Piyanist. Türkiye’deki lisans eğitiminden sonra İngiltere ve Fransa’da lisansüstü eğitimlerini tamamladı. Birçok yarışmada derecesi olan sanatçının, üç albüm çalışması bulunmakta ve ulusal/uluslararası birçok festivalde hem solo hem de dünyaca ünlü müzisyenler ile paylaştığı oda müziği konserleri devam etmektedir. Doktor öğretim üyesi olarak MSGSÜ’de piyano ve oda müziği dallarında eğitim veren sanatçının, günlük yaşama dair gözlemlerini esprili bir dille kaleme aldığı yazıları bulunmaktadır.

Uykuyu oldum olası çok sevmedim. Çocukken de zar zor uyuturlarmış beni. Yuvada annem rica edermiş öğretmenlere, uyumazsa zorlamayın diye. Bir dönem günde üç dört saat uykuyla yaşıyordum. Yetiyordu da. Az uykuyla 361 gün idare edebilirim, ama dört gün bildiğiniz kış uykusuna yatıp uyku borcumu öderim. Bütün gün uyanıp uyanıp uykuya dalarım, deliksiz on iki saat uyumuşluğum var. Paris’te yaşarken günü ikiye bölerek yaşardım. Öğlen bir saat uyuyarak yeniden yeni bir güne başlar gibi güne devam eder, bütün gün piyano çalışırdım. Türkiye’ye döndükten sonra da bir süre denedim, ama çalışma hayatı başlayınca bu sistem o kadar kolay olmadı haliyle.

Ailede en az uykuyu seven benim. Çok yorgun değilsem kolay uykuya dalamam, çıt sesine uyanırım. En kolay uyuyan da aramızda ablamdır. Soru sorar, senin cevabını beklemeden uykuya dalmış olabilir. Annem de öyleydi. Bir gün evde oturuyoruz, çay saati. Ablam anneme Balıkçı ve Karısı hikâyesini anlatıyor, annem de çayını yudumlarken ablamı dinliyor. İki dakika sonra, “Yandım!” diye annemin çığlığı duyuldu. Ablam hikâyeyi öylesine mırıl mırıl anlattı ki demek; annem dinlerken uyumuş, çay da üstüne dökülmüş, kadıncağız haşlanmış. Anneme yardıma koştuğumda kadının karnından dumanlar çıkıyordu, hiç unutmam. 

Ben uykuyu sevmesem de ilginç yerlerde uykum çabuk gelebilir. Mesela uçakta, otobüsle seyahat sırasında, kafede otururken, misafirlikte. 

Eskiden ev gezmeleri, akşamları eş dost ziyareti çok yaygındı. O dönemde televizyon hayatımızda önemli bir yer tutsa da zamanımızdaki kadar seçenek yok; hepi topu iki kanal var, hatta tek kanallı dönemi bile hatırlıyorum. Televizyonlarda o zamanlar kumanda da pek yok. Düğmelerine televizyonun yanına gidip tak tak çat çat basıyorsun, görüntü değişmiyor. Defterin kenarına çizilen çöp adamın basket atması gibi her kanal değiştiğinde adamın bir sonraki hareketini izliyorsun. Misafirliğe gitmek televizyondan daha popüler, düşünün. 

Ben o zamanlar küçüğüm, bir kış günü ailecek çok sevdiğimiz aile dostlarımıza misafirliğe gittik. Kızları benim en yakın arkadaşım. Bayılıyoruz oyun oynamaya. Sanki paraya çok kafam basarmış gibi o dönem en sevdiğim oyun dolmuşçuluktan sonra bankacılık. Dolmuşçulukta da bir para alışverişi var, ama o oyunda araba kullanmak daha cazip geldiği için birinci sırada.  Bankacılık oyunu için arkadaşımla iki çekmeceli yazı masasına yan yana oturuyoruz, çekmeceleri çekip içlerinden çıkarttığımız, üzerine rakamlar yazılı kâğıtları karşımızdaki hayali müşterilere veriyoruz, olmayan paraları alıyoruz, kâğıtlara, “Bilmem kim beye şu kadar verildi, bilmem ne hanımdan şu kadar alındı” tarzında şeyler yazıyor, karalıyor çiziyoruz. Biz odada oynarken annemler de salonda, dostlarıyla keyifle oturuyorlar. Ablam o zamanlar lisede, çok da başarılı bir öğrenci. Erkenden okula gidiyor, çalışıyor, haliyle yorgun. Salonda otururken kızın koltukta içi geçmiş, sızmış, uyumuş. Bir uyanmış, bakmış evin annesi ve babası sessizce oturmuşlar, televizyona bakıyorlar. Ablam anlayamamış durumu. Bir dönmüş ki babamın kafa öne düşmüş horul horul uyuyor, annem ise koltuğun diğer ucunda kaykılmış, ayakları uzatmış, ağzını tavana doğru açmış şekilde makara çekiyor. Ablam annemle babamı uyandırmış: “Hadi kalkın, ikiniz de uyumuşsunuz,” diye. 

Bunlar, “Ay pardon, çok özür dileriz. İçimiz geçmiş, yorulmuşuz…” diye açıklamalarda bulunup dikelmişler, toparlanmışlar. Yahu ne iç geçmesi? Nasıl bir iç ki, o geçerken saatler de geçmiş. 

Babam, “Hadi o zaman sen de git kardeşine söyle de oyunu bıraksın artık gidelim kızım,” diye ablamı arka odaya, bizim yanımıza yollamış. Ablam odaya bir geliyor ki arkadaşım, bankadan ayrılmış, yerde oyuncaklarıyla kendi başına oynuyor, ben kızın yatağına yatıp üstüme yorganı da çekmişim bir güzel uyumuşum! Zannedersiniz evde yatağımız yok, yıllardır uyumuyoruz, ailecek uykuya hasret kaldık, ilk bulduğumuz yerde de fırsat bu fırsat, kıvrılıp uykuya daldık. Hadi birimiz uyusak anlarım da bir aileden her bir ferdin misafirliğe gidip uyuması da hoş olmamış tabi. 

Biz o gün oradan “Yedi Uyuyanlar”ı aratmayacak şekilde, Kıtmir’i eksik “Dört Uyuyanlar” olarak ayrıldıktan sonra eve yürürken, soğuk havayla ayıldık, ama eve dönüp uyumaya devam ettik. Ertesi hafta onlar bize misafirliğe geldi. Bu sefer de arkadaşımın babası; sağ olsun, babamı yalnız bırakmadı. Birlikte üçlü koltukta sızdılar. Uyumak, karşılıklı ziyaretlerimizde iki aile arasında değişmez bir aktiviteye dönüştü. Sayı her buluşmada değişse de bir daha hiçbir zaman bir aileden dört kişiyi kapsamadı.