Şükran Şençekiçer

Virüsün ve bizim hoşgörüsüzlüğümüz

İzmir’de doğdu. Boğaziçi Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü’nü bitirdi. Üniversite yıllarından beri Medyascope’un bir parçası. Tempo dergisinde çalıştı, 140journos’da editörlük yaptı. Gazeteciliği öğrenmeye çalışıyor; editörlük, muhabirlik ve sunuculuk yapıyor. Güncel siyaset, göç, gençlik ve toplumsal değişimlerle ilgileniyor.

2020 yılının Mart ayının üzerinden tam bir buçuk yıl geçmiş. Koronavirüs vakalarının Türkiye’de resmi olarak tespit edildiği bu tarihten beri geçen zaman, kimimize şaşırtıcı derecede uzun, kimimize ise şıp diye geçmiş gibi geliyor. Her gün biz haber editörlerinin internet sayfalarını yenileyerek beklediği Sağlık Bakanlığı’nın turkuaz tablosu, bütün kayıtsızlığımıza rağmen, erişmeyi beklediğimiz noktadan çok uzakta olduğumuzu gösteren o yakıcı ölüm sayılarını duyurmaya devam ediyor.

 

Her gün bir uçak dolusu insanın ölümünü kanıksayacak bir ruh haline girmek de erişmeyi isteyeceğimiz bir nokta değildi elbet. Başlarda yabancılayıp, daha sonra içine düştüğümüz durumun suçlusu ilan ettiğimiz bu virüsün tehlikesi, bugüne kadar korunmayı başaranlar için şimdilerde, adeta bir parça hoşgörüyle hayatlara kabul edildi. 

 

Özlediklerimize sarılmak için, artık tatile ihtiyacımız olduğundan, doğum günü kutlamasına davet eden arkadaşa ayıp olmasın diye diye hoşgörmeye başladığımız, dublelerce aşılarımızla bize çok da zarar vermemesini umduğumuz bu tehlikeli virüs, henüz bizle aynı fikirde gibi görünmüyor. “Aslında daha önce hep çok dikkat etmiş olmaya” kanmayan virüsün bize benzer hoşgörüyü göstermediği, her gün o turkuaz tablodan okunuyor. 

 

Virüsün en hoşgörüsüz yaklaştığı, onunla en çok savaşan sağlık çalışanlarının hayatları ise “normalleşmenin” “kademelerinden” nasibini çok da alamamış gibi görünüyor. Fakat aslında sağlık çalışanlarının çalışma “normal”i de sağduyu ve hoşgörüden hayli uzak. Bu süregelen ve sadece hekimleri değil, bir gün hastaneden yolu geçecek herkesi ilgilendiren aşırı çalıştırılma hali, önceki günlerde bir hekimin canına mal oldu. Virüsü herhangi bir konuda -tıpkı benim bu yazıda yaptığım gibi- suçlamak kolayken, bu benim “iş cinayeti” demeyi tercih edeceğim ölüm, sorunların müsebbibini başka yerde aramak gerektiğini hatırlatıyor. Uzun çalışma saatlerinin ardından yaptığı trafik kazasında hayatını kaybeden bu hekimin ardından konuşması gereken makamların sessizliği de, bu yerin neresi olduğuna işaret ediyor.

 

Virüsün hoşgörüsüzlüğünü, siyasetin yahut sistemin hoşgörüsüzlüğünü anarken bu “hoşgörü” kelimesine pozitif bir anlam yüklense de, geride bıraktığımız ve bol bol virüsü konuştuğumuz bir buçuk yıl, çoğumuza bazı alanlarda hoşgörüsüzlüğü de sahiplendirdi. Aşı karşıtlarının bilim insanlarına tahammül edemediği, bilime ve dolayısıyla aşılanmanın koruyuculuğuna güvenenlerin de komplo teorisyenlerini suçlu bulduğu bugünlerde, iki tarafın ajandasında da hoşgörü yok. Aşı -ve dolayısıyla bilim- karşıtlarına mitingler yapmaları için gösterilen müsamaha bir kenarda dursun, bu müsamahaya öfkelenenler, benim de cevabını içten içe bildiğim şu soruyu çoktan cevaplamış gibi görünüyor: “Dinlediklerini anlamak istemeyen, tüm dünya yanılırken gizli bir doğruyu keşfettiğini düşünerek hastalık ve ölüm yayan birilerine karşı hoşgörülü olabilir miyim?”