Prof. Dr. Aslı Tunç, İstanbul Bilgi Üniversitesi İletişim Fakültesi Medya bölümü öğretim üyesidir. İstanbul Üniversitesi Basın Yayın Yüksekokulu’nda iletişim lisansı ve Anadolu Üniversitesi’nde sinema-televizyon yüksek lisansından sonra iletişim alanındaki doktorasını 2000 yılında Philadelphia’daki Temple Üniversitesi’nden aldı. Bir yıl boyunca Amerika’daki aynı üniversitede iletişim kuramları ve küresel iletişim üzerine dersler veren Tunç, çalışmalarını 2001 Eylül’ünde Türkiye’ye döndükten sonra medya ve demokrasi, dijital aktivizm, sosyal medya ve toplumsal cinsiyet konuları üzerine yoğunlaştırdı. Mart-Eylül 2020’de Güney Florida Üniversitesi’nde misafir öğretim üyesi olarak bulundu. 2020 Ağustos -2024 Mart tarihleri arasında İstanbul Bilgi Üniversitesi'nde Rektör Yardımcısı olarak çalıştı. Tunç’un İngilizce ve Türkçe akademik makaleleri, kitap bölümleri ve uluslararası raporları bulunuyor.

Hatay’dan Hollanda’ya çalışmak üzere giden bir ailenin piyanist kızını dinliyorum (https://www.youtube.com/watch?v=ufn-pJLpuEk) döndüre döndüre, müziğin sesini sonuna kadar açarak. Karsu Dönmez, Hollanda’daki yardım konserinde Hatay’da yitirdiği on yakınının ardından Neşet Ertaş’ın türküsünü ağıtlaştırıyor: “Gönlüm hep seni arıyor, neredesin sen?” Hollandalı izleyicilerin sözlerini anlamadıkları bu yakarışlara ağladıkları görülüyor. Bunca kayıptan sonra Karsu’nun piyano başındaki çığlıkları çoğumuzun atmak istediği çığlıklar aslında. Toplumca ciğerlerimiz patlayana kadar haykırsak iyileşir miyiz acaba? Çığlığın sağaltıcı bir yanı olduğu kesin. Bunu zaten ağıtlardan biliyoruz. 

Kitlesel felaketlerin ardından da günün sonunda kişisel bir yas kalıyor geriye. Acılar bireylerde kristalleşiyor. Güneş batıyor ve herkes kayıpları ile baş başa kalıyor. Farklı nedenlerle yitirdiklerinin ardından yas tutanlar sanatın ana temalarından olmuş asırlarca. Mesela Roma’daki Protestan Mezarlığı’nda 1894’ten beri “ağlayan melek” heykeli vardır. 1901’de Stanford Üniversitesi’nin ortasına “Keder Meleği” adıyla bir replikası konur. Yıllar içinde bu heykel yasın öylesine güçlü bir simgesi olur ki Amerika’nın farklı eyaletlerinde yerini alır. Daha çağdaş bir örnek ise İsviçre’de Cenevre Gölü kenarındaki Albert Gyorgy’nin “Melankoli” adlı heykelidir. Bakır heykel bir bankta önüne eğilerek oturan kişinin ortasında dairesel bir boşluğu gösterir. Yas bizi içimizde devasa bir boşlukla ortalık yerde bırakıvermiştir. Tarihe geri dönüp baktığımızda Göbeklitepe’deki totem heykellerde bile yasın izlerini görürüz.

Kayıplar, ani ölümler, yarım kalan hikâyeler sinemanın ve popüler kültürün de vazgeçilmez konusudur. Kişisel olarak beni en fazla etkileyen ve yas hissini en derinden yansıtan ilk aklıma gelen örnekler Yaşamın Kıyısında (Manchester By The Sea, 2016), AfterSun (2022) filmleri ve tabii Netflix’te yayınlanan dört sezonluk After Life dizisi. Duygu sömürüsüne kaçmadan, gösterişsiz, yalın ve derinlikli yapıtlar bunlar. Karakterlerin sevdiklerini kaybetmeleriyle farklı şekillerde başa çıkma öyküleri hepsi.

Sıradan gibi görünen insan hikâyeleri, sözcüklerden daha vurucu çoğu kez. Kelimeler bazı acılara küçük gelir derler. Ancak Şengül Hablemitoğlu kişisel öyküsünden yola çıkarak bu zor işe soyunmuş ve Yas: Uzun Bir Veda (Doğan Kitap, 2021) kitabında sevdiğimiz birini kaybettikten sonra ne kadar ortak şeyler yaşadığımızı kaleme almış. “Yas, kaybettiğimiz sevdiklerimize içimizde bir yer açmaktır; onları içimize sığdırmak için kendimizi büyütmektir” diyor Hablemitoğlu kitabında; “boşluğu anlamla doldurduğumuzda yeni dengemizi bulur, canlanırız. Ölümden yaşam çıkarırız”. Tıpkı Sabahattin Ali’nin Kuyucaklı Yusuf romanında yazdığı gibi “Perişan bir haldeyim. Fakat içimde kendimden bile sakladığım bir ümit var.” 

Yüzyıllar önceki gibi bugün de müzikle, heykelle, edebiyatla, sinemayla kişisel yasın içinden umudu çekip çıkarmanın izlerini sürebiliriz. Peki ya kolektif yasımız? Kolektif travmamız? Ancak ve ancak dayanışmayla akıl sağlığımızı yerinde tutmak mümkün sanırım; birlikte yas tutmanın, birbirimizin acısına ortak olmanın yollarını bularak.