Manisa Celal Bayar Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümünden mezun olduktan sonra, 2019 yılında İstanbul Üniversitesi'nde Yeni Türk Edebiyatı bölümünde yüksek lisansa başlayan İrem Yavuz, “Buket Uzuner'in Romanlarında Kadın Kimliği” üzerine tez yazmaktadır. Edebiyat tutkusunun yanı sıra, haberciliğe merakı doğrultusunda haber editörü olarak çeşitli kurumlarda çalışmış, bununla birlikte birkaç yayınevinde kitap düzeltmenliği yapmıştır.

Buket Uzuner, hikâyelerinde ve romanlarında yarattığı kadın karakterler aracılığıyla pek çok problemi dile getiren bir yazar. Biz de kendisiyle, Türkiye’nin içinde bulunduğu iklimi kadınlar açısından değerlendirdik.

 

Kendinizi feminist bir yazar olarak tanımlıyorsunuz. Bugüne kadar kaleme aldığınız eserlerde kadın karakterlerin kendilerini var etme çabalarına ve bu süreçte yaşadıkları problemlere, engellenmelere hep yer verdiniz. Bu kadın karakterleri yaratırken motivasyonunuz ne oldu, bir rol modeliniz oldu mu?

İzninizle bu soruya, ben de bir soruyla yanıt vereceğim: Neden hiçbirimiz bir erkek yazara “Kendinizi maskülinist olarak tanımlıyorsunuz,” diye konuşmaya başlamıyoruz? Eğer edebiyatçılar; hayatlarını hikâye anlatmaya adayacak ve bunun için gerekirse sonuna dek mücadele etmeyi göze alacak kadar bu işi seven vicdanlı kişilerse -ki, ben böyle görüyorum- işte tam da burada “yazarın cinsiyeti” konusu ortaya çıkıyor çünkü kadınlara yazmak ve yayımlatmak gibi her çeşit entelektüel iş ve meslek, siyasi gücü elinde tutanlarca yüzyıllarca yasaklanıyor. Yüzyıllarca! Yazarın kadın olması durumu ve bizzat kendisinin de insan ve canlı olduğunu bilmesinden doğan bilinçli bir hak arayışının ortaya çıkması, ancak 20. yüzyıl ortalarını bulduğu için biz bugün feminizmden bahsetmek zorunda kalıyoruz. “İnsan hakları” denince yüzyıllarca sadece erkeklerin kabul gördüğü bir düzende yaşamaya zorlandığımız için bugün bunlarla uğraşmak ve hâlâ, hatta daima mücadele etmek zorunda kalıyoruz. Bunu kadının da insan olduğunu hatırlatmak için yapmak, insan uygarlığının ne denli çürük temeller üzerine kurulduğunun da bir kanıtı. Bu aslında sadece kadınların değil canı olan, yani “Yaşayan her şey canlıdır ve öncelikle yaşamak hakkına sahiptir”in mücadelesidir çünkü yüzlerce yıldır ağaçlar, su, toprak, hava, hayvanlar, çocuklar ve kadınlar sanki cansızmış, malmış gibi alınıp satılan; insanı köle, tabiatı ise mülk kabul edip bizlere dayatan erkek merkezli sistemin artık iflas ettiği devirde yaşıyoruz. Şimdi önümüzde iki yol var: Ya yok olacağız ya da tıpkı binlerce yıl önce her canlıya değer veren kadim kültürleri anımsayıp “Tabiatın efendisi beyaz erkek değil; tüm canlılar gibi, onlar ve bizler de tabiatın yalnızca parçasıyız” gerçeğine modern hayatlarımızı uygulayacağız. Bu bilgileri hem mitolojiden hem arkeolojiden hem de artık ilerleyen teknoloji sayesinde antropolojik çalışmalardan, sinir biliminden öğreniyoruz. 

Sorunuzun yanıtına dönersek, ben bunları çocukken pek bilincinde olmadan, liseden beri de bilerek ve isteyerek mesele edinen biriyim, bu yüzden hayatım boyunca hangi iş veya meslek alanında çalıştıysam onun merkezine hep bu meseleler yerleşti. Bir başka deyişle, birçok kadın yazar gibi ben de dünyayla ve kendimle, yazarak başa çıkmaya çalışan bir kadınım ve dolayısıyla zaafları ve güçleriyle var olan kadınların kahraman olduğu roman ve öyküler yazıyorum çünkü dünyanın her kültüründe öbür kızlar ve benim için güçlü, başarılı ve yenilgilerine rağmen vazgeçmeyen kadın rol modeli çok azdı ve hâlâ da azınlıkta. Ben bunun eksikliğini çekmiş kızlardan biriyim. Öte yandan şanslıyım çünkü annemin bana sık sık hayranlıkla anlattığı yazar Halide Edip ile Nobelli bilim insanı Madam Curie ve elbette annem, ilk kadın kahramanlarımdı. Üniversitedeyken yazar Sevgi Soysal ile Virginia Woolf kahramanlarımdı. Şimdi özellikle uzak kasabalarda çalışan kadın doktor, kadın hemşire ve kadın öğretmenler, tek başlarına vicdanlı evlatlar yetiştiren kadınlar kahramanlarım.

 

Yarattığınız kadın karakterler arasında belki de en dikkat çekeni, dörtlemedeki Defne Kaman. Defne sadece kadınlarla alakalı değil hemen her konuda duyarlı bir kadın gazeteci olarak karşımıza çıkıyor. Aynı zamanda ablası ve annesi gibi olmamakla, hatta çevresindeki pek çok kadın gibi olmamakla suçlanan, “uyumsuz” olarak görülen birisi. Bu karakter ilk olarak nasıl şekillendi? Su romanı 2012 yılında yayımlandı. O dönemin Türkiye’sinde sizi bu karakteri yaratmaya iten bir faktör oldu mu?

Siz genç olduğunuz için çağdaşınız Defne Kaman’a yakınlık duyuyor olabilirsiniz ama 1990’larda henüz ben de gençken Kumral Ada Mavi Tuna romanımın kadın kahramanı Ada ile İki Yeşil Susamuru’nun kadın kahramanı Nilsu dikkat çekiyor ve seviliyordu. Hatta yüzlerce bebeğe Ada ve Nilsu adları kondu, otuz beş yıldır da konmaya devam ediliyor. Kitap fuarlarında bana, isim annesi olduğum bebekleri getiriyor okurlar hâlâ. Defne Kaman’a gelince, ben onun Ada, Nilsu, İstanbullular’ın karakteri Belgin, Balık İzlerinin Sesi’nin karakteri Afife Piri ile zihinsel akraba olduğunu düşünüyorum. Defne Kaman, özellikle toplumların dayattığı uyum konusunda bizim dikkatimizi çeken bir karakter. Böylece romanları okurken hepimiz belki üzerine pek kafa yormadığımız uyum ve uyumsuzluğu düşünmeye başlıyoruz. Bunu düşünmeliyiz çünkü uyumlu vatandaş, eş, öğrenci, öğretmen, işçi, vb. olmamızdan yararlananlar uyum meselesini sorgulamamızı istemezler. Uyum ile başkalarının hakkına, hukuka saygılı davranmak ayrı konular elbette. Oysa feodalite, kölelik, kadın düşmanlığı, kapitalizm, sömürgecilik, vb. insan yapımıdır ve sorgulanmalıdır. Yazılarımı etkilemiş ve tıpkı benim gibi biyolog olan ünlü kadın düşünür ve yazar Donna Haraway “Marx esinli feminist ampirisizm; Marksizm’de işçiye verilen yeri kadına, Marksizm’deki kapitalizmin yerini de cinsiyetçiliğe verir,” der. Tarihte insanlığın daha özgür ve rahat yaşaması için çalışmış, bilime ve demokrasiye katkı sağlamış hemen herkes; düşünmeye ve sorgulamaya cesaret eden uyumsuzlar arasından çıkmıştır.

 

Defne Kaman, 2023 Türkiye’sinde bir gazeteci olarak nasıl refleks gösterirdi?

Ateş romanı, biliyorsunuz, “Tabiat Dörtlemesi”nin son kitabı. Henüz bu yıl yayımlandı. Su romanıyla başlayan dörtlemenin her romanı farklı yıllara yayılıyor.  Ateş romanı 2019’larda, pandeminin hemen öncesinde, haberciliğin her bakımdan zorlaştığı, gazetecilerin bir mesajla işten atıldığı ve mülteci sorununun yoğunlaştığı dönemde yani dört yıl evvel geçiyor. Aslında tam da içinde bulunduğumuz koşullarda Defne Kaman’ın sorunlara nasıl çözümler ürettiğini görelim istedim. Tabiata, çocuklara, yani geleceğe yönelik çalışmak, yatırım yapmak, iyi ve güzel bir dünya için mücadeleden vazgeçmemek… Daha fazlası, romanı henüz okumayanlar için açık vermek (spoiler) olur.

 

Türkiye’nin içinde bulunduğu iklim, kadınlar açısından gitgide daha zor ve korkutucu olmaya başladı. Bu ortamı nasıl değerlendiriyorsunuz? Bugüne kadar kadınların kazanımları ne oldu? Sizce bundan sonra nasıl bir yol izlenmeli?

Dünya sadece kadınlar için değil; çocuklar, uyumsuzlar, azınlıklar, insan dışı canlılar için de hiç de kolay yaşanır bir durumda değil fakat uygarlık tarihi denen şey; savaş, şiddet, haksızlık ve yoksulluk dolu geçmişin kahramanlık ve zaferlermiş gibi anlatıldığı, editörü ve karakterleri sadece erkeklerden oluşan hikâye değil mi? Gerçekte neler oldu; köle olarak “el konulan” kadınlar ve çocuklar neden ortada yok; ölen atlara, yakılan ve kesilen ağaçlara, kana bulanan nehirlere ne oldu? Aslında bildiğimiz kadarıyla, kadın ve çocukların en iyi yaşadıkları çağdayız. O kadar kötüymüş yani! Şimdi tüm dünyada kadınların insan hakları hakkında sesi çıkıyor; eskiden üstü kapatılan kötülüklerin günümüzde saklanmasına izin vermeyecek kadar çok kadının basından hukuka, tıptan sanata kadar sayıları çoğaldığı için olanları artık duyuyoruz. Bence kadın düşmanlığı artmadı; kırılan kollar yen içinde artık saklanamıyor ve duyuluyor. Bağımsızlık ve hakların kabulü uzun sürecek bir mücadeledir. Bir yandan da, kadınların da insan olduğunu öğreteceğimiz vicdanlı oğullar, erkek kardeşler, erkek yeğenler, erkek öğrenciler yetiştirmeliyiz.

 

Toplumsal muhalefet hareketlerinin birçoğu bastırılmış olsa da kadın hareketi ne kadar kriminalize edilirse edilsin engellenemiyor. Kadın hareketinin bu kadar güçlü kalmasının dayanağı nedir?

 “Kız Neşesi”, benim yıllardır kullandığım kavram. Ben duymasam da benden önce mutlaka kullanılmıştır. “Kız Neşesi”; insan uygarlığının ana gücü, temel enerji kaynağı olduğu için kadınlar bu kadar çok ve sistematik olarak yok sayılmaya, zulme, tacize rağmen silinmemiş dünyadan. Osmanlı’da nüfus sayımında kadın ve çocukların insan sayılmadığı ama büyükbaş hayvanların sayıldığını biliyorsunuz herhâlde. “Kız Neşesi”ne gelince hepimizin iyi bildiği, varlığını hemen tanıdığımız, en karanlık ve umutsuz zamanlarda ışığını görünce yüzümüzün aydınlandığı, dertlere deva, açlara aş, hastalara şifa, evin, ocağın, hayatın devamlılığı ve bereketini sağlayan enerji kaynağının adıdır. İnsanlığın her çağında yaşanmış ve hiçbirini kadınların başlatıp devam ettirmediği bütün savaşlar, yıkımlar, salgın hastalıklar, afetlerden sonra ortaya çıkan yokluklar, kıtlıklar, yangınlar, acılar, açlıklar, hastalıklar ve felaketlerden sonra ateşi yakan, etrafına çocukları ve yaşlıları toplayan, gerekirse taş kaynatıp sıcak çorbaymış gibi içiren, otlardan lapa yapıp yaraları saran, ninni, hikâye, şarkı ve türküyle ruhları sarmalayan kadınların hayatı daima yeniden kurma ve sürdürülebilir kılma güçlerinin adı “Kız Neşesi”dir. Kadın dayanışması da (İmeceyi kadınlar icat etmiştir) önemli bir iletişim ağıdır. 

 

Ateş romanı, yine Anadolu’ya ve kadim kültürlere, mitolojiye yer veriyor.  Biraz da bundan bahseder misiniz?

 

Mitler ve efsaneler için, “Korku ve arzularımızı inceleyen anlam arayışımızdır,” desem yalan olmaz. Onlar bir anlamda hepimizin hayatına “gelenek”, “kültür” adıyla şekil veren zamansız, evrensel hikâyeler, masallar ve efsanelerdir. Tarihimiz, kültürümüz o efsanelerimizde saklıdır ve dilden dile yenilenir, yaşarlar. Bu topraklarda bizden önce yaşamış kültürlerin, örneğin Hititlerin mitolojisi, sanatı, kanunları, yemekleri bizi de etkilemiştir. Ben aslında o mitolojileri söylemiş eski hikâyecilerin yaptığını, şimdi modern bir sanat olan roman formunda yapıyorum. Mesela, Kutadgu Bilig gibi bin yıl kadar önce Karahanlı Türkçesiyle yazılmış, zamanın hakanlarına adil ve hakça devlet yönetmenin ahlakını öğütleyen Yusuf Has Hacib’in eserini, romanlarımda bir şifreler kitabıymış gibi yeniden kurgulayarak, kendi mitolojisi kendisine öğretilmeyen belki de dünyadaki tek millet olan bize hatırlatmak istiyorum. Örneğin, Yunan mitolojisinin uçan atı Pegasus’u biliyoruz ama Türk mitolojisinin kutsal kanatlı atı Tulpar’dan habersiziz. Sizce yüzyıllardır bize neden kendi mitolojimizi öğretmiyor, hatta unutturuyorlar? Bu siyasi bir tercih mi yoksa? Ateş romanı bunu da sorguluyor.
Güzel sorularınız için teşekkür ederim. Mikroscope’a selamlar.