Aralık 1997'de İstanbul-Şişli'de dünyaya geldi. Anadolu yakasında geçen ilköğretim yıllarının ardından, lise eğitimi için Karaköy'deki Saint-Benoit Fransız Lisesi'ne gitti. Burada öğreneceğini hiç tahmin etmediği Fransız diliyle ve yeni insanlarla tanıştı. Beş yıllık lise eğitiminden sonra, gelecekte ne yapacağını pek de bilmeyerek İstanbul Bilgi Üniversitesi Medya bölümünün yolunu tuttu; ileride ne yapmak istediğini de üniversite yıllarında şekillendirdi. Paris'te Erasmus deneyimi yaşadı. Oradan döndükten sonra, bir yandan eğitimine devam ederken öte yandan da NTV'nin spor servisinde editör olarak staj yaptı. Bein SPORTS’dan sonra kariyerine Medyascope’ta editör olarak devam etmektedir.

7 Eylül 2013. Buenos Aires’te bir toplantı salonu, yedi yıl sonra düzenlenecek olan spor dünyasının en büyük organizasyonunun hangi şehirde yapılacağını belirlemek için bürokratlar ve sporcularla dolup taşmıştı. 2020 Yaz Olimpiyat Oyunları’na ev sahipliği yapmak için Türk, Japon ve İspanyol yetkililer iki-üç yıla dayanan proje sürecini arkada bırakmış, geriye sadece delegelerin oy verme işlemi kalmıştı. İlk turda Madrid’in saf dışı kalmasıyla aday şehir sayısı ikiye düştü: İstanbul ve Tokyo. Son oylamada da delegeler takdir haklarını Tokyo’dan yana kullandı ve İstanbul’un en önemli spor organizasyonuna ev sahipliği yapma rüyası suya düştü. Parti, taraftar, seçmen farketmeksizin herkes İstanbul’un bu şanstan uzak kalmasına üzülmüştü. Dönemin Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı, Twitter’ın fenomen ismi, fıskiyelerin koruyucusu İbrahim Melih Gökçek de büyük hayal kırıklığı yaşayan isimlerden biri olmuş olmalı ki “Buenos Aires’teki toplantı salonunun dışında Gezi Parkı direnişçileri gösteri düzenlediği için olimpiyatların Tokyo’ya verildiği” gibi fantezi ürünü tweetler atmıştı. Aslında o gün oyunlar bize verilseydi, şu pandemi şartlarında dev bir krizle karşı karşıya kalmış olacaktık ki Japonlar bile bu krizden kaçamadı. Bu şimdilik başka bir yazının konusu.

8 Eylül 2013 sabahından itibaren 2020 Yaz Olimpiyat Oyunları bizim için siyasal bir güç gösterisi olmaktan çıktı ve spor alanında kendimizi kanıtlamamız gereken bir alana döndü. Şu günlerde Tokyo’da mücadele eden ve ay-yıldızlı formayı giyen her sporcunun hazırlığı da o günlere, hatta ve hatta çok daha gerilere dayanıyor. 2013’te daha 14 yaşında olan ve 2020’nin adeta başrolü haline gelen Mete gibi. Mete’nin hikâyesi de çoğu sporcudan farklı değil. Okçulukla daha küçükken, milli okçu olan babası Metin Gazoz sayesinde tanışıyor. Metin Gazoz, 2012 Yaz Olimpiyat Oyunları için kota alamayacağını anladığında, onu ilk teselli eden 12 yaşındaki oğlu Mete oluyor. Babasına, “Sen olimpiyatlara gidemedin ama ben gideceğim, sen de yanımda olacaksın; böylece olimpiyatlara gitmiş olacaksın”diyen Mete, bu sözü verdikten beş sene sonra babasını Rio’ya, ilk katıldığı olimpiyatlara götürdü. 2016’dan beri, daha 17 yaşında bizi olimpiyatlarda, başarılı olmadığımız bir branş olan okçulukta temsil eden Mete Gazoz’un adına aşinayız. Suratından eksik olmayan gülümsemesi, gözlüğü, uğurlu şapkası ve ironik soyadıyla bizi kendisine özel bir sempati duymaya itmişti. Rio 2016 macerası, ondan çok daha tecrübeli okçulara karşı kısa bir olimpiyat yaşamasına neden olsa da Mete, bir yıl gecikmeli yapılan Tokyo 2020 Yaz Olimpiyat Oyunları’nda ismini hem Türk spor tarihine hem de okçuluk tarihine altın harflerle kazıdı. Mete, olimpiyatlardaki makus talihimizin sadece güreş ve halterden gelecek altın madalyalar olmadığını da gösterdi. Genç okçu, hepsi kendinden yaşça çok daha büyük sporcuları alt ederek altına uzandı. Okçuluktaki ilk madalyamız altın oldu.

Mete’nin altınını takip eden günler başka mucizeler de doğurdu. Filenin Sultanları’nı atlamak mümkün değil. Modern cumhuriyetin, yüzyıllarca karanlığa mahkûm edilmiş Türk kadınını nerelere getirdiğinin belki de en somut örneği. Voleybolcularımız çeyrek finalde Güney Kore’ye mağlup olup madalyadan uzak kaldı ama geldikleri nokta olimpiyatlarda takım sporlarında elde ettiğimiz en önemli başarı olarak tarihe geçti. Eda’sından Ebrar’ına; Zehra’sından Hande’sine; Simge’sinden Meliha’sına ve diğerlerine… Hepsi birbirinden kıymetli.

Onları bu noktaya taşıyan da Koç Giovanni Guidetti’den başkası değil. İtalyan bir antrenör, Türk kadınının cevherini ortaya dökmek için yıllardır bu topraklarda çalışıyor. Türkiye’nin neredeyse tüm illerini geziyor, gelişmişlikten uzak diye tanımlayabileceğimiz, kadının hak ettiği değeri görmediği yerlerde genç kadınları voleybolla tanıştırıyor, onların hayatına fener tutuyor. Cumhuriyetin 100 yıl önce başlattığı ateşin bir kıvılcımını şu an Guidetti üstlendi ve bu görevi daha uzun süre sürdürecek gibi duruyor.

Filenin Sultanları’nın üstlendiği bu misyon bazılarını tedirgin etmiş olacak ki aldıkları galibiyetlerden sonra onları anlamsız tartışmalara sürükleyen çok insan çıktı. Adını şu an hatırlayamadığım ve kimsenin de birkaç yıl içinde hatırlamayacağı bu kişilere en güzel cevabı, kadınlar parkede verdi ve vermeye devam edecek.

Bu yazıda uzunca yer veremesek de tarihimizde bize ilk jimnastik madalyasınıkazandıran Ferhat Arıcan, madalya kazanan ilk kadın güreşçimiz Yasemin Adar, bizi sırıkla atlama gibi olimpiyat kültü bir dalın finalinde temsil eden Ersu Şaşma, boyunlarında altın ve gümüş madalyalarıyla ülkeye dönen Busenaz Sürmeneli ve Buse Naz Çakıroğlu, yelkencilerimiz, güreşteki geleneğimizi devam ettiren sporcularımız, Mete’nin en yakın destekçilerinden biri olan ve kanımca gelecek olimpiyatlarda bir madalya kazanacak olan Yasemin Ecem Anagöz, peş peşe beşolimpiyatta Türkiye’yi temsil eden Eşref Apak, yüzücülerimiz ve dahası… 58’i erkek, 50’si kadın, şu ana kadar en adil şekilde dağılmış 108 sporcumuzla başarılı ve başarılının da ötesinde insana gelecek ümidi aşılayan bir olimpiyatı geride bırakıyoruz. Bu oyunlar ve gelen başarılar belki de, aydınlık bir geleceğin ilk ışıkları olur. Bunu da bize sadece zaman gösterecek.