Gözde Uskur senaryo yazarlığı eğitiminin ardından çizime yöneldi. Resimli hikâye kitapları ve illüstrasyon alanında çalışmalar üretiyor. İzmir'de yaşıyor.

Bu dünyadaki temel meşguliyetimiz

yalnızca öğrenmek olmalıdır; hayatı öğrenmek ve 

tüm benliğimizle sevmeyi öğrenmek.*

 

Fındıkçıyan Benedictus Kuşkagil, yani Kuşka… 2017’de onunla yaşamaya başladığımızda bu kitabı okuyordum, Spinoza’nın Sevinci Nereden Geliyor? Benim için cevap hazırdı, elbette Kuşka’dan! Kitap yaşama sevincinden her söz ettiğinde gözümde Kuşka beliriyor, bu kedinin, ömrüne tanık olduğum kısmında başından geçen türlü badirelerin ardından -eminim ki O bunlara macera diyordur- yaşama oyunbazlıkla geri dönüşünü anımsıyordum. Kuşka benim için her geçen gün bir ilham kaynağına dönüşüyordu. Kitabın 96. sayfasına geldiğimde altını çizdiğim şu bölüme küçük bir Kuşka resmi yaptım.

Var-kalma çabası anlamındaki ‘güç’ kavramıyla, bu kitabın başından beri vurguladığım ‘sevinç’ kavramı arasında ayrılmaz bir bütünlük vardır. Güçlü olduğumuz ölçüde sevinçli olacağımızı söylemek kadar, sevinçli olduğumuz ölçüde güçlü olacağımızı söylemek de aynı derecede doğrudur.

Kuşka’yla bir önceki evimizdeki sokakta karşılaşmıştık. Bu kedi bizim ailemize özel bir ilgi duyuyor, sanki uzun zaman bizimle yaşamış gibi üçümüzden birisi evin sokağına döner dönmez gelip bizi buluyordu. Bazı sabahlar evden çıkacakken onu kapının önünde buluyorduk, biz apartmana nasıl girdiğine hayret ederken o çoktan eve girip Majör’ün mamasından yemeye başlamış oluyordu. Doğum sonrası çok hastalandığında onunla ilgilendik. Kuşka o zaman neredeyse ölümden döndü. Ardından kısırlaştırdık ve iyileşene dek yeniden evde baktık. Sonrasında taşındık fakat çok geçmeden eski komşumuzdan Kuşka’nın ayağının incindiğini öğrenince onu tekrar eve getirip iyileştirdik. Tüm bunlardan sonra tekrar sokağa dönmesine razı olamadım. Bizimkilerin ve elbette Majör’ün tüm itirazlarına rağmen onu eve aldım. Böylece amansız bir kedi düellosunu hiç istemeden başlatmış oldum.

Kuşka iki yıl boyunca bizimle yaşadı, ama ne yaşamak! Adı gibi büyük ve o zaman on üç yaşında olan Majör, Kuşka’yı hiçbir zaman kabul etmedi. Bu iki kedi birbirlerini her gördüklerinde kavgaya tutuştular. Havaya uçuşan tüyler, ısırıklar ve gece yarısı çığlıklarının sonunda kedilerin birbirlerini görmemelerine karar verdik. Kapılar kapalı yaşamaya, günün bir kısmında Kuşka’yı, bir diğer kısmında Majör’ü salona alarak, her ikisiyle de adil bir şekilde oynamaya, ilgilenmeye, uyumaya çalışarak iki yıl geçirdik. Çok zordu. Kışı bizimle geçiren ve kedilere hayatta dokunamayan canım babaannem bile bu kapılar ardı yaşam eziyetine katlandı. Hata yapıyordum. Hayatı bu denli zorlaştırmamalıydım. Belki de sadece kendi sevgi ihtiyacım uğruna birlikte yaşamayı her hücresiyle reddeden bu iki hayvanı, peşi sıra da annem, babam ve babaannemden oluşan ve gün geçtikçe kedi serfine dönen üç yetişkini yaşamdan usandırmaya başlamıştım. Daha da kötüsü Majör bu ev içi strese dayanamayıp çok ciddi bir şekilde hastalanmıştı. Tüm bunlar Kuşka’dan yaşama sevincine dair öğrendiğim her şeyin tam aksiydi. O dönemde çok yakın bir arkadaşım İstanbul’dan İzmir’e dönmeye karar verdi. Evimizde olup biteni görüp halimize acıyarak Kuşka’yı sahiplenmek istediğini bize söyledi. Kuşka’nın gitmesini hiç istememiştim ama inatçılığımın bir sonu olmalıydı. İçim hiç rahat değildi. Sonrasındaki iki gün boyunca aileden birisini kaybetmiş gibi çok ağladım.

Arkadaşım bize büyük bir iyilik yaptığının inancıyla Kuşka’yı kabul etmişti, bense Kuşka’yı kimselere değil, sadece ona güvenerek bıraktığım için kendisine ne denli değer verdiğimi görmesini istiyordum. Birkaç ay sonra arkadaşlığımız bozuldu. Aramızda ona karşı duygularımı keskin bir üslupla ifade ettiğim bir konuşma geçti. Bu konuşma, takip eden iki yıl boyunca içime oturacaktı çünkü keskinlikten uzak olmayı kendime öğütleyip durmuş olmama rağmen bunu becerememiş olduğuma hayıflanıyordum.

Arkadaşımla aramız iyi olmadığından Kuşka’yı artık soramaz olmuştum. Bir yandan Majör’ün hastalığı devam ediyordu ve eve başka bir kedi getirerek onu hasta ettiğim için korkunç bir suçluluk duygusu hissediyordum. Kendi kendime Kuşka’nın iyi olduğunu telkin ediyordum ve onu çok sevmeme rağmen aramızdaki bağı kopartmam gerektiğine kendimi inandırmıştım. Hayata yapılacak en büyük haksızlığın dolaysızca kurulmuş, bizi yaşamla dolduran bir sevgi bağını, suçluluk hissinin kederlenmeleriyle hoyratça kopartmaya çalışmak olduğunu bilmeden.

Geçenlerde Kuşka’yı düşünmeden edemez hale geldim. Onu rüyamda görmeye başladım. Evde huzursuzca yürüyordum. Bizimkiler bu hallerime alışık olduklarından boşuna endişelendiğimi söylediler “Kuşka’nın iyi bakıldığına eminiz.”

Mart ayının ilk günü iki yıldır ertelediğim yüksek lisans tezim için bana tanınan son döneme kaydımı yapmayı unuttuğumu fark ederek koşa koşa enstitüye mazeret dilekçesi vermeye gittim. Unutmak dışında hiçbir mazeretim yoktu, uygun bir dille unuttuğumu ifade ettim ben de. Dönüş yolunda bu unutuşumun boşuna olmayabileceğini düşündüm. Dilekçem kabulle dönerse isteğimi uzun zaman önce yitirdiğim bir tezi sonlandırmak için hayatımda sırası çoktan gelmiş şeyleri dört ay daha erteleyecek olmaktan korkmaya başladım. Belediye otobüsünün camından dışarıya bakarken, aracın otobanda gittiği hızı hesaba katarsak neredeyse imkânsız denebilecek bir şey gözüme takıldı. Uzakta, ağaçlar arasında bir baykuş, gündüz vakti, öylece, bir dala tünemiş. İçimden şöyle geçti ‘uzun bir süredir yaşamımı askıya almama sebep olan bir şeyin -yüksek lisans tezi yazmak- yükünün kalkmış olması sayesinde şimdi nihayet etrafımdaki ayrıntıları yeniden seçebiliyorum.’ Rahat bir nefes aldım, yol boyunca son iki yılda neleri gözden kaçırmış olabileceğimi ve belirsiz bir sonraya bıraktığım tüm o küçük büyük şeyleri düşündüm. Böylece eve vardığımda yaptığım ilk şey iki yılın ardından Kuşka’yı sormak oldu. Arkadaşıma Kuşka’yı merak ettiğimi ve her şeyin yolunda olup olmadığını yazdım.

Kuşka’nın bir süredir sokakta yaşadığını o gün öğrenmiş oldum. Arkadaşım ve ailesi kedinin sokağa çıkıp geri döndüğü birkaç sefer sonrasında, onu bir daha eve almamaya karar vermişler. Aynı gün Kuşka’yı aramaya başladım.

Beş yıl önce evin sokağına girer girmez koşarak bizi karşılayan bu kediye şimdi her döndüğüm sokakta rastlamayı umarak her gün yürüyordum. Soranlara ‘Arıyorum’ demekten çekindim çünkü arananın bulunamayacağını ve beklenenin gelmeyeceğini yaşam bize başka şekillerde anlatmıştı. Kuşka sayesinde bu kez de aramadan aramayı ve beklemeden beklemeyi, sadece mevcut bir çabayı dünyadan sakınmamak uğruna, bir eylemi umutsuzluğun sınırına varmadan sürdürebilmeyi öğreniyordum.

Yürüyüşlerime bir süre sonra ‘Kuşka Yürüyüşleri’ demeye başladım. Arkadaşıma karşı duyduğum öfkeyle baş etmem gerekti. Ne zaman evlerinin sokağına girsem içimden üzüntüyle karışık bir öfke taşıyordu. Nasıl olur da bana haber vermezlerdi! Aklım almıyordu. Bizim gurura bulanmış insan ilişkilerimizin kötücül sonuçlarından nasıl olur da bunlarda hiç payı olmayan bir canlı etkilenebilirdi. İki hafta sonra arkadaşıma bir mektup yazdım, mektubu çok sevdiğim bir kitabın arasına koydum, Dalga isimli bir resimli kitap. Kitapta bir kız çocuğunun, bir kumsalda, dalgalarla olan dostluğu anlatılıyor; kendimizden başka olanla kurduğumuz o dolaysız ilişki.

Birkaç gün sonra arkadaşımla sahilde yürüdük. İki yıl önce aramızda geçen, benim sözcüklerimin tonunu ayarlayamadığım o konuşmadan söz ettik. Arkadaşım büyük bir açık yüreklilikle o keskin konuşmanın sonrasında yaşamında büyük değişimler olduğunu, böylece öğrendiğimizi ve her şeyin yaşanması gerektiği gibi ilerlediğini ifade etti. O gece Kuşka’nın dışarıda olduğunu duyduğumdan beri ilk kez uyuyabildim. Hissettiğim suçluluk duygusu biraz olsun yatıştı.  Görüyordum ki dünyada herkes doğru bildiğini sandığı şeyi yapıyordu. Ne az ne çok ne eksik ne de fazla. Ve bir insanı doğru bildiğini sandığı şeyi yaptığı için suçlayamazdık. Bunu sorgusuzca kabul edebilmeyi istedim. Çünkü sorgulamaya başladığım her seferinde zihnim henüz ikinci düşünceye geçmeden yargı doğuyordu; kendime, o kişiye ya da olası niyetlere dair. Çünkü ‘neden’ diyordum, ‘neden!’; cevabı bilinse dahi ikna olunmayacak o soru…

Kuşka için hâlâ yürüyorum. Marttan bu yana üç aydan fazla zaman geçti. Ona rastlamanın olası olduğu sokaklar, yokuşlar ve merdivenlerle dolu. Çetrefilli bir iç yolculuğun yeryüzü gibi.  Birçokları için sadece bir kedi, hatta bir sokak kedisi o. Benim için ise Kuşka! Anlam dünyamda güç ve yaşama sevinci tanımlarının tam karşılığı olan küçük, sade bir çaba…  Varlığı ve yokluğuyla öğrettiği her şeye şükrederek yalnız O’nu arıyorum.

 

*Spinozanın Sevinci Nereden Geliyor?, Çetin Balanuye, Ayrıntı Yayınları