Piyanist. Türkiye’deki lisans eğitiminden sonra İngiltere ve Fransa’da lisansüstü eğitimlerini tamamladı. Birçok yarışmada derecesi olan sanatçının, üç albüm çalışması bulunmakta ve ulusal/uluslararası birçok festivalde hem solo hem de dünyaca ünlü müzisyenler ile paylaştığı oda müziği konserleri devam etmektedir. Doktor öğretim üyesi olarak MSGSÜ’de piyano ve oda müziği dallarında eğitim veren sanatçının, günlük yaşama dair gözlemlerini esprili bir dille kaleme aldığı yazıları bulunmaktadır.

Daha annemin karnında tanışmışım kediyle. Kedili bir eve doğdum. Hep kedimiz, kedilerimiz oldu. Hayatımın sadece bir döneminde kedim olmadı o da İngiltere’de yurtta kaldığım üç aylık zaman ve de Fransa’da okuduğum yıllar. İngiltere’de daha sonra bahçeli eve geçip komşumun kedisi Harry’ye ikinci ev olmuştum. Fransa’da da komşularımın kedilerine dadılık yaptım, kedisiz kalmadım. Kedisiz hayat benim için çok yavan. Bazen temizliğiyle uğraşmaktan yılsam da “Çocuğum olsaydı daha mı kolay olacaktı?” diye düşünüp tüyünü süpürmeye, kumunu elemeye devam ediyorum. Hayatım boyunca elediğim kumu bir inşaat için eleseydim “İris Şentürker My Town”u kurmuştum. Ben çocukken böyle kumlar yok; annem bize kazan dairesinden kül taşıtırdı. Kedilerin patiler hep gri olurdu. Kuru mamalar da bu kadar yaygın değil; ciğer alır kaynatırsın, kokusundan öğüre öğüre evde cam pencere açık şekilde kediye mama hazırlarsın. Şimdi artık “Kedi ciğere bakar gibi” tabirini kullanacak bir beslenme düzeni kalmadı, kuru mamalarla besliyoruz kedilerimizi. Hangisi doğruydu bilemiyorum çünkü biz o kaynattığımız ciğerle Sarı adındaki kedimizi on sekiz yıl yaşattık.

Sarı, görülebilecek en güzel kediydi, puf gibi, sarı beyaz bir Kınalı Van kedisi. Ablam onu eve getirdiğinde avuç içinden az büyüktü. Biz ona, o babama âşıktı, ama sadece babama. Dünyanın geri kalanından nefret ediyordu. Babamın yolunu gözlerdi. İşten döneceği saate yakın kapıya gözünü diker, beklerdi. Babam içeri girdiğinde gözlerinin içine baka baka mırlar, sürünür, bin bir cilve yapardı. Hiç unutmuyorum bir yaz günü camlar açık, babam ve annem de bir yere gidecekler. İki dirhem bir çekirdek hazırlanmışlar. Biz ablamla balkonda oturuyoruz, içeriden sesler geliyor; “Canım sürünme, yalvarırım güzelim, yapma. Canım benim daha yeni giyindim, yapma!” Dışarıdan duyan kim bilir ne anlar. Allahtan babamın Sarı’nın cilvesine beklediği karşılığı vermemesi sıkı bir tırmıkla sonuçlanınca sesler “Kedi değil canavar,” cümlesiyle kesildi, biz de sokağa bir çeşit açıklamamızı yapmış olduk.   

Hayatımda Sarı’nın başını iki defa sevemedim. Birinci okşayıştan sonra döner paralar, kaçmaz da seni kaçırır. Yolun ortasına yatar, kalkmaz. Geçemezsin, kalırsın. Bir gün merdivenlere yatmış; bizde de o zamanlar küçük bir köpek var. Annemle köpek üst kattan inemiyor, köpek ağlıyor inmek için, biz de yukarı çıkamıyoruz. Sarı’nın sıkılıp kalkmasını beklemiştik. Düşünün öyle bir karakter. Ailecek Sarı’yı sadece bir kere doyasıya sevdik o da ameliyatta narkozun etkisinden çıkamamıştı. Öptük de öptük, okşadık, mıncıkladık. Ayılınca o da bizi okşadı. 

Sarı yolculuktan da nefret ederdi. Sepete girmek bir dert, Sarı’yı o sepete koymak ayrı dert. Ben daha çocuğum; annem ve babam hafta sonunu da tatile ekleyip 23 Nisan’da kalabalık bir şekilde yazlığa gitmeye karar verdiler. Annem üç gün için bile bir yere giderken göç eder gibi arabayı doldurduğu için artı iki kişi listeye eklenince arabaya sığamayacağımız belli oldu ve iki arabayla gitme fikri devreye girdi. Amcam tatile katılmak için Ankara’dan İstanbul’a bize geldi, anneannem zaten bizimle yaşıyordu ve bizimle gelecekti. Evde kimse kalmayacağı ve Sarı’ya bakacak bir gönüllü de bulunamayacağı için onu da götürmeye karar verdik. Yolculuk planı yapılsa da altı kişi ve bir kedinin arabalara dağılımı ne şekilde olacak babam bir türlü karar veremiyordu. Yolculukta iki kilit isim var; anneannem ve Sarı! Dert şu; ikisi de susmuyor! 

Babam anneannem ve amcamı, biz ablamla birlikte annem ve Sarı’yla gitmeyi seçtik. Ölüm ligine düşmüş takımlar gibi yolculuğa çıktık. Bizim arabanın içi tam olarak şöyle; Sarı susmuyor, böğürerek ağlıyor. Annem kediyi telkin edecek şekilde ağlamaması için “Kızım, güzel Sarım tatillere mi gidiyormuş?” diyor, Sarı yumuşak bir mırlamayla cevap veriyor. Annem yine, “Aman da aman benim kızım bahçelerde mi oynayacakmış?” diyor. Sarı biraz daha sesi yükselterek cevap veriyor.  Annem yine “Benim güzel Sarı’m, kızım, canım…” diye konuşurken Sarı yarınlar yokmuşçasına sepetini sallaya sallaya böğürünce annem, “Allah kahretsin böyle kediyi!” diye başlıyor. O zamanlar cep telefonu yok, diğer arabada durum nasıl bilmiyoruz. Tek haberleşme yöntemi sollarken diğer arabanın içini gözetlemek. Annem babamı sollarken biz arabanın içine bakıyoruz, anneme rapor veriyoruz. Babamların arabada durum ise şöyle: şoför mahalindeki babamın bakışlar donuk, yola kitlenmiş, amcam arkada uyumuş, anneannem önde bir şeyler anlatıyor. 

Annemin araba kullanırken kedi yüzünden delirdiğini ve babamların arabasını sollarken işaret edip “Arabayı sağa çek!” dediğini hatırlıyorum. Annem, babama direktifleri verdikten sonra otoyolda arabayı kenara çekti. Biz ablamla anneme bakıyoruz. Babam da arabayı kenara çekti, yürüdü yanımıza geldi. Annem camı açtı ve, “Ver annemi, al kediyi,” dedi. Kadıncağız nasıl dayanamadıysa artık.  Bir süre bu şekilde gittikten sonra babam annemi solladı, önümüze geçip sinyal verdi, arabayı sağa çekti. Aşağıya indi ve bir sepetle bize doğru yürüdü “Al kediyi, ver anneni geri,” dedi. Uydudan görüntülenebilseydi biz o gün kesin otoyolda birbirimizi sollayıp durarak İstanbul’dan Ayvalık’a kadar defter kenar süsü gibi bir motif işledik. Uzun süre bu eşleşmeyle gittik, Sarı ağlamaktan yoruldu, sesi kısıldı. Balıkesir civarında babam yine bizi solladı, sinyal verip arabayı kenara çekti. Yanımıza yürüdü, annem camı açtı “Ne oldu?” dedi. Babam tek bir cümle söyledi; “Pesen, ver kediyi, al anneni!”