İstanbul Bilgi Üniversitesi’nde Sanat ve Kültür Yönetimi, açıköğretimde ise Felsefe öğrencisi. Çocukluğundan bu yana, kendini belli dönemlerde belli sanatçılara beslediği büyük hayranlıklarıyla (hatta takıntıları da diyebiliriz) tanımlanıyor genelde. Sanat etkinliklerinin aranan buddy’si olmaktan gurur duyuyor. Olduramamışlıklarını oldurabilmişliklerine dönüştürmek için didinip duruyor. Mezun olunca çağdaş sanat ve küratörlük alanında uzmanlaşmak istiyor.

2019’un son ayında Çin’in Wuhan kentinde ortaya çıkıp birkaç ay içinde tüm dünyaya yayılarak hükümetlerin acil önlemler almasını zorunlu kılan Covid-19 salgını, 2020 yılının Mart ayından itibaren hepimize apokaliptik günler yaşatmaya başladı. Biyolojik yaşamlarımızı koruyabilmek uğruna toplumsal yaşamlarımızdan tecrit edildiğimiz bu dönemde, “sosyal hayvan” olarak tanımlanan türümüz, sosyalleşme ihtiyacını dört duvar arasında yalnızca ufak bilgisayar ve telefon ekranları üzerinden karşılar oldu maalesef. Fiziksel aktivitemizin evlerimiz ile sınırlandırılması ve günbegün artan vaka ve ölüm sayılarıyla birlikte, günlük zihinsel faaliyetlerimizde de oldukça büyük değişimler yaşandı elbette. Sosyal canlılar olarak gündemimizi oluşturan günlük meseleler, artık yerini yaşam mücadelesine bıraktı. Virüs kaptık mı, kaptıysak ölecek ya da aynı evi paylaştığımız bireylere bulaştıracak mıyız, gıdamız yetecek mi, maaşımız kesilecek mi, sevdiklerimiz zarar görecek mi, salgın bitecek mi…

 

Belli bir birey grubunun, herhangi bir azınlığın, şehrin veya ülkenin değil; global ölçekte insanlık olarak tümümüzün etkisi altında kaldığı virüsle, dert edindiğimiz ve gündemimizi oluşturan bu konular, güncel sanat (adı üstünde bugünün sanatı, “güncel” sanat) alanında da hızlıca yansımalarını gösterdi pek tabii. Bir diğer deyişle, konusunu, amacını ve işleyişini gündemden alan güncel sanat yapıtları ve etkinliklerinin -doğal olarak- ana çerçevesi koronavirüs ve onun hayatımızdaki etkileri ile çizildi. Sosyal mesafe, yalıtılmışlık, kapanmışlık, ruhsal ve fiziksel sağlık problemleri, maske, ev, dijitalleşme gibi konular, sanat eserleri ve sanatsal aktivitelerin niteliklerini veya kavramsal çerçevelerini oluşturmaya başladı dolaylı ya da dolaysız olarak. Bir sanat yapıtı veya bir sanatsal etkinliğin üreticisi ya da düzenleyicisinin kişisel düşünsel faaliyetinin ürünleri olduğunu düşündüğümüzde bunda herhangi bir sorun yok en neticede. Bebeğinden yaşlısına, x mesleğini icra edeninden y mesleğini icra edene, kentte yaşayanından taşradakine her birimizi böylesine ciddi bir biçimde etkisi altına alan bir sirkülasyonun içinde, sanatçının da kültür sanat profesyonelinin de ana gündem maddesini kaçınılmaz olarak koronavirüs belirledi doğal olarak. Fakat burada sanat, tarihin kaydını tutmalı mı ya da tutmak zorunda mı sorusu -son derece- kişisel bir biçimde aklımı kurcalamaya başladı. Evet, özellikle güncel sanat özelinde konuştuğumuzda, bir sanat ürününün günceli yakalıyor ve bunu öteye/geleceğe aktarma misyonu taşıyor olması değerlendirilme kriterlerindendir hiç kuşkusuz. Ancak bundan yola çıkarak aynı ya da benzer kurguları, aynı ya da benzer şekillerde sunuyor olmak bana popülizme hizmet edildiğinin en açık göstergesi gibi geliyor. Bir sanat izleyicisi olarak, kompozisyonunu maske üzerine oluşturan bir tablo veya enstalasyon görmek, “ev” kelimesinin anlamlarının irdelendiği bir sergi gezmek, izole olmuşluğu -günlük hayatımda hiç deneyimlemiyormuşçasına- bir performans sanatı eseri vasıtasıyla deneyimlemek bilişsel ve ruhsal dünyamı daha da sıkışmışlığa; sanat üreticisinin de düzenleyicisinin de konfor alanından çıkamadığını düşündürmeye itiyor günbegün. Hepimiz aynı trende aynı yolculuğa giderken trenin pencerelerinden farklı manzaralar izlemek yerine aslolan zorlu yolculuğumuzun ta kendisini, her pencereden aynı manzaraları izleyerek geçiriyoruz. Belki de ben, sanatı gerçekten/gerçeklikten bir kaçış yolu olarak algılamayı ve hissetmeyi tercih ettiğim için, bir eserin veya serginin de evime kapandığımda veya yolculuğumda hissettiklerimden ve düşündüklerimden uzaklaştırsın istiyorum.