Sıradan bir gün. Ama benim için en güzel gün. Çünkü yaklaşık –yemek, çay, sigara, hela molalarını saymazsak- on saattir bel, boyun, sırt ağrılarıyla beraber oturduğum (yapıştığım demek daha uygun sanki) iki metreden biraz büyük odamdaki bordo berjer koltuğumdan iki saatliğine kalkıp, önümdeki kitabı yatağa fırlatıp, laptopu da sanki bir daha hiç karşılaşamayacakmışız gibi “Ne hali varsa görsün!” diyerek masada bırakıp kafamda tüm gün dolaşan satırları, sağlam bir terle birlikte yumruklarım sayesinde kum torbasına bırakmaya gidiyorum. O iki saati kralına değişmem. Manevi telif!

Balkonda inceden döktüren yağmura ufak bir dikiz vurup C vitaminiyle ardı ardına çekişlerle parlattığım sigaramı suyun altında söndürdükten sonra topukluyorum evden. Spor salonumun önünden geçecek otobüsün gelmesine on dakika varken durakta bitiyorum. Kulağımda her antrenman öncesi beni gazlayan Iron Maiden var. Bir ayağım tempo tutuyor. Ellilerinde bir kadın, çenesinde maske, telefonla konuşarak durağa gelip oturma yerine oturuyor. Bakışmıyoruz bile. Gözüm sürekli telefonun saatinde. Otobüs ha geldi, ha gelecek. Maskemi indirip biraz temiz hava almak için yüzümü durağın çaprazındaki çamlığa çeviriyorum. Akşamcılar zaten şöyle bir dokunup yere düşen damlalara aldırmadan nevalelerini yudumluyor. “Afiyet ola abiler!” diyorum içimden. Hafif tempo sallanarak arkamı döndüğümde zınk diye bir çocuk beliriveriyor karşımda. Göz açıp kapama süresi. Az önce yoktu. Tahminimce on üç-on dört yaşlarında. Ayakkabı fetişi olduğum için herkesi olduğu gibi onu da ayağından süzmeye başlıyorum dalgalandırmadan. Pabuçlar çakma değil. Gözlerim yukarı kayıyor hızla. Çukur dizisinin günümüz gençliğine en büyük mirası olan ‘Çukurstyle’dan bu genç de nasiplenmiş. Tam karşımda. Vücudu sabit. Sadece dudakları oynuyor belli belirsiz. Bir şeyler söylüyor. Kapüşonumdan kulaklıklarımı fark etmemiş. Kulaklıklarımı çıkarıp soruyorum: “Bir şey mi dedin?” “Abi, telefonunu kullanabilir miyim? Otobüs gelmedi. Babamı arayacağım da.”

Bin tane şimşek aynı anda beynime iniyor: “Kim bu?”, “Beni mi izliyordu? Ne zaman geldi buraya?”, “Artık okullarda telefon serbest. Bu çocukta niye yok?”, “Niye diğer kadına gitmedi de benim yanıma geldi?”, “İş çıkışı saati. Bu saatte otobüsler sık geçiyor. Neden otobüs beklesin ki?”

Bu sorular kafamdan saliselik bir hızda geçerken az önce beynimi patlatan şimşekler konuyu değiştirip bir kez daha şokluyor: “Babasını aratacak. O sırada benim numaram çıkacak. Adam numaramı kaydedecek. Bir gün telefon çalacak. ‘Sen geçen gece trafonun oradaki durakta oğluma sarkmışsın. Anlattı bana her şeyi. Polise gittim. Kamera görüntüleri var elimizde’ diyecek. Sonra şantaj yapacaklar. Para isteyecekler. Yoksa geçen yazdığım yazıyla mı ilgili? Hiç dışarı çıkmadığım için kıstıramadılar. Şimdi bu çocuk şifreli konuşarak yerimi söyledi onlara. Kim onlar? Hangi örgütten? Örgüt?”

“Maalesef,” lafı çıkıverdi ağzımdan. Çocuk ağlamak üzere. Duraktaki kadın, “Oğlum benim de şarjım yok. Olsa verirdim,” dedi. Çocuğun suratı iyice düştü. Korktuğu o kadar belli ki. “Markete sor istersen,” dedim, “sen nereye gideceksin?” “…’e abi.” “O otobüs geçiyor buradan. Kartın var mı?” “Var abi.” “Ne kadardır bekliyorsun?” Saatine baktı: “Bir saati geçti.” Sadece birkaç saniye düşündüm. Aslında bu bekleyiş, onun bana tam anlamıyla muhtaç olması, gücün bende olduğunu anlaması için geçen süreydi. “Tamam, arayalım ama ben konuşacağım babanla. Adı ne babanın?” Babasının adını söyledi. Onu arayacağım için biraz rahatladı. Söylediği numarayı çevirdim. Babasının yabancı numaraları açıp açmadığını sordum. Açıyormuş. Mesaj göndermeyi teklif ettiğim sırada onun beklediği otobüs geldi. “Bu gidiyor senin gitmek istediğin yere,” dedim. “Sağ ol abi,” diyerek bindi. Fakat şaşkınlıktan ben de aynı otobüse binmiş oldum. Çocuğa yakın bir yere oturdum. Önümdeki büyük camdan onu gözetliyordum. Allah’tan kapüşonum ve maskem vardı. Tanınmıyordum. Birkaç dakika sonra telefonum çaldı. Çevirdiğim numaranın son iki rakamını yazmıştım kafama. Babası arıyordu. Arkamı dönüp babasının aradığını söyledim. Telefonu aldı ve önce kendini tanıtıp bir saattir otobüs beklediğini, şimdi bindiğini söyledi. Kapatıp teşekkür ederek geri verdi telefonu bana. Ben ondan önce inecektim. Durağa geldiğimizde otobüsten hızla atlayıp ara sokağa dalarak tam gaz spor salonuna devam ettim. Farklı otobüse bindiğim için biraz yürümem gerekecekti. Arkama bakmadan koşar adım uzadım.

Çok paranoyakça değil mi bunlar? Belki evet. Bir çocuk acil bir durum için telefonumu istediğinden mevzuyu ‘örgüt’e kadar uzattım (hangi örgütse).

Sıkı bir idmanın ardından eve döndüm. Biraz rahatlamıştım. Olayı aileme anlattım. Belki çocuğun babası hasta ve giderken ilaç, yiyecek vs. bir şeyler götürmesi gerekiyordu? Ya da çok sert bir adam babası. Beş dakika gecikince çocuğu dövüyor. Kim bilir? Belki de bizim memlekete yeni taşındılar ve babası çocuğun kaybolmasından endişe duyuyor. Ya da o çocuk okul bittiğinde eve yardım etmek için mahallenin bakkalında çalışıyor? Geç kalırsa fena fırça yiyecek. Olamaz mı? Bu soruları ailemle birbirimize sorduk. Cevap bulamadık. Tarifi zor bir utanç hissettim. Sahi peki biz ne ara bir çocuktan bu kadar korkar hale geldik? Uykumuzda bile hissettiğimiz ‘genel’ korkudan bahsetmiyorum. Bir çocuktan! Hiç tanımadığımız küçücük bir çocuk bizden küçücük bir şey istediğinde ne zaman onu potansiyel bir terörist, dolandırıcı, hırsız, eli sopalı adamlara hizmet eden bir maşa olarak görmeye başladık? O küçücük çocuktan ne ara bir ‘korku’ ‘yarattık?’ “Çocuk demek umut demek!” değil miydi? Ne oldu o umuda?

Ben söyleyeyim ne olduğunu: O ‘umutlar’ şu anda bu satırlar yazılırken zula bir sokağın köşesinde ‘torba’ tutarken ‘duman’la havaya savruluyor. O ‘umuda’ bir imam, dedesi yaşındaki adamla ‘üfürerek’ nikâh kıyıyor. O ‘umut’ yüzüne boyalar sürülüp, ayağına topuklular geçirilip sokağa salınıveriyor. O ‘umut’ merdiven altında duvarından soluk bile girmeyen bir tekstil atölyesinde kıçına pandik, enseye tokat yiye yiye evine bulgur parası götürmek için yırtınıyor. Ya da tek göz odada iki saat içinde yüz kişinin öldüğü televizyon dizilerini izleyip beline takacağı ‘emanetle’ koyacağı postanın hayalini kuruyor. Belki de kaldığı yurtta, kucağına oturduğu ‘hocasının’ kendine anlattığı ‘masalları’ dinliyordur. Olamaz mı?

Daha çoğaltılabilecek örnek kapasitesine sahip bu çocuklar ‘şanslı’ olanlar. ‘Şanssızları’ şu anda kafalarında biber gazı izi, tüm vücudunda köhne bir apartman girişinde ‘devlet’ten yediği marizin bıraktığı morluklar, soğuk bir kış günü ‘kaçağa giderken’ üzerlerine ‘devlet’in uçaklarından yağdırılan bombalarla ayak parmaklarına kadar parçalanmış halde girdikleri mezardan bize bakıyorlar. Ve onlardan korktuğumuz için bizim adımıza utanıyorlar…