Erenköylü bir ailenin kızı olarak İstanbul’da doğdu. Avusturya Lisesi’ni bitirdikten sonra çevirmen olarak çalışmaya başladı. "Bütün Dünya" ve "Elele" dergileriyle çeşitli firmalarda sözlü ve yazılı tercümanlık yaptı. Emekli olduktan sonra öykülerine daha fazla zaman ayırabildi. "Mavi Öyküler", "Her Zamanlı Kadınlar" ve "Gölgem Gölgelere Karıştı" adında üç öykü kitabı; ayrıca "Mavi Bebek Masalları" adında bir çocuk kitabı vardır. Kızı ve torunuyla birlikte hâlâ Erenköy’de oturuyor.

Kapı çaldı. Elimdeki kitabı sehpaya bırakıp gidip açtım. Karşımda genç bir kadın duruyordu. Bana gülümsedi. 

“Üst kat komşunuzum,” dedi. “Yeni taşındım, burada oturanlarla tanışmak istiyorum. Sizden başladım. Girebilir miyim? Merhaba ben İrem.”

“Buyurun!” dedim, biraz afallayarak. Hemen içeri giriverdi. Bu alışılmadık tutuma ve bu beklenmedik konuğa hiçbir anlam veremedim ilk bakışta. “Günümüzde komşuluk yok, aynı apartmanda bile otursak kimse kimseyi tanımak zorunda değil, sadece selamlaşmak yeterli olacaktır,” diyemedim.

Salona geçip baş köşeye oturdu. Bu rahat davranışını gören biri yıllardır tanıştığımızı sanabilirdi. Üstünde naylon benzeri bir kumaştan, askılı, sarı bir elbise vardı. Kumaş tül gibi ince olduğundan donu ve sutyeni olduğu gibi ortadaydı. Ancak o bunun ya farkında değildi ya da iç çamaşırlarının görünmesinden gocunmuyordu. Hemen hemen kızım olacak yaştaydı. Sıradan bir yüzü, tombulca bir bedeni vardı. Sadece gözleri dikkatimi çekmişti o gün. İçinde mum yanıyor gibi pırıl pırıl parlayan gözleri hâlâ hatırımda.

Koltuğa rahatça yerleşip anlatmaya başladı. “Biz on yedi yıldır İngiltere’de yaşıyorduk. Kocam işi gereği kızları alıp buraya döndü. İki kızım var benim. Büyük on dört yaşında, küçük altı. İkisini de İngiltere’de doğurdum. Sonra biz boşandık, kocam kızları alıp gidince orada kalamadım. Dönüp geldim işte. Sizin üst kata taşındım. Ah pardon bunu söylemiştim. Ben tek tek komşularımı dolaşıp hepsini tanımak istiyorum. Bunu da söylemiştim sanırım.”

“Çok iyi düşünmüşsünüz,” dedim. Bu durumda başka ne denir bilemedim.

“İngiltere’de hiç komşuluk yoktur. Özledim vallahi yeni dostlar edinmeyi. Ay bir dakika aklıma bir şey geldi. Lütfen kapı açık kalsın, ben bir koşu yukarı çıkıp yine geleceğim. Tamam mı?”

“Tamam, haydi gidin gelin bakalım.”

Belki de telefonunu evinde unuttu. Çocuklarının resimlerini getirecek de olabilir ya da aklına bambaşka bir şey gelmiştir bu delişmen kadının diye aklımdan geçiriyordum ki kapıda belirdi ve yine eski yerine yerleşti. Kurulu bebekler gibi başladı anlatmaya. Noktasız, duraksız, soluksuz konuşuyordu, adeta konuşma hasreti çeker gibi.

“Kocam hazır yemek işine girdi. Çok iyi kazanıyor. Çocuklarımla birlikte Levent tarafında bir villada yaşıyor, onların havuzu bile varmış, kızlar söyledi. Kocam kızları arada bir bana getiriyor, ama çok işi var onun. Pek sık getirmiyor, sonra da hemen gelip alıyor, daha ben onlara doyamadan. Zaten kızlar gelince ben çok ağlıyorum. Gideceklerini bildiğimden içim dayanmıyor. Gitmeseler, hep benimle kalsalar ne olur sanki… Ama kocam bırakmıyor. Ben de hep ağlıyorum. Ay bir dakika aklıma bir şey geldi. Sakın kapıyı kapatmayın, hızla gider gelirim.”

Artık alışkanlık olmuştu bu gidip gelmeler. Hiç sesim çıkmadı. O da hemen geri geldi zaten. İlk gidişinde de şüphelenmiştim ancak kondurmak zor gelmişti. Bu ikinci gidişinde ise iyice emin oldum. Alkol kokusu bayrak gibi aramızda dalgalanıyordu. Kadın her yukarı çıkışta alelacele kafayı çekiyordu çaktırmadan. Sadece ben değil, kim olsa anlardı. Ama İrem Hanım fark ettiğimin ayırdına varacak durumda değildi. Yine aynı koltuğa oturup kaldığı yerden devam etti, bu defa biraz dili dolanaraktan.

“Ban Erenköy’de doğdum. Buraları pek severim. Eski arkadaşlarımı aradım. Hiçbirini bulamadım. Eski sokakları bile bulamadım. Günlerce aradım da bulamadım.”

Birden sehpanın üzerindeki kitabı fark etti.

“Ay ne hoş, demek Oscar Wilde okuyorsunuz. Çok severim. De Profundis bende de var.”

“Siz İngilizce aslından okudunuz sanırım, ne mutlu size.”

“Evet elbette, ben okumayı çok severim.”

“O zaman size benim yazdığım öykülerden hediye edeyim,” diyerek son çıkan kitabımı imzalayıp verdim. Birden heyecanlandı. Ayağa kalktı, kitabı elimden çekip alırken yalpaladı. Bir an düşecek sandım. 

“İyi ki sizi tanıdım, demek yazarsınız…” diye gülümsedi gevşek gevşek. 

O sırada kitap yere düştü. Eğilip aldım ve ayıp olacağını bile bile, “Güle güle İrem Hanım,” diyerek kitabı koltuğunun altına sıkıştırıp, “Ben sizi kapıya kadar geçireyim,” dedim. Sonra arkasından baktım. Merdivenden düşebilirdi, ama düşmedi, hafifçe sallanarak evinin kapısına ulaştı ve anahtarla kapıyı açıp içeri girmeyi başardı.

İki ay kadar sonra sokakta karşılaştık. “Çok sevdim öykülerinizi,” dedi. “Hele ‘Unutulan Figüran’a bayıldım.”

Nefesi alkol kokmuyordu o sabah. Şimdi içimin ta derininde bir acı duyuyorum da İrem Hanım geliyor aklıma. Zorlansam da yazmalıyım daha sonra olanları. Ne o bilirdi ne de ben günün birinde öykülerimin arasında anılacağını.

İstanbul’un Erenköy’den oldukça uzak başka bir semtinde Uğur Bey ve Melek Hanım karşılıklı oturmuş saat on bir kahvelerini içmekteydiler. Güneş havuzun sularında parıldıyor, kızlar yorulmak bilmeksizin bir dalıp bir çıkarak havuza atlarken neşeli çığlıkları bahçede yankılanıyordu. Bu mutlu anı fırsat bilen Melek Hanım yine bastırmaya başladı.

“Ama aşkım, söz vermiştin hani baş başa balayı, nerede kaldı? Unutuldu mu yoksa… Bak vallahi unutturmam. Balayından vaz geçsem bile, en azından bal haftası isterim.

“Tamam,” dedi Uğur Bey, “Ben o işi çoktan hallettim. Kuşum benim, ayıp ettin şimdi, ben verdiği sözden dönecek adam mıyım?

“Ay inanmıyorum!”

“İnan inan, sana sürpriz yapacaktım. Daha dün İrem’le konuştum. Kızları bir haftalığına ona bırakacağım, sonra ver elini bal haftası. Antalya’da beş yıldızlı bir otel seçtim. Tam sana göre.”

Bu açıklamadan sonra Melek Hanım, Uğur Bey’in üstüne atladı ve onu şapır şupur öpmeye başladı, artık neresi rast gelirse… Melek Hanım’ın ciyaklamalarını ve çılgın kahkahalarını duyan kızlar havuzdan çıkıp koşa koşa geldiler ve merakla sordular.

“Ne oldu ne var?” 

“Canlarım,” dedi Uğur Bey, “Hani biz geçende evlendik ya… Melek ablanıza bir söz vermiştim. Baş başa seyahate çıkacağız. Dün annenizle konuştum sizi ona bırakacağım. Tam bir hafta.

“Yaşasın!” dedi kızlar aynı anda ve avuçlarını çaktılar. Küçük kız, “Haydi hemen gidelim,” diye koşmaya başladı, ama babası onu durdurdu.

“Yok öyle acele. Yarına kadar bekleyeceksiniz.” Sonra dönüp karısına göz kırptı. “Melek, hadi sen Defne’yi al, birlikte gidip bavul hazırlayın. Biz Yaprak’la sonra geliriz.”

Melek Hanım kendisinden bekleneni hemen anladı. 

Zaten sabırsız küçük kız, onu çeke çeke götürmeye başlamıştı bile. “Koş Melek Abla koş, beni hazırla. Bir hafta annemle, ne harika değil mi?” diye bağırıyordu.

Uğur Bey büyük kızıyla baş başa kalınca yüzüne bambaşka bir anlam gelip oturdu. Oldukça üzgün, canı sıkkın, çaresiz kalmış ve tedirgindi şimdi. Yaprak az çok biliyordu babasının düşüncelerini. Bu konu onu da rahatsız ediyordu ve korku içindeydi her zaman. Annesinden uzak durması gerektiğini daha küçük bir çocukken öğrenmişti, elbette acı deneyimler sonucunda. Babası, annesiyle en fazla bir saat geçirmelerine izin verirdi. Bu bir hafta olağan dışı bir durumdu ama Yaprak bu durumu anlıyor ve babasına hak veriyordu. Öte yandan belki diyordu, belki bu defa cennetin kapıları açılır da anne kokusu dolar ciğerlerimize. Başını babasının omzuna yaslayıp bekledi Yaprak.

Uğur Bey kızının saçlarını okşarken, “Bak Canım,” dedi. “Kardeşin sana emanet. Biliyorsun ben sizi İrem’e bırakmayı hiç istemedim bugüne kadar. Ama bu defa Melek çok baskı yapıyor, sadece onun gönlü olsun diye annenizi aradım. Elbette çok sevindi, çığlıklar attı ‘Yaşasın!’ diye, aynı sizin gibi. Bana söz verdi ‘Yeter ki çocuklarım gelsin, vallahi ağzıma tek bir damla bile içki koymam’ dedi. Ama sen de bilirsin, onun sözüne hiç güven olmaz. Bu konuda verdiği sözlerin hangisini tuttu? Ona değil sana güveniyorum bir tanem. Seni küçükken koruyamadım, bari kardeşin anlamasın annenizin durumunu. Bir yudum bile içerse hemen beni ara. Balayı malayı tanımam hemen atlar gelirim.”

“Tamam anladım babacık. Merak etme. Binde bir tatil yapacaksın yeni karınla, sal gitsin. Annemle yaşadıklarını en iyi ben bilirim. O klinikler, çığlıklar, ağlamalar, kavgalar, havada uçan kitaplar, bardaklar. Yerde cam kırıkları. Canına okundu yıllarca. Sen çoktan hak ettin tatili babacık.”

“Evet, ama aklım hep sizde olacak.”

“Olmasın babacık. Bak ben büyüdüm. Onu korurum. Her gün konuşuruz.”

Ertesi sabah kızlar ellerinde çantaları, mutlu kelebekler gibi bir odadan ötekine uçuşuyorlardı. Melek Hanım çoktan girmişti balayı havasına. Süslenmiş, makyajını özenle tamamlamış, yeni kıyafetlerini tıka basa bavuluna doldurmuştu. 

Bavullar, çantalar şoföre verildi ve hep birlikte çıktılar evden. Önce kızlar İrem Hanım’a bırakılacak, sonra yeni evli çift hava alanına götürülecekti.

Tanrı yukarıdan bakıp gülermiş insanların yaptığı planlara. Sanırım bu defa gülememiş, Tanrının bile gözleri dolmuştur.

İki kardeş annelerinin evine geldiklerinde kapıyı açan olmadı. Yaprak kendi anahtarıyla açtı kapıyı. İrem Hanım kanepede uyuya kalmış, sızmış ya da ölmüş olabilirdi. Hiç kıpırdamıyordu. Kızlar üstüne atılıp öpmeye, ‘Anneciğim, anneciğim’ diye seslenmeye başladılar, sarstılar, çekiştirdiler, yanaklarına pıt pıt vurdular ancak İrem Hanım gözlerini açmadı. Çoktan başka bir âleme göçmüş, buz gibi olmuştu. Yaprak, yaşına göre çok şey görmüş olan Yaprak, kanepenin etrafındaki içki şişelerini ve içi boşaltılmış antidepresan kutularını fark edince, ‘Anne ne olur gitme kal bizimle!’ diye feryat etmeye başladı. Kendini kaybetmiş dövünüyorken Defne sakin bir kararlılıkla susturdu ablasını.

“Ağlama, bağırıp durma boş yere, annemiz bir yere gitmiyor ki, o sadece kış uykusuna yatmış. Bak nasıl uyuyor derin derin.”

Yaprak birden dönüp Defne’ye baktı, hayretler içinde sordu: “Kış Uykusu mu?”

“Evet, görmüyor musun, bak ne çok su içmiş, vitamin hapları yutmuş. Dün öğretmenimiz anlattı. İlk insanlar hep kış uykusuna yatarmış. Yemek bulamadıklarından kışı uyuyarak geçirmek için. Bir sürü hayvan hâlâ kış uykusuna yatıyor. Bunlardan en kocamanı ayı, en miniği uğur böceği. Arada başka hayvanlar da var ama ben unuttum şimdi.”

“Annemiz yemek bulamamış…”

“Hayır elbette, sen de çok salaksın be Yaprak! Annemiz kışı hiç sevmez, hep yaz olsun ister, bilmiyor musun, işte onun için. Yaz gelince yine uyanacak, üzülme.”

Yaprak, elinde annesinin soğuk eli kanepenin önüne çöküp kalmış, küçük kardeşini dikkatle dinliyordu. Sonunda “Yaz gelince yine annemiz olacak, öyle mi?” diyebildi. Defne bilgiç bilgiç salladı kafasını. Ablası onu çekip kucağına oturttu, sımsıkı sarıldı ona. Artık ağlamıyordu, sadece iki kardeş sallanıyorlardı öne geriye. Bu durumda ne kadar kaldılar bilinmez ancak Yaprak birden fırladı yerinden, çantasını halıya boşaltıp telefonu buldu.

“Baba baba bilemezsin burada neler olduğunu… Annem kış uykusuna yatmış. Defne öyle diyor.”

Telefonun öbür uçunda Uğur Bey şoföre o anda “Dur!” dedi, sonra kızına seslendi. “Sen çıldırdın mı Yaprak ne uykusu ne kışı kızım?”

“Baba anlasana, hemen gelin, acil bir durum var burada. Annem çok su içmiş, şişeleri yerde, ayrıca çok vitamin yutmuş, yaz gelene kadar uyumak istemiş. Defne diyor ki bu kış uykusu, şimdi anladın mı?”

“Anladım kızım hemen geliyoruz.”

Melek Hanım bütün bu konuşmadan pek bir şey anlamamıştı, ancak bildiği tek bir şey vardı.

“Gene sıçıldı bizim balayına!” diyerek boynundaki kolyeyi çekiştirdi.