Medyascope Haber Müdürü olarak görev yapan Göksel Göksu İstanbul’da doğdu. İstanbul Üniversitesi Mühendislik Fakültesi Jeoloji mühendisliği mezunu olan Göksu, Radikal Gazetesi ve CNN Türk’ün Kurucu ekibi arasında görev aldı. 23 yıllık CNN Türk serüveninin ardından Habertürk’te editör ve istihbarat şefliği görevlerini yürüttü. Halen TGC Yönetim Kurulu Üyeliği ve TGC Kadın Komisyonu Koordinatörlüğü görevlerini yürütmektedir.

Ödülleri:
Güneydoğu'da kaçırılan, uyuşturucuyla, hırsızlığa zorlanan, suça itilen çocukların dramını ele aldığı "Güneydoğu'nun Kayıp Çocukları" belgeseli, 2006 Sedat Simavi Ödülü "Haber" kategorisinde övgüye değer bulundu.CNN TÜRK muhabiri Göksel Göksu, "Namlunun Ucundaki Kadınlar" haber dizisiyle Türkiye Gazeteciler Cemiyeti'nden 2010 Başarı Ödülleri'nde "övgüye değer" bulundu.
14. Metin Göktepe Gazetecilik Ödülleri, "Görüntülü haber" ödülüne, 17-22 Ocak'ta yayımlanan "Hizbullah'ın Dünü Bugünü" başlıklı haberiyle layık görüldü.
Türk Üniversiteli Kadınlar Derneği tarafından medya alanında "2013 yılı Önder Kadın Ödülü" verildi.
Hazırladığı "Ölüm Yolunda Ezidiler" dizi haber ve belgeseli ile Çağdaş Gazeteciler Derneği'nin seçtiği “Yılın Başarılı Gazetecileri” arasında yer aldı; "Ölüm Yolunda Ezidiler" ile 2014 yılı “Televizyon Program Ödülü”nü aldı.
Göksel Göksu, 2016 yılında da insan haklarını yaralayan tüm güncel olaylarda gösterdiği duyarlı çalışması, ırk, cins, dil ve etnik köken ayrımı yapmadan gerçeklerin peşinde koşan, sorgulayan, araştıran haberci kimliğinin yanı sıra etik değerlere saygılı haberciliğinden dolayı Hıfzı Topuz Onur Ödülü’ne layık görüldü.

evlendikten sonra ne görüştük ne de bir kez olsun konuştuk.

ne o beni aradı ne ben onu. 

öğrencilik yıllarında sıkça mektuplaşırdık…

uzun uzun mektuplar yazardım, 

gelen her mektubu koklayıp, kelimelerin arasına sıkıştırılmış bir “seni seviyorum” arardım…


okulu anlatırdım ona, kaldığım yurdu, arkadaşlarımı…

kendimden tek satır söz etmesem de, o anlardı.

öyle ya!

kim kime durup dururken sayfalar dolusu mektup yazar ki?

hem, başkasına değil de neden ona yazayım di’mi?


anlamamış!


oysa  yazdan yaza tatillerde görüşebiliyorduk. 

ne günlerdi!

saatler boyu konuşur, ayrı geçen zamanda neler yaşadığımızı en küçük ayrıntısına kadar anlatırdık birbirimize.


***

çığlıklar yanı başında gibiydi..

donuk bakışlarla izliyordu olan biteni.

“kimse yok muuu?” diye bağıran sese cevap verdi:

“var!”


yerle bir olmuştu her şey,

koca koca apartmanlar, nasıl bu hale gelebildi?

tuzdan mı yapıldı bunlar?

o beton yığınından mı  yükseliyor, “kimse yok mu” diyen çığlık…

biri mi var orda?

allahım ne bu?

koca apartman birkaç metrelik bir enkaza mı dönüştü?

her bir katın kalınlığı 40 – 50 santim!

beş katlı bir binanın en tepesinden, birbirine düğümlenerek eklenmiş çarşaflara takıldı gözü.

yan yatmış ve her an devrilecekmiş gibi duran binanın en üst katından, çarşafa tutunarak inmiş birileri besbelli.

ya düşseydi?

allahım ne diyorum ben? 

düşmeseydi ölümü bekleyecekti, her an çökebilir o bina.

kimleri kurtardı o ucu ucuna bağlanan çarşaflar acaba?

çocuklar nasıl tutundular ki?

delirmenin eşiğindeyim galiba diye düşündü.


kusacak gibiydi.

midesine bıçak saplanır gibi bir ağrı oturdu.

hatta bıçak da değil, kasatura!

bir bebeğin çığlığı duyuluyordu.

donuk bakışlarıyla bir kadın göründü ekranda. 

gözünü bile kırpmadan öylece bakıyordu boşluğa doğru.

bir ileri bir geri sallanıyordu bedeni.

o da sallandı oturduğu yerden.

ekrana bakamaz oldu, çevirdi kafasını.

***

telefonun zırıl zırıl çalan sesiyle sıçradı yerinden.

annesiydi arayan,

ağlıyordu…

“bi şey oldu, kesin bi şey oldu” diye geçirdi içinden,

nefesini tutarak

“lütfen,” dedi “lütfen yüreğime indirecek bir şey söyleme annem!”


“deprem olmuş,” dedi annesi.

içinden bir oh çekti ve toparlandı.

“e- evet anne, felaket! ben de onu izliyordum”

“kızım,” dedi annesi, “yalova da yerle bir olmuş”

“onu da gördüm, yalova, gölcük, izmit, adapazarı… her yer annecim her yer.”

“biliyorum, her yer,” dedi annesi ve derin bir nefes çektikten sonra başladı yeniden konuşmaya:

“hani benim kan kardeşim vardı, hatırladın mı? sema hanım… senden birkaç yaş büyük oğlu vardı hani, semih. yazlığa gittiğimiz zamanlar arkadaşlık ederdiniz!”

semih mi? 

nasıl unuturum ki semih’i.

“anne yoksa!”

…”

toparlanma sırası annesindeydi, “dur sakin ol, semih’in telefonu var mı sende? sema’ya ulaşamıyorum da… hatlar yüzünden olmalı! onlar da yazlıktaydı. meraktan çıldıracağım, ya onların da…”

devamını getiremeden yeniden başladı ağlamaya…

***

gözlerimizin tek kelime etmeden söyleyebildiklerini bir kez olsun kelimelere dökemedik… 

o yürek yokmuş ikimizde de. 

son görüştüğümüzde, “bu belirsizliğe artık bir nokta koymanın zamanı geldi,” demiştim kendime.

yok işte, olmuyor!

belli ki yanlış anladım o bakışları, kendi kendime gelin güvey oldum.


hadi ben duygularımı söyleyemiyorum, ya o? 

o benim gibi hissediyor olsa söylerdi.

kuruntuydu benimki.

böylece çekip gitmişti hayatımdan semih.

***

hakan’ı da tam o boşluğun ortasındayken tanıdım zaten.

semih’in aksine duygularını sağa sola saçarak bonkörce ifade edenlerdendi…

semih’ten duymak istediğim ne varsa o söylüyordu sanki!

hatta kimi zaman o konuşurken gözlerimi kapatıp; karşımda oturanın semih olduğunu hayal ettiğim bile oldu…

aldatmak mı bu?

bilmem!

bir şey yoktu ki aramızda, aldatmak sayılmaz bence…

o duygularını anlatıyor, ben de dinliyordum. 

sürekli konuşuyor, sürekli anlatıyor ama bana hiçbir şey sormuyordu!

sorsaydı anlatırdım…

mesela gözümü kapattığımda ne düşündüğümü sorsa, tüm çıplaklığıyla söylerdim: 

“bir semih vardı. senin şu yaptığını ikimiz de beceremedik ve ayrı düştü yollarımız… oysa sen nasıl da rahat konuşuyorsun karşımda. vaktiyle o söyleyebilseydi bu sözleri senin yerine; kim bilir belki de bu gün karşındaki ben olmazdım,” derdim. 

ama sormadı!


aynı okuldaydık.

o son sınıf öğrencisiydi.

bir keresinde, “bu akşam arkadaşlarla boğaza gidiyoruz, senin de orada olmanı istiyorum,” dedi.

boğaz’da bir balık lokantasının adresini ve telefonunu tutuşturdu elime.

bir de “kot pantolonla gelme de neyle gelirsen gel,” dediğini hatırlıyorum.

“ne?” dememe kalmadan “saat sekiz,” diye bağırarak koşar adım uzaklaştı…


“deli adam,” diyerek güldüm arkasından.

çok şık olmaya karar verdim ben de.

sahiden de üzerime kot pantolon yapıştırılmış gibi geziyordum hep.

“dur şunu şaşırtayım da görsün gününü,” dedim ve harçlığımı denkleştirip hafif dekoltesi de olan şık ama sade bir elbise aldım.

hiç unutmuyorum, siyahtı. 

elbiseyi üzerimde denerken çok da önemsemediğim derin yırtmaç, beykoz’a gidene kadar başıma bela olmuştu…

kendime küfrede küfrede sonunda ulaştım balıkçıya.

salaş bir balıkçı vardı verdiği adreste.

tam yanlış adrese geldiğimi sandığım bir anda, beni karşılayan garson “hakan bey’in davetlisi misiniz?” diye sorunca, garsonun yönlendirmelerine itaat ederken buldum kendimi.

kıyafetim tüm sadeliğine rağmen çok abartılı kalmıştı bu salaş restoranda.

pişman oldum bir kez ama ne fayda!


15 dakika öylece bekledim, ne gelen var ne giden…

oysa tam zamanında gitmiştim.

şimdiki gibi cep telefonu da yok ki, arayamıyorum da.

artık sabrım tükenmişti ki, elektrikler kesiliverdi!

yok artık!

kalkmak için davrandım ama kalkamadım…

omzumda hissettiğim bir el kalkmamı engelledi.

irkildim ama o eli tanıdım da…

hakan’dan başkası dokunamaz bana böyle.

göz göze geldik!


şaşkınlığımı üzerimden atmaya bile fırsat bulamadan, dans etmeye başlamış;

sonra dansın ortasında da evlenme teklifi almıştım…

meğer elektrik filan kesilmemiş, her sahnesi planlıymış o gecenin.

teklifini kabul ediverdim o an.

niye bilmiyorum ama “evet” sözü çıkıverdi ağzımdan işte!

âşık mıydım?  dürüst söylemek gerekirse o zaman da bilmiyordum bu sorunun cevabını, şimdi de bilmiyorum. 

daha doğrusu şöyle göğsümü gere gere “hakan’a âşığım” dediğimi hiç hatırlamıyorum.

şimdi de söyleyemiyorum bunu.

oysa o ağzından düşürmezdi!

her fırsatta, özellikle de üçüncü şahısların yanında nasıl da âşık olduğunu anlatırdı.


niye kabul ettim teklifini?

onu da bilmiyorum.

sanki öyle olması gerekiyordu.

karşında seni çok seven, sana âşık olan ve bunu her fırsatta söyleyen biri varsa onunla evlenmek gerekirmiş gibi…

ne saçma değil mi, o anda bana aşık olan beş kişi birden olsa beşiyle de evlenecek miydim yani!

ayrıca beş değilse bile bir kaç kişi vardı da zaten!

hakan diğerlerinden daha mı atak davrandı acaba?

yoksa en büyük çabayı o mu sarf etti?

ve ben bir hak ediş ödemesi mi yapıyorum, lütufta mı bulundum ona?

bilinçaltım, “hmmm kızım seninle evlenmeyi en çok bu çocuk hak ediyor” diye mi düşündü acaba?

öyleyse bile bu benim değil bilinçaltımın suçu valla!

evliliğimiz boyunca hep âşık bir koca oldu.

ben bir şey yapmadım, onun bana biçtiği role uygun davranıp; öylece seyrettim onu. 

dürüst davranmak gerekirse, sevmiştim hakan’ı…

en çok da insan yanını sevdim sanırım ama hiç âşık olmadım ona, olamadım. 


şimdi hakan da yok, semih de!

semih’i anlatmıştım zaten, hakan ise genç yaşta çekti gitti; vakitsiz bir ölüm oldu, kalp krizi…

çok üzüldüm gidişine.

hep aldattım galiba onu ben!

beynimde yani, hep aldattım.

hiçbir zaman haberi olmadı hayatımda semih’in figüranı gibi yer aldığından…

ama yalan da söylemedim, o sormadı ben de anlatmadım o kadar.

asla aşktan meşkten de bahsetmedim…

sustum sadece ve sanırım o da sükutun ikrardan olduğunu sandı gidene kadar.


***

“aloooo, alooooo… kızım iyi misin? orda mısın? alooo…”

annesinin endişeli sesiyle toparlandı yeniden, 

“tamam tamam telaşlanma burdayım annecim. zil çaldı sandım da bir an. her neyse kimse yokmuş. ne diyorduk? telefon di’mi? ben yıllardır görüşmüyorum semih’le… kafam karıştı anne, sakin sakin düşünmeme izin ver. merak etme sen, bir yolunu bulur ulaşırım onlara,” dedi ve kapattı telefonu.

***

nasıl ulaşacaktım?

nereden bulacağım semih’i ben şimdi?

tanrım şu halime bak! 

herkesin varını yoğunu birkaç saniyede enkaza çeviren deprem, başka bir enkazı su yüzüne çıkarıverdi işte…

“ben ne yapacağım şimdi?

bilinmeyen numaraları mı arasam?” dedim ve sarıldım telefona. 

“semih karahan adıyla yüzlerce isim var hanfendi, hangi şehir, hangi mahalle olduğunu söylemezseniz size yardımcı olamam… ” dedi telefondaki ses.

iyi de nereden bileyim ben nerde oturduğunu?

hem bulursam ne diyeceğim şimdi yıllar sonra?

“semih selam, hatırladın mı beni? depremi duydum da bi arayayım dedim!!!”

olacak iş mi şimdi bu?

ya o’na bir şey olduysa!

nedir bu içimdeki?

korku mu, endişe mi?

yok yok bu durumu kaldıramayacağım ben, en iyisi telefonu bulup anneme vermeli.

hem hiç sesini duymamış olurum hem de annemden alırım her türlü bilgiyi.

en iyisi google galiba…

olur a kendine ait bir işyeri filan vardır, ya da ne bileyim kitap filan yazmıştır. 

fotoğrafı vardır bir yerlerde, tanıyabilirsem tabii!

***

“semih karahan” yazdı karşısına çıkan dikdörtgenin içine, tam arama tuşuna basacaktı ki, telefona cevap vermek zorunda kaldı.

annesiydi arayan, konuşmasına fırsat vermeden “annecim biraz sabır, arıyorum işte. bulur bulmaz…”

lafını bitiremedi.

annesi lafı ağzına tıkayıp sevinçle haykırdı, “gerek kalmadı yavrum, arama boşuna. sema teyzen cevapsız çağrıyı görmüş döndü bana… çok şükür yazlıkta değillermiş, bodrum’a gitmişler. ege’nin yelken yarışını izlemek için.”

“ege?”

“a-aaa ege’yi tanımıyor musun sen? ama tabi nerden tanıyacaksın, darılma ama koptun iyice bizlerden. ege semih’in oğlu. bir görsen öyle akıllı, öyle zeki bir çocuk ki. üstelik çok da yakışıklı, babası gibi. 14 yaşında.”

“öyle mi? demek semih’in bir de oğlu var…”

“kızım sesin gelmedi, ne dedin?” 

“hepsine selam söyle dedim annecim, büyük geçmiş olsun hepimize.”

sustu!

konuşamadı!

konuşmak da istemedi!

ne diyebilirdi ki?


***

kalktı yerinden.

dolabını açtı, ne kadar elbise, bluz, pantolon varsa doldurdu elindeki battal boy çöp torbalarına.

ne kadar battaniye varsa onları da çıkardı.

evdeki iki yorganın ikisini de çarşafla sarıp sarmaladı.

üç dört hamlede taşıdı onları arabaya.

bagaja sığdıramadıklarını da arka koltuğa yerleştirdi.

bakkala koşturdu, iki karton sigara ve olan ekmeklerin tamamını aldı.

onları da ön koltuğa yerleştirdi.

kontağı çevirip bastı gaza.

enkazlardan birini seçmesi gerekiyordu!

herkesin varını yoğunu birkaç saniyede yok edeni seçti, diğer enkazın altında kendisi vardı zaten…

yalova’ya gitmekti niyeti, oradaki enkaza doğru kırdı direksiyonu.

o da ne?

hiç bir feribotta yer yoktu.

feribotlardan kan revan içinde kalmış yaralılar iniyor, boşalan yerleri ilk yardım malzemeleri ve ekmek yüklü kamyonlar dolduruyordu.

karayolunu denedi…

“mutlaka ihtiyaç vardır, mutlaka yapabileceğim bir şey vardır” diyordu gaza basarken, o engellemeye çalıştıkça inadına daha çok yaş dökülüyordu gözünden.

trafikteki araç sayısı giderek artmaya başladı.

kafasındaki enkaz yığınından kurtulmaktı tek isteği.

dağ yollarına kırdı bu kez direksiyonu; “sesimi duyan var mı?” diye bağırdı karşıki dağlara…