Mertcan Karacan

Neresi Hoş Bunun?

25 Ocak 1997’de, Kastamonu ilinin Çatalzeytin ilçesinde doğdu. İlk öğrenimini Çatalzeytin’de, orta öğrenimini Karabük’te tamamlayan Karacan, 2020 yılında Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden mezun oldu. Hâlen, Kastamonu Barosu’na kayıtlı olarak, serbest avukatlık yapmaktadır. Şiirleri ve yazıları çeşitli dergi ve gazetelerde yayımlandı. İlk kitabı Yağmuru Gözlerinde Sevdim 2013 yılında, ikinci kitabı Bırak Kalsın Küllerimiz 2017 yılında yayınlandı. “Kırık Kadeh” isimli şiiriyle 2015 Raşit Kara Şiir Ödülü’ne layık görüldü. KE Dergisi’ndeki Yayın Kurulu Üyeliği’ne hâlen devam etmektedir.

Zamanla anlam daralmasına uğrayan bazı kelimeler vardır. “Kelimeler, albayım, bazı anlamlara gelmiyor.” diyen Oğuz Atay gibi söylemeye çalışırsak, böylesi kelimeler bir zaman sonra gerçekten de bazı anlamlara gelemez olurlar. Daralırlar çünkü kurumaya başlayan bir göl gibi, bazı eski anlamlarını bıraka bıraka dışarıda, ufacık kalırlar. Başlarda kız veya erkek fark etmeksizin “evlat” anlamına gelen “oğul” sözcüğünün, zamanla yalnızca erkek çocuklarını karşılar olması bunun en diri örneklerinden biridir. Ya da eskiden erik, kayısı, şeftali gibi meyvelerin tümünü birden içine alan “erik” sözcüğünün, bugün bunlardan yalnızca birini karşılıyor olması…

 

“Dil ve Anlatım” kitaplarının hiçbiri benimle aynı fikirde değilse de ben “hoşgörü” sözcüğünün de artık bu gruptan yani daralanlar sınıfından sayılması gerektiğini düşünüyorum. Öyle ya, önceleri “herhangi birinin herhangi birine gösterdiği müsamaha” anlamına gelen bu sözcük, hanidir yalnızca “güçlünün güçsüze, zenginin fakire veya çoğunluğun azınlığa bir lütufta bulunarak göz yumması” anlamını karşılıyor. Bir tehdit unsuru taşıyor içinde artık. Yer aldığı her cümle, bulunduğu her ortam, hecelendiği her ağız, sanki içten içe ve fakat buram buram, “Biz hoş gördüğümüz sürece varsınız!” gibisinden gizil bir tehdit kokuyor.

 

Hepimiz çok yakından tanıyoruz aslında bu kokuyu. Üç tarafı denizlerle, her tarafı ağaçlarla çevrili ülkemize yosun kokusundan, reçine kokusundan, bilmem ne kokusundan çok bu koku hâkim çünkü. Kürt müsün, Kürtçe mi konuşacaksın, birileri seni hoş gördüğü sürece yapabilirsin bunu. Alevî misin, cem-i cümle bir odada toplanıp ibadet mi edeceksin, birileri seni hoş gördüğü sürece… Eşcinsel misin, kendi cinsiyetinden biriyle sokaklarda el ele mi, birileri seni hoş gördüğü… Muhalif misin, ses mi çıkaracaksın bir şeylere, yine birileri, yine birileri, yine birileri… Onlardan yani o birilerinden değilsen, inandığını savunabilmen, dilediğince yaşayabilmen, varlığını idame ettirebilmen dahi yine o birileri tarafından hoş görülüyor olup olmadığına bağlı ki, bahsini ettiğim koku bu denli ağır bir koku işte, bu denli iğrenç bir koku…

 

İşin daha da iğrenç yanı, bu kokuyu ülkemiz hava sahasına hâkim kılanlar ile, Yunus’tan olsun, Mevlânâ’dan olsun, hoşgörü üzerine söylenmiş vecizleri dillerinden eksik etmeyenler genellikle aynı kişiler. Nasıl ki Allah ile aldatanlar ile Allah kelamını dillerinden düşürmeyenler genellikle aynı kişilerse, onlar da öyle. Öyle ya, hoşgörü abası altından tehdit sopası gösterenler de onlar, “yaradılanı Yaradan’dan ötürü sevdiklerinin” ilanını edenler de… “Hoşgörü” sözcüğünün anlamına ettikleri gibi, kendilerinden olmayanın nefesini daraltanlar da onlar, “Ne olursan ol, yine gel!” çağrısında bulunanlar da… Böylesi insanların nefes alıp verdiği bir yerde, kim kendini koruyabilir ki zavallı bir sözcük korusun? Üstelik “hoşgörü” gibi ağır yaralı, hâlâ yaralı, yılların gazisi bir sözcük…

 

Evet, fikrimi yine hiçbir “Dil ve Anlatım” kitabıyla destekleyemeyeceğimi bilsem de söylemeliyim ki, gazi bir sözcüktür “hoşgörü”. Terk edilmişin dilinde “aşk”, öksüz kalmışın dilinde “anne” veya hor görülmüşün dilinde “merhamet” nasıl ki gazi sözcüklerse, 6-7 Eylül’de Rumlarla birlikte dayak yemişin, Maraş’ta, Çorum’da Alevîlerle birlikte kurşuna dizilmişin, Madımak’ta onca aydınla birlikte ateşe verilmişin, cadde ortasında Hrant’la birlikte suikasta uğramışın yani şu bizim mazlum halkımızın dilinde de, dilimizde de yani, şu güzel Türkçemizde de “hoşgörü” sözcüğü gazidir. En önde gidenidir hatta gazilerin, en çarpışmışı, en vuruşmuşu ve fakat değeri en bilinmemiş olanıdır. “Bazı anlamlara gelemeyişi” biraz da bu sebepledir işte bugün. Kurumaya başlayan bir göl gibi, bazı eski anlamlarını bıraka bıraka dışarıda, ufacık kalmış olması, biraz da bu sebeple…

 

Bilmiyorum, onun bu hâlinin ayırdına varabilmemiz için illaki bir iki harfinden falan mı olması gerekirdi acaba. Öyle yedi harfli, sıradan bir “hoşgörü” olarak değil de, göğsü madalyalarla dolu, yaşlıca bir “hoşgöü” ya da “hşgörü” olarak falan mı çıkması gerekirdi acaba karşımıza, gerçekten bilemiyorum bunu. Ama şunu iyi biliyorum ki onun yaralar alıp gazi olmasına neden olanlar ile anlamını daraltanlar ya bizzat aynı ya da aynı soydan kişiler. Bu böyleyken ve tükenecek gibi de değilken soyları, onlardan hoşgörü beklemekle başlarını göğe daha da erdirmek yerine, Hasan Hüseyin Korkmazgil’in o “Kör olasın demiyorum / kör olma da / gör beni” dizelerinden esinle, tümüne birden şöyle seslenmemizin çok daha onurlu olacağını düşünüyorum: “Hoş görün demiyoruz, hoş olmayın da, görün bizi!”