İstanbul’da doğdu. Uzun yıllar insan kaynakları yöneticisi olarak çalıştı. “Dissonance or Harmony” isimli ilk kitabı, 2018 yılında Amazon’da İngilizce olarak yayımlandı. Serkan Parlak editörlüğünde hazırlanan ve Günce Yayınevi’nin yayımladığı “Cemil Kavukçu Öykücülüğü - Kasabadan Kente Doğru” isimli çalışmada, Cemil Kavukçu’nun iki öykü kitabı analiziyle yer aldı. Oggito, Edebiyat Haber, Ecinniler dergisi, Dönüşüm ve Edebiyat Nöbeti’nde denemeleri ile kuramsal yazıları; Notos, Son Gemi dergisi, Edebiyat Haber, Trendeki Yabancı ve Oggito’da öyküleri yayımlandı.

Keşfini sıkı araştırmalara borçluyum. Huzurlu insanların diyarı, duyarlı ruhların mekânı orası. Latincede mutlu ve şanslı yere “locus felix” denirmiş. Geçen akşam kız arkadaşımla köftecideyken garip bir kasvet içindeydim. Hayattan bahsettik, bir de ruh hâlimizden. “Buralardan gidesim var,” dedim. Sanki uzun zamandır bastırdığım önemli bir sırrı söylemiş gibi rahatsız oldum.

“Nereye bensiz,” diye yakaladı elimi. “Niyetlenmek başka, yapmak başka.”

“Bıktım. Neden bıktığımı bilmeden bıktım işte.”

“Benle mutlu değil misin yoksa,” diye telaşlandı önce. Sonra yatıştı tedirginliği.

 “Mutluluk başka bir hâl. Aradığın, beklentilerine karşılık bulamadığında yaşadığın iç kırıklığı, tatminsizlik. Yaşadığı yerde ne arar ki insan?”

“Ne aradığımı bilmiyorum, temel şeyleri herhalde,” dedim. “Ve belki parlak yumuşak kışları.”

Yüzü aydınlandı. “Kışlar soğuk geçmezse tamamdır. Kimse uzun süren karanlığı sevmez. Japoncada “komorebi” ağaçların yapraklarından süzülen güneş ışığı demekmiş.”

Sevgilim (ağzından hep bal damladığı için bal diyelim, gerçek adını saklamak istiyor) kökenbilime meraklı. “Biliyor musun? mutluluğa, coşkuya dair farklı dillerde ilginç kelimeler var. Almancada “heimat” güçlü aidiyet duygusu beslenen mekâna duyulan derin sevgiymiş. Yunanca “harmolypi” neşe veren keder, yas demekmiş. Hırvatlar hiçbirşey yapmamanın tatlılığından, anda kalmaktan, “fjaka” kavramından bahsederler. İtalyanların “dolce far niente”si gibi. Mutlu insan zamanı ölçmezmiş. Hareketsizliğe teslim olursak neredeyse kendimizi coşkulu hissedebilirmişiz.”

“Düpedüz tembellik bu,” diye atladım hemen. “Kış uykusundan bir türlü uyanamayanların uydurması.”
“Hayır hayır,” diye karşı çıktı. “Kendiliğinden gelen doğallık. Daoizm’deki ‘zahmetsiz eylem’ anlamındaki ‘wu wei’ ilkesi gibi. Zorlamalar yerine sezgisel oluşlar.”

Boşuna mı kürek çekiyoruz acaba, diye düşündüm bir an. Nasılsa ölüp gideceğiz. Adamlar haklı belki de.

“Ölmek yok daha, deli misin?  Madem onlar bulmuşlar. Biz de arayıp bulacağız.”

Zamanın geldiğini anlamıştım. “Bir yere rastladım internette,” diye doğrudan konuya girdim. Kışlarının ılık geçtiğini özellikle vurguladım. Binaların mimarisinden, sokakların estetiğinin doğayla uyumundan bahsettim. Fotoğrafları gösterdim. 

“Neredeymiş ki bu yer uzak mı?” diye sordu. 

“Çok uzak sayılmaz, ama yakın da değil,” dedim. Gitmeye heveslendi.

“Saha çalışması gibi düşün. Beğenirsek kalırız. Ne dersin gidelim mi beraber, sen ve ben?”

Köfteci buluşmasındaki benden bize geçişin hızı etkilemedi desem yalan olur. İlişkimiz ilerliyor. Tam anlamıyla mütemmim cüz olduk şimdi. Biletlerimizi alıp yola çıktık. Yepyeni bir yolculuğun heyecanı içimizde. Hayat bazen beklenmedik sürprizlere açılır. Trende sanki hiç hareket etmiyormuşuz gibi hissediyorduk oysa dışarıda her karede değişen dünya. Belki de yavaşlamanın başlangıcı bu.

“Mutlu yer deyince çocukluğumda yaşadığım ev aklıma geliyor Bal. Dışarıdaki sıkıntılardan haberimizin olmadığı yavaş zamanlar.”

“Annemle babam kendi aralarında fısır fısır konuşurken anlamazdım. Sizinkiler de öyle miydi?”

“Yok,” dedim, “bizimkiler hayatı yüksek sesle yaşardı. Huzur, evdeki seslerin yoğunluğuyla ölçülürdü.”

Güldü. “Alemsin Erkan (bana böyle hitap edebilirsiniz, esas ismim kararsızlığı çağrıştırdığı için bir kenara bıraktım). Orada kim bilir kimlerle, birbirine benzeyen benzemeyen hangi mutlu ailelerle tanışacağız. Sen de araştırman için veri toplarsın.”

“Her başarılı çalışmanın ardında gizli bir formül, her başarısız girişimin kendi özgün başarısızlık hikâyesi var herhalde,” dedim.

Alt geçitten şehrin tam göbeğine çıktık. Güneşin altın rengiyle kucakladığı cıvıl cıvıl bir yer karşıladı bizi. Kaldırımlar, parklar renkli çiçeklerle süslenmiş, meydanın ortasında yükselen kocaman bir anıt, çocukların elinde uçurtmalar… Grafiti sanatçıları duvarlara bambaşka bir hava katmış, sokakları renkli sergi alanına çevirmişler. Sırt çantalarımızla uzun uzun yürüdük. Asık yüzlü tek kişiye rastlamadık. Tatlı bir hareketlilik. Danseden insanlara katıldık. Çiçek kokularıyla kendimizden geçtik. Hayat umurumuzda değildi. Akşam olduğunda meydanın ortasındaki çeşme ışıklandı. Büyük saat kulesine bakan banka iliştik.

“Nereye geldik böyle biz”? diye sordu Bal. “Hayalini kurduğumuzdan bile güzelmiş.”

Yanımızda oturan kadın, “Hoş geldiniz gençler,” diye seslendi. “Ziyaret için harika bir zaman seçmişsiniz. Herkesin neden iyi hissettiğini merak ediyorsunuz herhalde.”

“Evet, kesinlikle,” dedi Bal. “Aklımızdan geçeni mi okudunuz yoksa? Daha önce hiç bu kadar canlı bir şehir görmedik hayatımızda. Hoş bulduk, hoş gördük.”

Kadın kahkahayla güldü. “Beğendiniz mi sahiden? Festival vakti. Ama zaten her gün festivaldir bizde. Ruhumuzu iyileştiren şeyleri severiz. Mutluluk için imece usulü çalışırız. Birbirimize güveniriz. Herkes herkesi tanır. Ve harika bir yemek kültürümüz de var elbette. Mutlu mide mutlu kalp demek.”

“Bizi ikna ettiniz,” dedi Bal. “Fikirlerinizden bazılarını dönerken yanımızda götürebilir miyiz?”

“Elbette. Olumsuz duygulardan o kadar uzaklaştık ki kimi zaman başka diyarlardaki dertleri kaçırıyoruz sanırım. Bizim de derdimiz bu. Giderken mutluluğu yanınızda götürmelisiniz. İçinde ne varsa onu yayar insan. Güzel şeyler çirkinlikler kadar hızlı yayılmaz. Merak etmeyin siz alınca bizden eksilmez. Kalışınızın tadını çıkarın, günleriniz bizimkiler kadar neşeli olsun.”

Bal’ın kulağına, “Sinirleri alınmış gibi,” diye fısıldadım.

“Hayata olumlu bakan şahane insanlar sadece,” diye sözümü kesti. 

“Sanmam,” dedim. “Var bir bit yeniği ama henüz çözemedim.”

“Mutluluk başkasının mutluluğu için çalışanın kaderi. Her birimiz en sade şekliyle bir başkasını mutlu etmek için çabalıyoruz. Birbirimize destek oluyoruz. Bakış açımız böyle. Kalacak yeriniz var mı? Yoksa hemen ayarlayalım, rahatınızı sağlayalım önce. Gerçek mutluluk su gibi akar, zahmetsiz, sınırsız. Buzu çözülmüş kalbin sükûneti gibi.”

“İşte senin bit yeniği dediğin,” diye güldü Bal.

“Ya bu binalar?  Hepsi birer estetik harikası. Mimarlarınız çok yetenekli.”

“Meydandaki binaların mimarı her şeyi zihninde tasarlıyor. Olağanüstü vizyona sahip. Kentin bazı bölümleri gönlündeki hayallerin ürünleri. Kurmak için mutlaka gözle görmek gerekmez ki.

“Bayıldık. Değil mi Erkan?”

“Fârâbî’nin erdemli şehir metaforunu bilir misiniz?  Tüm organlarının uyumla çalıştığı sağlıklı bedene benzetir.”

“Ne güzelmiş, ancak düşlerde olur,” diye fısıldadı Bal. “Belki de düş görüyoruz.”

İkisi sohbet ederken susmayı ve dinlemeyi yeğledim. Gece, kadının önerdiği butik otelde kaldık. Huzurlu bir uykuya bıraktım kendimi. Uzun zamandır hiç böyle deliksiz uyumadığımı fark ettim. Ertesi sabah kararımı vermiştim.

“Mutluluğumu olumsuz etkileyen ne varsa derhal tespit etmek istiyorum, ayıklayacağım hayatımdan. Başkalarının mutluluğundan sorumlu olmanın da sınırı olduğunu düşünüyorum. İnsan önce kendini mutlu etmeli, acıdan kaçmalı, neşeye, hazza uzanmalı.”

“Kadının anlattıklarını dinlemedin mi? Epikürcü mü yapacaksın bizi yoksa?” 

“Bunu da nereden çıkardın Bal? Epikür felsefesini hiç incelemedin herhalde.”

Zihnimden geçenleri dile getirmek zor. 

“Bilmiyorum,” diye ekledim. “Kafam karıştı biraz, araştırmak gerekli. Arayışa devam etmeli.”

Locus felix serüvenini tek gecede tamamladık böylece. Sınırsız olasılıklarla dolu başka istasyonlarda mola vermek üzere yeniden trene binene dek kendi aramızda tartışmaya devam ettik.