüştürülmüş stüdyosuna çağırıp, “Gel orada yap,” dedi ve orada yapmaya başladım. Bu arada tek tük birtakım insanlar geldiler falan. Bir gün hiç tanımadığım Denet (Tezel) ve Nurdan (Üçer) bana e-posta attı ve yeni medya ve teknoloji ilişkisine kafa yorduklarını söyleyip konuşmak istediler. Onlar gazeteci değil, ama teknolojiyi anlıyorlar. Derken biz ekip olup şirket kurduk. 

Bu arada beni Habertürk’ten attılar. Eğer Habertürk’ten atmasalardı ben orada kalırdım ve Medyascope’u geciktirirdim. Habertürk’teki odamda Ağustos 2015’te Kadri Gürsel ve Levent Gültekin’le beraber ilk Açık Oturum’u yaptık. Ondan sonra da Sanayi Mahallesi’ne geçtik, sonra da Maslak’a geldik. Öyle de gidiyor. Ama büyüdü, kocaman bir şirket oldu.

 

GG: Hayal eder miydin? Aklından böyle bir şey geçiyor muydu? Geçmiyordu herhâlde.

RÇ: Açıkçası ilk başta böyle genç insanlar çalışacak falan diye bir şey yoktu. Kafamda benim gibi meslektaşların olacağı bir platform vardı. Çok kişiye çağrı yaptım, gelmediler. Yani burun kıvırdılar, anlamadılar. Kim bilir neler demişlerdir. Şimdi onların bir kısmı kendi YouTube kanallarını kurdular, o ayrı. Ondan sonra birtakım gençler bana e-posta üzerinden ulaşmaya başladı ve ben hemen hepsini CV’lerine falan bakmadan çağırdım. Ama ortada para yoktu. Sonra para bulmaya başladık, çalışanlara para vermeye başladık vs. Ondan sonra burası yüzlerce gencin gelip geçtiği bir yer oldu; büyük kısmının hayatındaki ilk gazetecilik, ilk iş deneyimiydi. Bundan aslında memnunum. Çünkü ben 14 yaşımdan beri solcuyum ve birlikte yapmak fikri hep vardır. Tabii o zamanki solculuğumuzla bu zamanki arasında çok fark var, Türkiye de çok değişti ama tek başıma bireysel bir şey yapmaktansa böyle başkalarıyla, gençlerle, inanan insanlarla bir şey yapmak daha iyi oldu. Bayağı da bir deneyim biriktirdik.

 

GG: Bu yanıyla da okul gibi uzun yıllar geçirdi Medyascope.

RÇ: Evet, öyle oldu.

 

GG: Bugünden sonrası için o zaman hayalin ne Medyascope için? 

RÇ: Sorun şu, açık söylüyorum; gazetecilik öldü. Şimdi son çırpınışlar bunlar. Başlı başına finansman çok önemli bir sorun, siyasi baskı çok önemli bir sorun. Bir de yankı odaları vesaireler… Sosyal medyanın artısı var, eksileri var, şu var, bu var… Teknolojinin gelişmesi iyi, ama finansal özgürlüğü sağlayabilmek çok önemli. Finansal özgürlüğü sağladıktan sonra da siyasi özgürlüğü sağlayabilmek çok önemli. Medyascope’un bağımsız bir mecra olarak, büyüyerek gelişmesi tabii en büyük hayalim; ama bunun çok da kolay olmadığını yaşayarak gördüm, gördük. Umarım bunları aşarız.