02.09.1958 Pertek doğumluyum. Şu anda, İzmir Urla’da yaşamaktayım. Evliyim, bir kızım var. Uludağ Üniversitesi İktisadi İdari Bilimler Fakültesi mezunuyum. 25 yıl Serbest Muhasebeci Mali Müşavirlik yaptım.
Emekliyim. 2 yıldır Yaratıcı Yazarlık Atölyesine devam ediyorum.
Öykü yazmayı, kitap okumayı, yürüyüşü, yemek yapmayı, yüzmeyi seviyorum. Çevre, kadın ve doğayla ilgili sivil toplum kuruluşlarına destek veriyorum.

İlkokul son sınıfta babamın hediye ettiği hatıra defterimi arayıp, buldum. Sararmış yapraklarını açtım. Sayfanın sol kenarından yukarıya doğru uzanan sarmaşık dallarının üstünde yeşil yapraklar çiçekle buluşmuştu. İlk yazıyı kendisine yazdırmışım. O zamanlar sözcüklerin edebi değerinin güzelliğinin farkına varamamıştım. Defterin kapağına bisiklet selesinin içinde kitap, defter, dolmakalem resmi çizilmişti. Hayalimin ipuçları sanki burada gizliydi. En çok sevdiklerimden başlayarak yaprakları teker teker çeviriyorum. “Sepet sepet yumurta, sakın beni unutma!” yazanın ismini hafızamı zorlasam da tamamen unuttuğuma üzülüyorum. Kelimeler ne kadar çocuksu ve masum… Hatırladıklarım da var. Onlarla geçmişe gidiyorum.

1960’lı yılların sonu… Sokaklarda seksek, yakan top, çelik çomak oynardık. Birlikte güler, birlikte üzülürdük. Mutluluk, üstüne salça sürülmüş ekmeği yiyerek bir an önce arkadaşlarımın yanına geri dönmekti. Bayram harçlıklarımı biriktirip, Demiryolu Caddesi’ndeki kitapçının yolunu tutmaktı. Kalan paramı da Hayat Ansiklopedisi’nin her ay çıkan fasiküllerine ayırmaktı. Evimizin gündüz kurallarını annem, akşamkileri babam koymuştu. Okuldan geldikten sonra benim dışımda herkes öğlen uykusuna yatar, parmak uçlarıma basarak sokağa kaçardım. Bir süre sonra annem bu durumu anlayınca kapının üstünde anahtar bırakmamaya başladı. Sıkıntıdan patlamamak için kitaplar arkadaşım olmuştu. “İnsan yedisinde neyse yetmişinde de odur” derler ya, hâlâ gün ışıyınca uyuyamam. Zaman elimden kaçıyor gibi gelir. 

Akşamsa babamın kuralları devreye girerdi. Üç çocuğunun da o günkü ödevlerini kontrol eder, sevgisini göstermekten hiç kaçınmazdı. Cumartesi gecesi ertesi gün tatil olduğundan serbest zaman hakkımızdı. Radyodan “Zeki Müren’le Baş Başa” programını dinlerdik. “Gözünüz yolda, kulağınız bende olsun sevgili şoför kardeşlerim” cümlesiyle açılış yapar, Ümit Yaşar Oğuzcan’dan şiirler, kısa hikâyeler, dinleyici mektupları okur, şarkılar seslendirirdi. Henüz tiyatronun olmadığı şehirde, Radyo Tiyatrosu’nu dinlemek için radyonun karşısına seyirci gibi otururduk. Yatağa mutlu girer, rüyalarıma  mısralar, notalar eşlik ederdi.    

Ortaokula başladığım yıllardı. Türkçe öğretmenim kompozisyon ödevlerimi başarılı buluyordu. Kısa şiirler yazıyor, günlük tutuyordum. Yazmayı sevdiğimi fark etmiştim. Okumak da tutkum olmaya başlamıştı. Evimize her gün alınan Cumhuriyet gazetesinde tefrika edilen Yaşar Kemal’in romanıyla ilk orada tanıştım. Dünyanın büyüsünü, yazdıklarıyla odama taşıyordu. Bir sonraki gün yayınlanacak satırları hayal ediyor, görmediğim coğrafyalarda dolaşıyordum. Coşan bir nehir gibi bendimi yıkmak üzereydim. Okuduğum her şeyi sorguluyor, sorularıma cevaplar arıyordum. 

1973 yılı. Yaş on altı! Delişmen bir dönem! Başımda körfez rüzgârları esiyordu. Arabamız yok ama hafta sonları komşularla birlikte Değirmendere’de, Karamürsel’de denize girmek için vapura yetişmeye çalışıyorduk. Önde çocuklar, arkada anne babalar akşamdan hazırlanmış piknik sepetiyle yürürdük. İskeleye yanaşırken güverteden denize atlayan delikanlıları hayranlıkla izleyip, alkışlıyorduk. Sahiller halka açık, ücretsizdi. Ağaç altlarına tahta masalara sofralar kurulurdu. Anne köftelerini, yarım ekmek arasına domates biber koyarak ayranla birlikte yerdik. Bütün gün yüzmekten yorgun düşünce, eve dönmek için 18.45 vapuruna yetişme telaşı başlardı. Vapur güvertesinde başımı annemin omzuna koyar, eve dönünceye kadar şekerleme yapardım. 

Kitapların yanı sıra,  Hey müzik, Milliyet Sanat dergilerini takip etmeye başlamıştım. Dünyada ne kadar çok yazar olduğuna şaşırıyor, saatler yetmiyor okumaya doyamıyordum. Satırlar arasında dolaşırken hayatın kendi yaşadığımdan ibaret olmadığını keşfediyordum. Savaşlardan aşka insan hayatı karışık yün çilesi gibi, çözmek istedikçe birbirinin içine daha çok sarılan bir yumaktı.

Cevaplarını bilmediğim sorularla uykusuz geceler geçiriyordum. Ben de yazabilir miydim? Okuduğum her kitapla daha çok hayal kuruyor sonra vazgeçiyordum. Lise son sınıfta okul çıkışı ayaklarım beni İzmit’in yerel gazetesinin binasına doğru götürdü. Nereden başlamam gerektiğini hiç bilmiyordum. Ürkek, tedirgin merdivenleri çıktım. “Mesul Müdür” yazan kapıyı çaldım. İçeri girdiğimde daktilosunun tuşlarına hızlı hızlı basan Cevat Ağabey’i gördüm. Şişman, yuvarlak yüzünün kılcal damarları dışa vurmuştu. Masanın üstünde izmaritlerle dolu kül tablası duruyordu. Dudağının kenarında her an düşecekmiş izlenimi veren sigaranın dumanından öksürmeye başladım. Kalın camlı gözlüğünün iyice küçülttüğü gözleriyle başını kaldırıp, bana bakmaya başladı. Ellerim buz kesmiş, dilim kurumuştu.                                                                              

“Buyurun, küçük hanım ne istemiştiniz?” 

“Yazmak istiyorum.”

“Siz mi?”

“Evet.”

“Kaç yaşındasınız?”

“On yedime yeni girdim.”

“Ne yazacaksın?”

“Mesela körfezi kirleten fabrikaları, Demiryolu Caddesi’nin halini, faytoncuları, pişmaniyenin yapılışını, okuduğum kitapları…”

“İyice düşündün mü?” 

“Evet, bunu çok istiyorum.” 

“Gazetemizin ilk kadın yazarı olacaksınız. Genç kalemle tanışmak ilginç olabilir. Beğenirsek her hafta bir yazınızı yayınlarız.”    

     Teşekkür edip, odadan çıktım. O, çoktan daktilosuna geri dönmüştü.  Gazetenin basıldığı matbaanın önünde oturan, elleri yüzleri siyaha bulanmış işçiler, meraklı gözlerle bana bakıyordu. Üç basamakla bodruma inilen dizginin yapıldığı yeri görmek için başımı cama dayadım. İçeride usta, elle tek tek kurşun harfleri diziyordu. Entertip baskı dönemiydi. 

Müjdeyi vermek üzere eve döndüm. Babam gazetesi elinde gözlüklerinin üstünden bana bakarak gülümsedi. Hemen cezveyi ocağa koydum. Kahvesini yapıp fincanı sehpasına bıraktım. Heyecanla, hiç duraksamadan “Türk Yolu Bizim Şehir” gazetesinde yaşadıklarımı anlattım. “Kızım yazmak benim de en büyük hayalimdi. Ancak büyükbaban köyün ağasıydı. Üç kız kardeşim vardı. Topraklarımıza sahip çıkmam gerekiyordu. Okulumu yarım bırakıp çiftliğe döndüğümde babamın benden beklentisinin ırgatları kontrol ederek, onları çalıştırmak olduğunu anladım. Elim kalem yerine mavzer tutuyor, belimde silahla geziyordum. Okuduğum köy romanlarının kahramanı kendim olmuştum. Kısa süre sonra bu işi yapamayacağımı, memurluk sınavını kazanıp şehre gideceğimi söylediğimde babam allak bullak olmuştu. O günün koşullarında başkaldırmamı, elime tahta valizimi alarak oradan ayrılışımı hayatı boyunca affetmedi. Evlilik, sen ve kardeşlerinin doğumu derken yazmak uzak bir hayal olarak saklambaç oynadı yüreğimde. Yazmak isteğin beni sevindirse de; bizde kalem işi tehlikelidir. Bak, gazeteci-yazar Uğur Mumcu cezaevinden yeni tahliye oldu, Çetin Altan halen içeride, hakkında üç yüzden fazla dava açıldı. Çok gençsin, dosttan çok düşmanın olur” dedi. 

       Babamın sözlerini dikkatlice dinleyip aklımın bir köşesine kaydettim. Ancak akacak kan damarda durmuyordu. Kâğıt kalemi elime alıp, yazımın başlığını attım: “Babamın Hatıra Defteri.” Tamamı bitmemiş bu hikâyeyi siz okurken hayallerinizi ertelemeyin, ben yazarak mutlu olmayı seçtim.