Ecem Akyüz

Toplum İçin: Perdenin Ardı

Maltepe Üniversitesi Sivil Havacılık Kabin Hizmetleri bölümünden 2021 yılında mezun olmuş, ardından İstanbul Üniversitesi Marka İletişimi bölümüne geçiş yapmıştır.
Havacılık sektörünün yanı sıra, çocukluğundan beri süregelen ''yazma'' tutkusunu profesyonel bir basamağa taşımak adına, özel bir kurumdan yaratıcı yazarlık eğitimi almıştır. Edebiyatist dergisinde “Kavuşumun Sancısı” adlı hikâyesi ve "Haykırış" adlı kitapta da ‘‘Eksik Yara’’ isimli öyküsü ile yer almıştır. Televizyona duyduğu ilgiyle spikerlik-sunuculuk eğitimini tamamlamıştır. Sanatın iyileştirici gücüne her zaman inanmış ve piyano çalmayı hayatının bir parçası hâline getirmiştir.
Şimdi ise hikâye, makale yazıyor ve sektörde kendini daha da geliştirmek adına senaryo yazma eğitimine devam ediyor.

“Acı insanı düşündürür, düşünce insanı bilgeleştirir, bilgelik yaşamı kolay kılar.”

Aristoteles

21. Yüzyıl Depremini, İlkel Çağda Tekerrür Ettiriyoruz!

“İnsan, doğası gereği bilmek ister” der Aristoteles, Metafizik isimli kitabının girişinde. Yaşamda yer aldığı her an, öğrenmek, araştırmak bunların sonucunda geliştirmek ister. Günümüzde çözüm ürettiğimiz, üretmeye çalıştığımız sayısız olayın perde arkasına baktığımızda “eski çağlara” dayandığını görürüz. İlkel insanlar için önceden belirti vermeden bir anda gerçekleşen deprem, hayatta kalma şansını çok az tanıyordu. Bu yüzden ilkel zamanlarda en çok korkulan, hazırlık gerektiren, insana aciz olduğunu hissettiren bir doğa felaketiydi. Eski medeniyetlerde ise depremin yaratıcı tarafından geldiğine hatta bir öfkesi olduğuna inanılırdı. Ancak “inanç” temeline dayanan bu düşünce, daha sonraları filozoflar sayesinde değişime uğradı ve daha akılcı bir yaklaşım izlenmeye başlandı. 18. yüzyılda ise, Portekizli devlet adamı Jose de Carvalho, elde ettiği verilerle depreme karşı önlem alınabileceğini, felaketlerin daha az zararla atlatılabileceğini ortaya koydu. 19. yüzyılda Alexander von Humbodt, fay hatlarının deprem sonucunda değil, depremlerin fay hatlarında meydana geldiğini keşfetti. Daha sonraları ise, deprem hakkında önlem alabileceğimiz birçok veri elde edildi. Elbette size geçmiş tarihi kısaca anlatmamın bir sebebi var. Çünkü zihinlerimiz tek bir soruyla meşgul: “Elimizde bu kadar veriye sahipken neden hâlâ 21. yüzyıl depremini, ilkel çağda yaşıyor gibiyiz?” Sanki hâlâ deprem bizim için bir anda gelen ve önlem alınması imkânsız bir doğa olayı gibi. Bazılarımızın gözünde ise yaratıcının insanları gittikleri yolda, yaptıkları davranışlara karşı uyardığı bir yöntem. Tanıdık geliyor mu bu düşünceler size de bir yerden? Evet. Çok değil biraz yukarıda bahsetmiştik, eski medeniyetlerde  “yaratıcının bir öfkesi” olarak inanıldığına. Davranışlarımız kadar zihinlerimiz de hâlâ eski çağları tekerrür ettiriyor. Hataları, alınması gereken ama alınmayan önlemleri tartışıyoruz da, bu önlemlerin alınmasını engelleyen asıl nedeni, tıkandığımız noktayı, yani “zihniyetlerimizi” sorgulayamıyoruz. Biz yaşadığımız felaketten sonra henüz birbirimize doğru soruları sormayı bile başaramıyoruz. Anlayacağınız deprem değil, olaylara yaklaşımımız, bakış açımız sürüklüyor bizi bir yeni felakete. Şarkıda geçiyor ya hani; “Eksiklik hayatta değil, zihinlerimizin içinde” diye. İşte tam da öyle.

Türkiye’nin geçmiş tarihine baktığımızda azımsanamayacak can kayıplarımız var bizim. 1939 Erzincan Depremi. (7,9) 33 bin ölü. 1976 Çaldıran Depremi. (7,5) 3 bin ölü. 1999 Gölcük Depremi. (7,4) 18 bin ölü. Ve son olarak 6 Şubat Pazartesi günü yaşanan ve 10 ili vuran Kahramanmaraş depreminde yine binlerce kayıp…

Bilimdeki gelişmelere ve elde edilen verilere rağmen, bir toplumun depremde hâlâ bu kadar can kaybı yaşamasının ciddi sebepleri var elbette.

Deprem öncesi “önlem” bunların en başında geliyor. Depreme dayanıklı evlerin yapılması, binaların denetiminin doğru şekilde sağlanması, her bireyin hayatta kalma şansını artırabileceği şekilde donanıma sahip olması çok önemli.

İkinci olarak deprem anında, özellikle ilk saatlerde kurtarma ekiplerinin hızlıca koordine olabilmesi. Gerekli ekipmanın ellerinin altında, halihazırda bulunması. Özet olarak birliğin sağlanabilmesi.

Son olarak ise, bundan önce yaşadığımız depremlerden payımıza düşen dersi çıkarabilmek. Bir sonraki olası felaket için önlem alabilmek. Bu da (balık hafızalı!) olmayan bir toplumu gerektiriyor.

Ülke olarak bu saydıklarımızın hiçbirinde yüzde yüz başarı gösteremiyoruz. Ama bu sadece bilinçli olmamaktan kaynaklı bir durum değil maalesef. Bizim meselemiz bilinç deyip kenara geçebileceğimiz türden değil. Çünkü o müteahhit malzemeden çalarak yaptığı binada yüzlerce kişinin ölebileceği ihtimalini biliyor. Ya da depremzedeler için gönderilen yardım kolilerinin arasına elbise koyan, biliyor zaten bir işe yaramayacağını. İnsanların aciz durumlarında bile yağmacılık, hırsızlık yapan da biliyor kimlerin vebalini üstüne aldığını. Sizce bunlar sadece bilinç deyip geçilesi şeyler mi? Bizimkisi bilinçten çok “insanlık, vicdan” meselesi. Bilinip göz ardı edilenlerin meselesi. İşte bu sınavı veremeyen toplumlar bilinçli olsa da ortaya böyle bir tablo çıkıyor. Sonuçlarını bildiği halde, kendi çıkarı için yol alıyor, birlik için değil teklik kavramının altında yaşam sürdürmek istiyor.

Bizim insanlarımız, başına bir felaket geldiğinde sadece acısını yaşamıyor, aynı zamanda sorgulamak zorunda kaldığı birçok şeyin altında can çekişiyor!

Bir toplum için kayıp vermek o toplumdaki her bireyin sarsılması için yeterince büyük bir sebeptir. Hayat akışını bozan, fizyolojik, psikolojik, sosyolojik birçok bozukluğa sebebiyet verir. Üzerinden öyle dikkatli, ağır ağır geçilmesi gereken bir süreçtir ki psikolojide bunun için ‘‘yas süreci’’ kavramı kullanılır. Bu dönemde, öfke, saldırganlık, depresyon ve en sonunda kabullenme gibi birçok duygunun içinden geçilir. Her bireyin sağlıklı yaşam sürdürebilmesi için, yas döneminin üzerini örtmeden, duygularıyla yüzleşmesi gerekir aslında. Yaşanan felaketten sonra daha güçlü bir toplum için her anlamda sağlıklı bireyler gerekir. Yani sadece acı başlı başına üzerinde durulması gereken bir durumdur. Ancak bizim insanlarımız, başına bir felaket geldiğinde sadece acısını yaşamıyor, aynı zamanda sorgulamak zorunda kaldığı birçok şeyin altında can çekişiyor. Yaşadığımız bunca ciddi kayıptan sonra kaçımız sadece acımıza odaklanabildik? Sanırım hiçbirimiz. Verdiğimiz can kayıplarının ağırlığını içimizde bastırırken ülke sistemindekini yanlışları, alınmayan önlemleri, kaçak yapılanmayı, imar affını, arama-kurtarma ekiplerinin yetersizliğini, yağmacıları, hırsızları, en büyük haberleşme kaynağı olan Twitter’ın kapatılışını, marketlerde birden yapılan fiyat zamlarını, deprem bölgesinde parayla satılan yemekleri sorgulamak zorunda kaldık biz. Çözmemiz gereken, içimize oturan şeyler vardı çünkü. Bastırdığımız duyguları böyle çıkarabildik. Deprem bölgesinden uzakta olanlarımız, elimizden gelen yardımları yaptığımız halde kendimizi içten içe hep suçlamaya devam ettik. Biraz olsun normal hayatlarımıza dönüp, psikolojimizi sağlıklı tutmamız gerektiği halde, bunca yaşanandan sonra bunu yapmayı “günah” gördük hepimiz. Deprem bölgesinde olmasak da televizyon başında bize yüklenen acı pornolarından uzak kalmak istemedik. Deprem bireysel sağlığımızı kontrol altında tutmamız gereken bir afetken, bizler bunu en son şey olarak görmek zorunda kaldık. Hatta bu yüzden bir süre sonra psikolog-psikiyatrlarımız,  psikolojik sağlığımızı korumamız, kendimize acımasızca yüklenmememiz adına paylaşımlar yapmaya başladı. Yani felaketten sonra bizler, güçlü bir toplum olmak için gereken sağlıklı bireyselliklerimizi unuttuk.

Depremden sonra bize kalan; bozulmuş sosyal normlar

 Bastırmak zorunda kaldığımız acılar, giderek gerginleşen, sağlıksız toplumun temelini attı bizler için. Gördüğümüz yanlışlar, haykırarak  “böyle olmaz!” dediğimiz ama düzeltmeye gücümüzün yetmediği her şey biraz daha birbirimize düşürdü bizi. Aynı şeylerin içinde debelenip dururken, dönüp kendimize bakmak bile aklımıza gelmedi bu depremde. Nasıl gelebilirdi ki zaten? İşte depremden sonra bize kalan ‘‘bozulmuş sosyal normlar’’ oldu bu yüzden. Kavgalarımızın, tartışmalarımızın bile kabul edilebilir bir sebebi var artık; “zaten canım sıkkın…’’ Biri karşımıza geçip böyle bir gerekçe sunduğunda veya sokakta garip davranışlar sergilediğinde kabul edilebilir karşılıyoruz artık. Hepimiz demiyor muyuz; “normal kalmak anormal oldu artık” diye. Bu felaketten sonra bu cümleleri maalesef daha çok kurmaya başlayacağız. Ama her şeyden önce gelen bir şey var ki, bizim tüm öfkemiz enkazın altında yarım kalan sevgileri, kırık kalpleri, umutları, içi hayallerle dolan kumbaraları, ailesiyle sabah kahvaltısını yapacak, babasını işe uğurlayacak çocuklarımızı kurtaramadığımızdan. Televizyonlarda, sosyal medyada,  müteahhitlerimizin kaçırdığı malzemede, buna göz yumarak inşasında çalışan işçilerimizde, enkaz altında kalan Suriyeli adamın “Konuşursak Suriyeli olduğumuz anlaşılır, bizi kurtarmazlar diye düşündük, onun için sustuk!’’ cümlesinde, deprem alanına gönderilen eşyaların içinden çıkan topuklu ayakkabıda, “Ben de buradayım!” diye bağıran ama kurtarılamayan insanların haykırışlarında aslında “insanlığımızı” aradığımızdan tüm öfkemiz. Bu yüzden bu deprem bir felaketten daha fazlasını, yüzleşmemiz gereken vicdanlarımızı, sağlığını yerine getirmek zorunda olduğumuz bir toplumu, işleyişini baştan aşağıya düzeltmemiz gereken bir sistemi bıraktı bize.

Gabriel Garcia Marquez der ki; “İnsanlar bir hedefe sahipse annelerinin onları doğurduğu günde ilk ve tek defa doğmazlar, hayat onları tekrar tekrar kendilerini doğurmaya zorlar.”

İşte bu felaket bizi “gerçek bir toplum” olarak doğmaya zorluyor. Bilincimizin ve vicdanımızın ışığında tekrar doğmaya. Bizler bu sefer bunu başarabilmek umuduyla ağır ağır kaldıralım enkazları olur mu?