Beş yılın ardından yeniden geliyorum buraya. Küçükken ormanın müziğini dinlemeye gelirdim. Rüzgârın sesi dallara bir bilezik gibi takılır ve ahenk başlardı. Kuşlar, sincaplar, su ve ormanın derinliklerden binbir çeşit mahlukun kendi ritminde sesleri karışırdı bu ezgiye. Çocukluğumda ıslık çalarak eşlik ederdim ben de bu çoğul melodiye. Şimdiyse hüzünlü bir kül senfonisi dışında hiçbir ses yok, rüzgâr küle değdikçe sanki keman ağlıyor için için, kavruluyor orman. Sönen yerlerinden, kapanmayan yaralarından insanın içine işleyen acı bir ses bu. Gözyaşlarım süzülüyor, küle düşüyor damlalar, belki yeni bir filizin tuzlu özsuyu gözümden dökülen yaşlar. Belki yeniden bu sese karışır çocuklarımın da sesi. Umarım korkunç bir beton yığını bastırmaz bu acıyı. Onları da getirecektim buraya doğaya dokunmaları ve kendi ezgilerini bulmaları için, ama bu korkunç manzaraya takılıp kalsın istemedim masum gözleri, bir yalan bulmalıydım. Ve dedim ki: “Orman çok büyümüş, dev ağaçlar ve korkunç yaratıklar varmış artık, sizin için büyümeden orayı görmek tehlikeli.” Oysa bilseler asıl tehlikeli olan mistik yaratıklardan bile kötü olmayı başaran insan. Kızım İmge heyecanla “O zaman ben hızla yemek yiyip büyücem” diyordu arkamdan, ben evden çıkarken. İlk göz ağrım oğlum çoktan yaratıklarla savaşmaya başlamıştı hayalinde. Ayrılırken son defa dikiz aynasından baktım. Guernica’yı andıran bir tablo gibiydi küçüklüğümün büyülü ormanı…