Bir fındık kabuğu içinde bile kâinatın

 kralı sayabilirim kendimi…

Gördüğüm kötü rüyalar olmasa

HAMLET

 

Annemi hoyratça incitiyorum. Bedavadan, keyfine yapar gibi… Pişmanlık hissedip hissetmediğimden bile emin olamıyorum. İçimde “Böyle yaparak belki de ona iyilik ediyorsundur” diyen, sesli söylense kulağa zalimce gelebilecek bir his var. Onun masumiyetine inanmadığım, her tartışmada midesine girmek üzere olan ağrılarla tehdit edilmeyi çoktan kanıksadığım veya basitçe ben annemi bir türlü içtenlikle kabul etmeyi başaramadığım için mi?

Dün akşam eve hamamböceği girdi. Başka hiçbir hayvanı bu denli tiksinti ve korkuyla karşılamıyorum… O sırada tüylü bir yaratık olsam tüm tüylerim gerginlikten havaya dikilirdi. Tam anlamıyla zihinsel feveran halindeydim. İçim saniyeler içinde zehirle dolmuş gibiydi. Hayvan buzdolabının altına kaçınca annemi aradım. Annem bana yapabileceği tek şeyi, buzdolabının etrafını ilaçlamayı önerdi. “Apartman eski ya, bu yüzden” dedi “eski apartmanlarda hamam böceği olur.” Annemin bu savını yalanlayacak tecrübeler yaşamıştık. Apartmanın eski olduğunu hatırlatması meseleyi daha katlanılır falan kılmıyordu. Bu evi ve apartmanı sevmeyişini vurgulamak için annemin eline geçen fırsatı bir kez daha kaçırmayışından başka bir anlamı yoktu!

“Apartman eski de bu yüzden… Yeni olsa, mesela dört yıl evvel baban benim sözümü dinleyip de şu yeni sitelerden birisine taşınmış olsak, sen kızım, bugün eve girdiğinde bir hamamböceği ile karşılaşmaz, ben de kendi sözümü dinletmiş olmanın huzuruyla yine yılın çoğunu yazlıkta geçirir, seni de hani şu birçoğunu sevmediğin ve ‘Bu ne işe yarıyor ki’ diye yüzüme salladığında varlığını anımsayıp ‘Hayır, ben onu kullanıyorum!’ ya da ‘Ben onu seviyorum’ dışında hiçbir argüman sunmaksızın savunduğum eşyalar yığınıyla; şu altı yaşından beri tozunu aldığın aynı vitrinle ve muhtemelen en son taşınırken el sürülen kristallerle, üç insanın ihtiyacını, üç ömür boyu günde üç saat bilfiil kullanarak ancak eskitebileceği sayıda plastik kapla, kırılırsa diye hiç açılmamış yenilerinin hemen üst rafta istiflendiği ve tutumluluk ilkelerinin sadık birer uygulayıcısı olan bizlerin, tüm günü aynı bardaktan su içerek geçirdiğimiz, kırıp dökme sanatına dair mevcut çekingenliğimiz müsaade etmediğinden raflardan ihtiyatla aldığımız ve Dünya’da su kalmadığında bile orada olacak olan sayısız su bardağıyla, sürekli öndekileri kullandığımız için dolap arkasında daha nelerin nelerin yığıldığını bilmediğimiz tabak çanakla, sanki köşe dekorasyonu için almışız gibi rulolar halinde duvara dizili halılar ve sanki üzerine bir şey koyalım diye değil de aman havadaki toz yere düşmesin diye edindiğimiz sehpa takımları, gelmeyen misafirleri yatırdığımız yer yatakları, sırf altına yorgan koymak için tuttuğumuz kanepe ve çekmeceleri düzenlenmesi imkânsız hale getiren çatal-kaşık takımlarıyla, yemek yapmayı sevmesem bile iki tür düdüklüsüne varana  kadar boy boy aldığım tencerelerle, tepene yıkılan kilerle ve kilere dönen küçük bir tuvaletle yaşamaya mecbur bırakırdım. Ama olur da eve böcek girerse -apartman eski ya malum- bir zahmet buzdolabının kenarına sıkıştırdığımız servis tepsisini, düğün evi sinisini ve yer sofrasını şöyle bir çıkartıp oralara abinin getirdiği ilaçtan sıkabilirsin.”

ɸ

       Annem ne diyorsa onu yaptım. Buzdolabının etrafını boşaltıp oralara ilaç sıktım. Sonra başka bir yerde bir böcek daha görüp, yüksek sesle çığlığı basmamın hemen ardından, böceğin ilk gördüğümün aynısı olmasını umarak, Allaha yüksek sesle bana dirayet nasip etmesi için yalvardım ve fırça faraş takımını alarak hayvanla onun bacağını yitirmesine sebep olan bir kovalamacaya giriştik. Niyetim onu pencereden atmaktı ama -tiksinsem de böcek öldüremem ve öldürsem daha da tiksinirim muhtemelen- böceğin komşuların kafasına düşmesinden çekindim. Hayvana durmasını ve onu öldürmeyeceğimi ne kadar söz ile ikrar etmiş olsam da böcek panikle faraştan kaçmaya çalıştı. Sonunda onu boş bir plastik torbaya koyup, ağzını bağladım. Hayvan poşet içinde pıtır pıtır döndükçe çıkan seslerden irkilip ürpermeler halinde evi bir güzel pakladım. Ardından çöpe indim ve poşetin ağzını açarak hayvanı çöpe attım. Umarım dışarı çıkmayı başarmıştır.

Eve dönünce annemi tekrar aradım. “Uyuyor muydun?” dedim “Uyumaya hazırlanmak üzereydim” dedi, “İyi” dedim ve akıttım zehri.

Evi yığdığı tüm eşyalarla yıllar yılı bizim için -babamı da kattım, çoğunluk güçtür sonuçta- nasıl da cehenneme çevirdiğini, her gün, hiçbir aidiyet hissetmediğim eşyalara hizmet etmekten, mutfağın tepeme yıkılmasından ve onun gidip başka bir ev alıp orayı da çuval gibi doldurmaya devam etmesinden usandığımı söyledim. Bir ara aynı anda konuştuk. Ayrı ayrı konuşsak dinliyor muyuz ki zaten… Sonra “Orada yaşamak zorundasın. Şimdi de buna mı taktın?” dedi. Ben de şu karşı tarafta hiçbir işe yaramayan, o beylik uyanış çağrısı lafları ettim. Ağzımdan böyle şeyler dökülünce Allahım, ne çirkin oluyorum!

Sonra “Mideme ağrılar girmeye başlıyor” dedi “gece gece.”

Ona da laf ettim, hep tehdit hep tehdit…

Sonra suratlarımıza kapattık.

ɸ

Gece ışıklar açık uyudum. Bu sabah uyuşuk uyuşuk salonda uzanırken bu evde atmak istediğim her şeyi üst üste koysam ne kadar yer kaplardı diye düşündüm. Annemin bana tülden elbiselerle ve ardında parlayan ilahi bir ışıkla havada süzülerek gelip  “Kızım, bu ev ne kadar da dolu. Lütfen bana yardım et. Hangilerini atacağımıza birlikte karar verelim” dediğini gördüm. Sonra anne-kız terapisine gittiğimizi hayal ettim ve yukarıdaki sözleri annemden duymanın onun bana verebileceği en güzel hediye olacağını, seçtiğim en duygu yüklü sözcüklerle, terapist yerine koyduğum koltuğun koluna uzun uzun anlattım. Koltuk kolu beni hep ne güzel de onaylıyor, her defasında anneme dönüp bir güzel azarı basıyordu. Böylece miskin saatler uçup gittiler…

ɸ

       İnsanın kendini evinde hissetmesi sahiden mühim mi, bilmiyorum. Kendin olmanın önkoşullarından birisi mi mesela? Dünyayla bağını etkiliyordur tabii fakat dünya tam olarak neresi ki zaten… Aidiyet hissettiğim ve burası benim yuvam diyebildiğim en küçük birim neresi? Ev, beden, zihin, düşünce… yoksa eylemlerimin ta kendisi olabilir mi? Belki de yuvam yapmakta olduğum şeydir, her an kurmakta olduğum şey, o bir mekân belirtmese dahi, kendi içinde şöyle ya da böyle bir bütünlüğü olsa, yeter sanki, ha?