21 Şubat 1985 tarihinde İstanbul’da doğdu. Marmara Üniversitesi Almanca Öğretmenliği bölümünü bitirdikten sonra İstanbul Kültür Üniversitesi’nde İngiliz Dili ve Edebiyatı okudu, İstanbul Aydın Üniversitesi’nde aynı bölümde yüksek lisans yaptı. 2021 yılında yayımlanan, harf ve rakamları yönetme özelliğine sahip bir yazarın esrarengiz hikâyesini anlattığı “Yazcan Yazıoğlu” romanı ile Türkiye’de büyük bir ses getirdi. Kitap İngilizce, Almanca, İsveççe, Arapça, Yunanca ve Balkan dillerine çevrildi. Birçok şiiri ve öyküsü, önde gelen ulusal ve uluslararası dergilerde yer alan Can Yiğit Tunçman, İstanbul’da yazı çalışmalarına devam etmekte ve dünya yayıncılarını İstanbul’da her yıl bir araya getiren Istanbul Publishing Fellowship programının koordinatörlüğünü yapmaktadır.

Bir şey arıyorum. Bir umut, bir hayat, bir inanç. Bütün gücümle arıyorum, durmadan, yorulmadan. Bu arayışı keşfetmeden önce ne için yaşıyormuşum ben? Düşünüyorum, bulamıyorum. Aklıma birden geleceği de yok. Aslında etraflıca düşünecek çok vaktim var ama artık düşünmek gelmiyor içimden. Ânı yaşıyorum. Aramak öyle yaşatıcı, öyle yatıştırıcı ki, sadece arıyorum. Aradıkça anlamını kazanıyor her şey. Her şey olduğundan daha güzel, daha heyecan verici geliyor. Ben şimdiye kadar yaşamamışım, onu anlıyorum. Yaşamadığını anlamak için yaşamdan biraz uzaklaşmak gerektiğini de. 

Bakıyorum, dokunuyorum, dinliyorum. Aramakla aranmak, bir anda nasıl da bir oluyor? Arayan da, aranan da aynı şeyi arıyor. Birdenbire hem arayan oluyorum hem aranan. Oyum ben, o şeyim. O şey her neyse. Öyle bir doluluk hissediyorum ki, o an bir gelse, bir anda gelse, beni bulsa. O zaman kendimi hiç olmadığım kadar mutlu hissedeceğim. Senelerce öyle boş vermişim ki kendimi, sadece öleceğimi değil yaşadığımı da unutmuşum. Neydi yaşamak? Yaşamın amacı neydi? Hayatı paylaşmak, insanlara dokunmak mı? Yoksa sesini duyurmak mı? “İmdat!” 

Bağırıyorum duyulmuyor, anlatıyorum dinlenmiyor. Şimdiye kadar yapamadığım şeyler geliyor aklıma. Söyleyemediklerim, anlatamadıklarım. İnsanın aklında ne kadar da çok şey oluyor! Hep de böyle zamanlarda kalabalıklaşıyor aklım. İnsanları dikiyorum karşıma, ne diyemediysem bir bir onları diyorum hepsine. Herkes ne kadar da mahcup ve suskun karşımda. Tek tek hepsiyle yüzleşip bir hışımla kovuyorum onları karşımdan. Kırdığım insanları alıp onlardan özür diliyorum özgürce. Alıp onları, kalbimin güzel yerine koyuyorum. 

Birkaç kişiye biraz borcum olduğu geliyor aklıma birdenbire. Elimi uzatıp yanımda dağınık bir şekilde duran paraları alıyorum. Bu paraları buraya ne zaman koymuşum? Sayıyorum paraları. Hayatımda hiç görmediğim miktarda bir para bu. Tanıdığım herkese dağıtacak kadar çok. Bu kadar parayı nasıl biriktirmişim? Bu paralarla ne yapsam acaba? Bir türlü cebime koyamıyorum paraları. Sıkı sıkı tutuyorum elimde. Birden bir susuzluk bastırıyor. Aynı anda acıkıyorum. Parayı harcayacak yer yok etrafta, para yenmiyor da. 

Aradığım şeyin para da, eşya da olmadığını o anda anlıyorum. Ben başka bir şey arıyorum. Bambaşka bir şey. Ne olduğunu anlıyorum ama adlandıramıyorum. Daha önce hiç yaşamadığım ama olduğunu bildiğim bir şey. Acaba ne, nasıl bir şey? Ben onu ne kadar severek bulmaya çalışırsam o beni daha da istekle arıyor sanki. Gitgide daha da yakınlaşıyoruz birbirimize. 

Durup etrafı dinliyorum. Her yerde dayanılmaz bir sessizlik, her şeyde inanılmaz bir sakinlik. Sanki bir şey olacak da, her şey onu bekliyor. “Durun, benim sıram,” diyorum. Bir özgürlük büyüyor içimde. Avazım çıktığı kadar bağırıyorum. Duyuyorlar mı? Duyacaklar mı? Kimse yanıt vermiyor. Uçurumun kenarına tutunuyor hislerim. Sanki hiçbir yere ait değilim de, bundan dolayı her yere bağlıymışım gibi hissediyorum. Gözlerim kapanıyor. 

Gözlerimi hiç görmediğim bir yerde açıyorum. Herkes yabancı, her yer uzak. Etrafıma bakarak yürüyorum. Hayalet gibi birkaç adım atıyorum ki, bütün bu gerçeklik içinde bir şeylerin olması gerektiğinden çok daha farklı olduğunu hissediyorum. İnsanlar koşarak kaçıyorlar. Kimse bana bir şey söylemiyor. Terk edilmiş bir şehirde hızlıca yürüyorum. Her yer boş, her yer sessiz. 

Kafamı kaldırdığımda uzaktan üzerime doğru gelen insanları görüyorum. Ellerinde silah var. Kıyafetlerinden anlıyorum, hepsi asker. O an şehrin işgal altında olduğunu fark ediyorum. İnsanlar bundan kaçıyormuş. Birdenbire korkunç bir ses duyuluyor. Hızla koşuyorum. Bombalar düşüyor yukarıdan. Her yer sallanıyor, her yer yıkılıyor. 

Tepesine inecek terlikten kaçan bir böcek gibi ölümden kaçıyorum. Ölümden kaçmak böceklik mi? Kalbim, patlayan bombalar gibi atıyor. Evler ve yollar yıkıldıkça saklanacak yer de kalmıyor. “Kanatlarım olsa uçup uzaklara kaçardım,” diyorum. Ama sonra “İyi ki kanatlarım yok,” diyorum. Kanatlarım olsa her şeyi tepeden görürdüm. Her yer yıkılmış, her yer paramparça. Evler enkaz. Kaçıp bir deliğe saklanıyorum. Sanki ezelden beri buradayım, tek başımayım, kayıbım. Koskocaman evrende her şeyini kaybetmiş bir yalnızım.

Her yer sallanıyor. “Korkmuyorum,” diyorum. Gözlerim yerdeki taşlara kayıyor. Başka bir şey olmanın ne olduğunu hayal etmeye çalışıyorum. Bir taş olmak ne demek? Taşların içi de, dışı da bir. Bir taş korkuyorsa korkuyordur. Tıpkı çocuklar gibi. “Belki onlar da çocuktur,” diyor artık saçmalamaya başlayan beynim. “Bir taş olsam,” diyorum. “Ufak da olsa sağlam bir taş. Sonsuza dek yaşasam.” Hemen yanında duran bir bitkiyle göz göze geliyoruz. “Çiçek açmak ne demek?” diye soruyorum ona. Çiçek olmak ne demek? Çiçeksizlik ne? Ben senin çiçeğin olabilir miyim?

Zaman bir duruyor, bir hızlanıyor. Birden bir utanma duygusu geliyor. Ama çocukken insanların karşısında hissettiğim utangaçlıktan çok farklı bu. Daha ufakken beni küçük düşürmek için ellerinden geleni yapan o kötü kalpli insanların sebep oldukları, yerin dibine girilesi bir utanma hissi değil bu. Çirkinlik değil, fakirlik değil, aptallık değil. Kendiliğinden gelen tuhaf bir his. Sonradan anlıyorum. Ben aradığım şeyden utanıyorum. İnsan olmaktan, hayatta kalmaktan, nefes almaktan. Başka insanların acılarına bakıp da kendinden utanan başka insanlar da var mıdır acaba?  

Kendimi hiçbir şey aramadığıma inandırmaya çalışıyorum. Susuyorum, bekliyorum. Ama bekledikçe susuyorum. Birkaç yudum su arıyorum etrafta. Yok. Sanki yer yarılmış da, bütün su akıp gitmiş. Böyle böyle susuzluğum büyüyor. Her şeye susuyorum. Her şeyi yapmak geliyor içimden, bıkmadan usanmadan. Her şey olmak… İlk kezmiş gibi heyecanla ve son kezmiş gibi hüzünle ama hakkını vererek, tadını çıkara çıkara.

Ama bunun için ne vaktim var ne imkânım. “Bir hayat ne kadar basit olabilir?” diye soruyorum kendime. Sorularım neden hep kendime? Bir insanın dünyası ne kadar ufalabilir? Cevaplayacak kimse yok da, ondan. Şimdi anlıyorum, yörüngem kendim kadar. Sanki etrafta insanlar olsa sorularımı cevaplayacaklar. İnsanlar bilmez, insanlar anlamaz, insanlar sevmez. İnsanları sev, insanlara güven. Sesim kısılana kadar bağırıyorum. Bu biraz iyi hissettiriyor. İnsanlara ulaşmış gibi hissediyorum, nesnelere…

Etrafımda dönüp duruyorum güneşi görmek için ama her yer karanlık, her yer buz gibi soğuk. Her yer toz toprak. Artık nefes alamıyorum. Çıldıracak gibi oluyorum. Hiçbir şey yapamadığımı düşündükçe her yeri yıkıp geçesim geliyor. Zaten her şey yıkık! “Bütün gücümle omzumdaki yükleri bir atsam,” diyorum ama gücüm yok ki. Kaybetmek ne demekmiş, ağır ağır onu öğreniyorum. Sonunculuğu, en kötü durumda olmayı. “Hep onlar, başkaları,” dediklerimin ben olduğunu anlıyorum, en az yaşam neydi onu… 

Hayallere kaçıyorum ama insan olmaktan kaçamıyorum bir türlü. “Ancak insanlık için nefes alırsan bu acıya dayanabilirsin,” diyorum. Mekân bükülüyor, zaman genişliyor. Anca başka birine güvenirsem ümitle açılan bir kapısı var bu dünyanın, anlıyorum. Bir ses çıkarabilsem, sesimi bir duysalar işte o zaman herkesle beraber sevinç çığlıkları atacağım. 

Ne yaşanıyor böyle ne ölünüyor.  Ama ben hâlâ arıyorum, yılmadan usanmadan. Şefkatle uzanacak bir el arıyorum sanki. Bir kurtuluş. Bir ışık, bir an, bir melek. Uzaklarda, çok uzaklarda aradığım şeyi görüyorum birden. Ne aradığımı biliyorum artık. Bir can arıyorum ben, bir hayat.  

Sonra birdenbire bir ses duyuyorum. Belli belirsiz bir fısıltı geliyor kulağıma. Anlamlandıramadığım kelimeler, kesik kesik cümleler. Bir telaş, bir sıcaklık hissediyorum, bir yakınlık. Tuhaf bir mutluluk kaplıyor içimi. Hiç yaşamamışçasına yaşıyorum. Sanki birileri bana doğru geliyor, fark ediyorum. İnsanlar diyorum, insanlar! Son gücümle “Buradayım,” diye bağırıyorum. 

“Sesimi duyan var mı?”

“Yaşıyorum. Varım, hayattayım.”

Ama insanlar, insanlar üstüme basıp geçiyorlar. Görmüyorlar beni, duymuyorlar, bilmiyorlar, anlamıyorlar. Üzerimde yüzlerce ayak. Sanki kimselerin bilmediği, bambaşka bir dünyadayım. Bir dünya ki burası, girişi mümkün değil, çıkışı da yok.  Uykuyla uyanıklık arası bir şey, rüyayla hayal. 

“Ama böyle olamaz, olmamalı,” diyorum. Bir yolu olmalı, bir oluru. Nefesimi tutup insanları dinliyorum. Bir sessizlik oluyor. Gözlerimi kapatıyorum. Bir cümle doluyor kulaklarıma. Bir ses. “Bir ses duydum,” diyor. O sesi duyuyorum. Bir de beni çağıran başka bir sesi, daha önce hiç duymadığım.