Ankara Lisesi ve Hacettepe Üniversitesi Eczacılık Fakültesini bitirdi. Öğrencilik yıllarından itibaren süreli yayınlarda deneme ve hikayeler yazdı. Sivil toplum örgütlerinde çalıştı. Türkiye Avrupa Amerika ve Orta Doğu’da kadın zirvelerine katıldı tebliğler sundu. Ziftsanat'ta sinema yazıları yazıyor.

Kitaplar:
Bir Dünyanın Kadınları(1998)
Derin Siyah(2002) TYB Yılın Hikaye Kitabı Ödülü
İkna Odası(2003)
İçimden Geçen Şehirler(2004)
Kırmızı(2006)
Zilha Günü(2008)
Angelika(2010) Eskader Ödülü
Bağdat Fragmanı(2008) TYB Ödülü
Görme Bahçesi(2012)
İşgal Kadınları(2012)
Çiçekli Bir Boşluk(2014)
Şehrin Gizli Öznesi(2014)
Bu Sefer Lila Olsun Saçlarım(2016)
Ademin Cevap Vermesi(2017)
Büyü ve Gerçek Arasında Sinema(2018)
Cam Kenarı(2021)

Ankara Yenimahalle’de ilkokula başladığım yıl, evimize masmavi bavulu, pembe çerçeveli miyop gözlüğüyle bir Alman kızı geldi. Olay şöyle; mühendislik okumak için Hamburg’a giden küçük amcam, evlerinin bir odasında pansiyoner olarak kaldığı aileyle dost olunca, yaz tatillerini geçirsinler diye onları alıp Türkiye’ye geliyor. Büyük kızları sekiz yaşındaki Angelika, ilk gördüğümde benim için büyülü bir gezegenden gelmiş uzaylı. Anneler babalar bir gece fısıltıyla konuşup çocukların hayrına diyerek o tuhaf olan işe girişti. Nursel Duruel’in “Geyikler, Annem ve Almanya” hikâyesini hatırlatan akla gelmedik bir iş. On yaşındaki ağabeyim bir yıllığına Hamburg’da kalıp Almanca öğrenecek, Avrupa’yı az biraz tanıyacak. Angelika da bizde kalıp Türkçe öğrenecek, Müslüman ülke nasıl bir şey onu deneyimleyecek.

Mısır püskülü gibi sarı saçları, hiç anlamadığım dili, harika elbiseleri ve o zamanlar buralarda pek bulunmayan eşsiz oyuncak bebekleriyle Avrupa’nın küçük bir melek suretinde evimize inişi. Henüz ülke içindeki küçük yaz tatili kasabaları dışında hiçbir farklı şehri görmemiş, başka dünyalardan haberi olmayan benim için, olağanüstü günler başlamıştı. Fakat ne zaman ki vakit geldi, anne Marion, baba Peter ve kız kardeş Petra neye uğradığını anlamayan ağabeyimi de alıp yola çıkmak için arabaya yöneldiler, Angelika’nın hıçkırıkları duyuldu. Hani o uzaylı, yabancı, başka ve ötekiydi, bu hıçkırık dünyanın her yerinde aynı olsa gerek, o an tam sekiz yaşımda başkalık duygumu kaybettim. Annesinin arkasından ağlamanın rengi, dini, dili, milliyeti, ülkesi var mıdır? Aynadaki aksim kadar bana benziyordu artık. Bir yıl boyunca el ele okula gidecek, saçlarımızı taraması için sabahları birlikte annemin, tante Fatma’nın önüne oturacak, su mataralarımız boynumuzda Almanca Türkçe karışımı ortak bir dil tutturup şarkı söyleyecektik.

Zihnim hikâyeleri biriktirmeye o zamandan başladı, demek tek büyük kocaman bir hikâyesi var insanın, hepimiz ondan bir parça koparıp yaşıyoruz ve gezegenin neresinde yaşarsak yaşayalım arzularımız korkularımız benziyor. Her türlü kötülük ve saldırıdan uzakta güven içinde olmak, bu dünyada bulunuş sebebimiz üzerine özgürce düşünmek, varlığımızı kimse müdahale etmeden inşa etmek, bizi anlayan dinleyen insanlara rastlamak, denemek, yanılmak ve adil bir toplumun parçası olmak.

Ortak dil deyince maymun videoları aklıma geliyor. Annelerinden çalınan yavru maymunların insan gibi elbise giydirilip evlerde hapsedilmelerine tepki veren takipçilerin dillerine bakıyorum, Japonca, İngilizce, İspanyolca, Arapça, Farsça, Türkçe, Almanca… sayısız dilde insanın aynı manada ve ortak değerde buluşup kötülüğü kınaması mümkün. Öte yandan savaş,  şiddet, bencillik, hegemonya çok gürültülü ve asit yağmuru gibi yağıyor üzerimize. Peki,  ‘aşağıdan küreselleşen’ iyiliğin, paylaşmanın, eşitliğin, anlamanın, dinlemenin, ortaklaşmanın dili çok daha güçlüyken neden yeterince müdahil olamıyoruz?

Okuduğum bir çocuk kitabında beş yaşındaki küçük oğlan babasına “Sen neden varsın?” diye soruyor. Şaşkınlıktan kalakalan adama cevabı yapıştırıyor sonra: “Bana sarılmak, kitap okumak, parka götürmek, banyomu hazırlamak için.” Adam kendine geliyor, çocuklar ne yaman, gerçekten de yaptığı en anlamlı ve somut şeyler. Ortaklaşacağımız duygu budur, en yakınımızdakiler için iyi şeyler yapabilirsek, onlara kendilerini değerli hissettirebilirsek dünya daha güzel olur. Bütün dünyayı kurtarmak istiyorum, bu yüzden aileme vakit ayıramıyorum diyenlerin, karanlığı daha da çoğalttığı bir yaşama ihtiyacımız yok.

Uzaya çıkan ilk kadınlardan biri olan kâşif Anousheh Ansari evrenin büyüklüğü karşısında büyülendiğini, milyonlarca yıldız ve milyarlarca galaksi olduğunu bilmenin onu heyecanlandırdığını söylüyor. Uzaydan Dünya’ya bakınca bizim çizdiğimiz, ülkeleri ayırmaya yarayan çizgileri görmemek önemli bir tanıklık olmuş. Evrenin büyüklüğü karşısında, esamisi bile okunmayacak kadar küçük olan Dünya’mızdan gelen hayatı ve sıcaklığı hissedince duygusal anlar yaşamış Ansari. Sonuç; bu dünyada herkese yer var ve sahip olma, ele geçirme duygusunu bir yana bırakabilsek, nefsimizi öteki nefislerden yukarılarda değil de aşağılarda, en azından eşit görebilsek, kaynakları hakça paylaşsak, gözümüzdeki kimi perdeler kalkacak, varlığı daha mütekamil olarak idrak edeceğiz belki de.

İnsanları dar ve kullanışlı sosyolojik kutulara yerleştirmek, zihinleri oluşturmak, algıları yönetmek, çoklu aidiyetlerimizi yok saymak, her iki kişiyi birbirine yabancılaştırmak yerine, ortak insani değerlerde buluşturmak için çabalamak çok sevaptır. Bütün insanlığı içine almayan, kimilerini dışarıda bırakan istilacı söylemlerin, uzun vadede kendini ayrıcalıklı sayan toplumlara da faydası yok. Kar neden beyaz, ağaçlar neden yeşil, neden fakir ve zenginler var, Dünya daha ne kadar dönecek, neden pasta yumuşak da taş sert ve daha milyon tane hayati soru. Bunları bilmeden sorgulamadan, evrendeki her zerreyi, yıldızları, doğayı, insanı birbirinin parçası kılan düzeni anlayamayız, ortak bir dil de tutturamayız. Babil Kulesi ahalisi gibi sadece kendimizi duyar dururuz.

Angelika’ya ne mi oldu? Turşuyu, dolmayı, Hamburg’daki zorunlu uykuların yerini alan akşam gezmelerini çok sevdi. Kılcal damarlarına kadar incelikle Türkçe öğrendi. “Senin canın can da benimki patlıcan mı” diyordu kızınca. Her dilde bilinir bu duygu. Bu dünyadaki hiçbir insanın ya da canlının canı patlıcan değildir.