Boğaziçi Direnişi’nin YouTube hesabında 21 Nisan 2021 Cuma günü, Boğaziçi Üniversitesi mezunu dört kişiyle, üniversitede geçmiş yıllarda örülen eylemliliklerin konuşulup, bunların halihazırdaki direnişle kesişim ve bağının araştırıldığı bir canlı yayın gerçekleştirildi. Tesadüfen bir önceki gece de çoğu 90’ların sonunda doğmuş birkaç arkadaşla 90’ların bizde neye denk düştüğü ve o dönemin ruhunun ne anlama geldiği üzerine sohbet ediyorduk. Hatırladığımız ya da bize anlatılan, sönümlenmiş ya da etkisi süren olaylardan, yıllarla aramıza çekilen ince çizgiden bahsettik. Yıkıntıların arasına doğmuş gibi hissettiğini söyleyenler oldu. Zamandan, mekândan, ailemizden ve kurduğumuz her ilişkiden aldığımız bir miras vardı; dahası onların izlerini taşıyorduk. Sıfırdan başlamış değildik. Yaşama fırsatı bulamadığımız yılların, bizden habersiz sürüp gitmiş olayların etrafında inşa edilmiş hayatlar sürdürüyorduk. Hafızamızın pek de farkında olmadığımız bir köşesine sabitlenmiş bu bilgiler, gündelik hayat pratiklerimizi dahi dönüştürebilecek güce sahipti. Burada büyük ve görünür bir dönüşümden ziyade geçmişteki tanıklıkların bugünümüze ve bugünkü bize etkisini kastediyorum. Yazının devamında da buradan doğru bir soru cevap hattı açmaya çalışacağım.

 

Esasen beni düşündüren, çağın gereklilikleri doğrultusunda bambaşka mücadele alanları yaratma gayretimizin yanı sıra, kalıntılarını taşıdığımız geçmiş. Bir gençlik profili çizmek gerekecek ve bu “gençlik” denen torbaya belli başlı ortaklıkları olan bir grup insanı atacaksak eğer evet, “gençlik”ler -ya da daha doğrusu “gençler”- belki isyan ruhuyla, belki ateşiyle, cengaverliğiyle, belki de iradesi ve heyecanıyla, artık adına ne diyeceksek, birbirine benzeyebilir. Yer yer ortak bir noktada buluşup aksiyon alırken benzer bir çerçeve çiziyor olabiliriz. Yine de şunu düşünmemiz gerektiğini düşünüyorum: Biz, bugün, 90’ların sonunda doğmuş gençler olarak henüz taze bir direnişe tanık olmuşken -yeni politikleşmiş veya/hatta tam bir politikleşme sürecinden geçmediği halde yine de alanlarda ve mücadelenin içinde yer almış herkesi dahil ederek soruyorum- mücadele etme refleksini ve yeni mücadele biçimleri geliştirmeyi nereden, nasıl öğrendik? Yaptıklarımız, yapmaya çalıştıklarımız gökten zembille mi indi? Yanlışlarımıza, eksiklik ve fazlalıklarımıza, yani tüm farklılıklarımıza rağmen bizi otuz-kırk yıl evvelinin gençleriyle aynı değilse de yakın bir zeminde buluşturabilen neydi?

 

Tüm “yeni nesil gümbür gümbür” ya da “eski kuşak bir başkaydı” söylemlerini bir kenara bırakmak ve kıyaslama yapacaksak da bir jenerasyondan taraf olmadan, aramızda direniş yöntemlerine ilişkin bir savaş varmış da galip gelmeye çalışıyormuşuz gibi davranmadan konuşup tartışmak bana son derece önemli geliyor. Hepimiz dönüştük, hepimizin etki alanları değişti. Direngenlik ve yılgınlıkta artık aynı yerde değiliz ve bu, aklımızdan, yaşımızdan, alışkanlıklarımızdan, tercihlerimizden ya da inanışlarımızdan çok, iktidar politikalarıyla ilgili. Diğer bir deyişle iktidar politikalarının, bahsettiğim tüm bu faktörler üzerinde yönlendirici -ve çift taraflı- bir etkisi var. Çok değil beş yıl öncesindeki eylemlere baktığımızda bile, örneğin şunu söyleriz: “O pankart bugün açılsa açanların başına kimbilir neler gelirdi…”

Coğrafyadaki her kırılma, beraberinde irili ufaklı yarıklar açmakla birlikte yeni bir dönemin de habercisi oluyor. O andan itibaren hiçbir şey eski ritminde sürmüyor fakat aynı zamanda eski ritmin üzerine eklenerek büyüyor. Ezcümle, hayatın işleyişinde ortaya çıkan bu yeni ritim, tarihi, sanatı, değerleri ve politikayı olduğu gibi, bunlardan ayrı düşünülmesi olanaksız olan direniş şekillerini de yeni bir forma sokuyor. Zaten öyle ki direnmek, yaşamın içindedir; her çağda, her toplulukta, her iktidarda kendine bir yer açar, sızmayı bilir, gerekirse çatlaklardan girer, hatta en çok çatlaklardan girer. Aynı zamanda dinamizmle de özdeşleşen “genç insan” figürü de tarihe şöyle bir baktığımızda ve hâlâ daha, eylemliliklerin önemli ve geniş bir kısmını oluşturur. Biraz da bu sebeple neden annemizin babamızın şu anda yapmakta olduklarının değil de otuz yıl önce yaptıklarının bizdeki izi daha derindedir ve karşılığı daha kuvvetlidir diye soruyorum. Sormanın da ötesinde bunu araştırmaya çalışıyorum. Bu hissedilen fakat o kadar da somut olmayan bağ ile ilgili olarak aklımı kurcalayan asıl mesele ise bize unutturulmaya çalışılanlar. Bu bana, o bağın somutlaşma, görülür, duyulur ve daha çok hissedilir olma ihtimaline karşı egemenlerin tetikte beklediğini düşündürtüyor.

 

Kastettiğimi basit bir örnekle biraz açayım: Herhangi bir savaştan, soykırımdan, direnişten izler taşıyan bir mekânda bunu algılarız. Orada bir şeyler olmuştur, bu bize geçer, duygu durumumuz değişir, etrafa bir başka bakarız. Peki ya bu yaşananlar hakkında daha çok şey bilebilseydik? Hele de teknolojinin günden güne bizi şaşırttığı bir çağda anılara ulaşma imkânımıza ket vurulmasaydı? Öfkemizi diri tutmaya ve doğru yere kanalize etmeye yardımcı olacak araçlar elimizden alınmasaydı?

 

Bugün geçmiş yıllarda süregelmiş direnişlere dair görsel, işitsel, yazılı birçok kaynağa ulaşılamıyor. Ulaşabildiğimiz üç-beş parça bilgi ise oldukça kısıtlı, çoğu eksik ya da sansürlü. O dönemde yapılan haberlerin önemli bir kısmına erişim engellenmiş durumda.

 

Her dönemin kendine has ihtiyaçları ve bu ihtiyaçlardan doğan belli başa çıkma yöntemleri olsa da geçmişin tekrarına düşmek değil fakat ondan ilham almak politik bilincimizi güçlendirerek bizi daha ayakları yere basan bir direnişe götürür. Hatta neyin üstüne ne koyacağımızı hesap edebilmek, tarihteki dönüşümü daha net kavrayabilmek ve teori ve pratiğe dair ileriye dönük kolektif tartışma alanları yaratabilmek için bu, oldukça önemlidir. Bizden çalınanları nasıl geri alabileceğimiz üzerine ciddi anlamda düşünmeye ve somut adımlar atmaya ihtiyacımız var. Arşivlerimiz toz duman olduysa da en azından bu ‘eyleme’ alanını kurgularken bir yerlerde göremediğimiz şeyler olduğunu aklımızda tutmamız gerekiyor.

 

Tekrar ediyorum: Bizi bize unutturdular ve ben, unuttuklarımızın farkına varmaktan doğan yeni bir hatırlama biçimi mümkün mü diye merak ediyorum.

Fotoğraf: Boğaziçi Direnişi/@budirenisi