Sosi Antikacıoğlu, gazeteci-yazar bir babanın ve piyanist bir annenin kızı olarak İstanbul’da doğdu. Ermeni ilkokulundan sonra ortaokulu ve liseyi Amerikan Kız Koleji’nde (şimdiki Robert Lisesi) okudu. 1970’te Robert Kolej Yüksekokulu (şimdiki Boğaziçi Üniversitesi) Mukayeseli Edebiyat bölümünden mezun oldu. Doktorasını Boğaziçi Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı bölümünde tamamladı. Boğaziçi Üniversitesi’nde otuz yedi yıl boyunca öğretim üyeliği yaptı, Batı Dilleri ve Edebiyatı bölümünde dersler verdi. Araştırmalarını 2010 yılına kadar Batı Edebiyatı alanında yaptı ve İngilizce olarak yayımladı; şiir ile ilgili yazdığı kitap derslerde okutuldu. Daha sonra Ermeni edebiyatına yöneldi ve yazı dili olarak Türkçeyi kullandı. “Geçmişimden Sesler ve Renkler” adı altında yazdığı yüz elli yıllık aile hikâyesi okurlarla 2018’de buluştu, baskısı tekrar yapıldı. 2021’de “Ben O Çiçek Açmış Erik Ağacıyım” ismiyle Zahrad şiirlerinin çevirileri, 2022’de “Zabel Yesayan: Yaşamı ve Eserleri” adı altında kapsamlı bir Yesayan monografisi yayımlandı. Şimdilerde üniversiteden emekli, araştırmacı-yazar olarak makaleler kaleme almakta ve kitap projeleri üzerine çalışmaktadır.

Hava çok sıcak! İnsanlara dikkatli olmaları, ileri yaştakilerin sokağa çıkmamaları tembih ediliyor. İklim değişikliğine uğradığımız kesin! Çocukluğumun, gençliğimin yazlarını geçirdiğim Büyükada’da gündüz sıcak olurdu ama akşamüzeri muhakkak bir esinti çıkardı, geceleri ise serindi. Eve kapanmış, eski albümleri karıştırırken ada resimlerimizin bazılarında elimizde veya sırtımızda hırka görüyorum. O eski yazlar, yavaş yavaş gözümde canlanmaya başlıyor. 

Annem ve babamla iskelede – 1947

Çocukluğumun en güzel anılarından biridir, Büyükada’nın berrak serin sularında yüzmek. Denizi çok seven annem, Marmara’dan bahsederken tuzu az olduğu için “Dünyanın en güzel denizidir,” derdi. 50’li yıllarda ana kız, günümüzün büyük bir kısmını plajda geçirirdik. Adanın değişik plajları vardı ama biz ya Anadolu Kulübü’ndekine ya da -büyüklerimizin, eski ismiyle “Yorguli” dediği- Yörükali Plajı’na giderdik. Orası kumsal olduğu için çok severdim, annemin tercihi ise derin denizdi; iskeleden merdivenle girilirdi, hiç sevmezdim. Çok da geçerli bir nedenim vardı çünkü annem orada muhakkak can simidiyle yüzmemi isterdi. O yıllarda şimdiki gibi rengârenk simitler yok, kolluklar ise henüz tasarlanmamış bile! Araba lastiklerinin koyu gri içi kullanılırdı can simidi olarak; çocuklar ilk onu bele geçirerek denize girer, birkaç denemeden sonra da bir kenara atarlardı. Ben de çabucak yüzmeyi öğrenmiştim ama korumacı annem derin denizde hep can simidi takmamı ister, bense o durumdan çok utanırdım. Allah’tan annemin ileri derece miyop olması gibi büyük bir avantajım vardı. O güneşlenirken iskelenin ucunda benim ne yaptığımı gözü tam seçemezdi; ben de can simidini iskelenin bir ayağına bağlar, arkadaşlarla onsuz yüzer, sonra çıkışta tekrar alır ve annemin yanına giderdim. 

50’lerde adada herkesin sorgulamadan kabul ettiği bir inanç vardı: Ağustos ayında bizlere denizde “yel çarpabilir”, cildimizde koyu renk leke oluşabilirdi. Bu yüzden annelerimiz mayolarımızın askısına kocaman bir paslı çivi asardı, bunun bizi “yel”den koruyacağına inanılırdı. Neyse ki can simidi gibi utanılacak bir şey değildi bu çünkü plajdaki bütün kız çocuklarının üstünde bir ay boyunca sallanan koskoca paslı bir çivi bulunurdu!

O yıllarda özel güneş yağları henüz piyasaya çıkmamıştı; adadaki her evde değişik bir karışım hazırlanır, plajda onlar sürülürdü. Güneşin cilt kanseri yaptığı da bilinmez, karışımlar koruma için değil de güzel renk alma amacıyla hazırlanırdı.  Plajda kadınlar birbirlerine yemek tarifi verir gibi güneş yağı tarifleri anlatırlardı. Annemin tarifinde koka kola, tentürdiyot ve zeytinyağı vardı. Plaj çıkışı ıslak saçlara şekil vermek için jel veya köpük de henüz bilinmediğinden o iş için de bira kullanılırdı. Bazı kadınlar berberde yapılmış saçlarının bozulmaması için, üstü plastik çiçeklerle bezenmiş boneler takar, kafalarını havada tutarak denize girerlerdi. Deniz âşığı annem; saçı bozulur diye hiç aldırmaz, kafasını keyifle denize daldırarak yüzerdi. 

Apartman çocuğu olan bizler yazın tam birer sokak çocuğuna dönüşür, bütün gün sokaklarda oynardık. Adada otomobil olmadığı için, ailelerimiz bizi küçük yaştan iç rahatlığıyla dışarılara salardı. Hiçbirimizin kayda değer oyuncağı yoktu; seksek, dönme şapşap ve benzeri oyunlarla geçerdi zaman. Günün en şenlikli saati, öğleden sonra seyyar dondurmacının “Vişne kaymaaak! Dondurmacıııı!” diye bağırarak geçtiği zamandı. Bütün mahallenin çocukları ellerinde bozuk paralarıyla koşup sıraya girer, külahta dondurmalarını alırlardı. 50’lerin adasında henüz vişne ve kaymaktan başka dondurma türü bilmezdik. Dedem işten gelirken ceplerine doldurduğu ciklet ve şekerlemeleri mahallenin çocuklarına dağıtırken bizden mutlusu yoktu. “Şeker zararlıdır” lafı da edilmezdi o yıllarda.

Motorla ada sularında – 1964

Plaja gidip gelirken ayağımızda takunya olurdu. Bunların altı tahta, üstü deri bir banttı ve seyyar takunyacıdan alınırdı. Satıcı haftada bir iki mahalleye uğrar, biz “Takunyacıııı!” diye sesini duyduğumuzda almayacak bile olsak gider, alışveriş yapanları seyrederdik. Büyük bir tablanın üstüne tezgâh kurulur, takunyalar iki parça hâlinde sergilenirdi: düz, orta ve yüksek topuklu her ayak numarasına göre cilalı tahta altlar ve ayrıca bir sürü rengârenk, çeşit çeşit deri bant… Varlıklı hanımlar kıyafet veya mayo renklerine göre birkaç çift alırlardı. Takunyacı hemen oracıkta alıcının ayak genişliğine göre bandı tahta alt kısma çekiçle çivilerdi. Ben; düz takunyam ayağımda, yüksek topukluları satın alan mahallenin şık hanımlarına özenerek bakar, sonra evde gizlice anneminkileri dener, yerlere kapaklanırdım!

O yıllarda alışverişlerin çoğu seyyar satıcılardan yapılırdı: Meyveci, yoğurtçu, sütçü, kurabiyeci, “Zerzevatçııı!” diye bağıran seyyar sebzeciler geçerdi her gün evlerin önünden. Karpuz veya kavun satanlar bir atın iki yanına birer küfe asmış, mallarını onun içine doldurmuş olurlardı. Daha çeşitli malı olanlar da üstü açık, derme çatma bir at arabasıyla dolanırlardı. Etrafta birçok bostan vardı. Yemeğe meraklı ev kadınları bostancılarla anlaşır, günün en taze sebze ve meyvelerini oradan doğrudan eve getirtirlerdi ama benim annem o kategoride değildi, ev işleriyle pek ilgilenmezdi. Annem piyanistti; günün bir kısmını plajda geçirir, diğer zamanlarda ya kendisi piyano çalışır ya dayak kötek bana piyano öğretmeye girişirdi. Epey yıl aldı benim piyanistliğe yeteneğimin olmadığını kabullenmesi!

Bizim o yıllarda Emine adında çok sevdiğimiz, sevimli, becerikli bir yardımcımız vardı, ev işlerini o hallederdi. Emine bütün seyyar satıcıları ismen tanır, yaşlarına göre “Ahmet amcacım, Hüseyin abicim,” diye hitap ederek dikkatle mal seçer ve pazarlık ederdi. Onlar da Emine’yi sever, ona en güzel mallarını verirlerdi. Emine’yle seyyar satıcılardan biri bu karşılıklı alışverişi fazlaca ilerletmişler ki, bir gece evde müthiş bir arbede çıktı. Dedemin geç vakitte uykusu kaçıp kalkınca evde bir yabancı olduğunu fark etmiş ve “Hırsız vaaar!” diye bağırmış. Halbuki o, hırsız değilmiş; Emine meğer bizim karpuzcuyu eve almış! O zamanlar asayişi sağlamak için mahallelerde tur atan, arada kuşkulu bir durum fark ettiğinde düdüğünü öttüren gece bekçileri olurdu. Dedemin sesini duyan bizim mahalle bekçisi de düdüğünü öttürerek hemen koştu geldi ve genç adamı yakalayıp karakola götürdü. Emine kendini yerden yere attı, anneme yalvardı, “Kurtarın Mehmedimiiii! Biz onunla evleneceğiz!” diye. Annem ertesi gün çarnaçar gitti karakola, “Gençler nişanlı, babam bilmiyordu,” diye ikna etmeye çalıştı polisleri ama onlar kelli felli dedeme inanmayı yeğlediler. Annem son çare, dedemin biraz bunamış olduğunu söylemiş adamlara da, Mehmet’i salıverdiler. Tabii ki bu hiçbir zaman dedeme açıklanmadı ama o günden sonra Emine’nin işine mecburen son verildi, biz de eskisi kadar taze sebze ve meyve yiyemedik artık. Sonradan yıllarca ne zaman kestiğimiz karpuz kabak çıksa annemle babam dedeme takılırlardı, “Bak, o gece Emine’nin sevgilisini yakalatmasaydın hâlâ güzel karpuz yiyecektik,” diye.

İskele Meydanı’nda, babamı karşılamaya giderken – 1950

Bütün yazlıklarda olduğu gibi adada da bir “piyasa yapma” âdeti vardı akşamüstleri. Adadakinin farkı; iskelede, vapurdan inen baba-koca karşılamanın, bu âdetin bir parçası olmasıydı. 50’li, 60’lı yıllarda adalı ailelerde işe giden kadın çok azdı. Akşamüstü anneler ve çocuklar süslenir püslenir ve iskeleye vapurdan çıkacak olan babaları, kocaları, dedeleri “karşılamaya” giderlerdi. Tabii ki bunda asıl amaç, insanların birbirini görmesiydi. İskelede bazen ayakta dikilip beklenir, bazen de bir pastanede oturulur, çaylar veya gazozlar içilir, sohbetler edilirdi. Süse püse düşkün olanlar her gün başka bir kıyafetle boy gösterir, bazı şık hanımlara özenenler de yan gözle onların kıyafetlerinde kusur bulmaya çalışırlardı. O yıllarda blucin gibi spor giyim yoktu, yetişkin kadınlardan pantolon giyen de pek nadirdi. Sabah şort veya “kapri” dediğimiz, dar diz altı pantolonla gezen genç kızlar bile akşamüstü kadınsı elbiseler giyerlerdi. Genellikle emprime olan bu elbiselerden gençlerinki pamuklu, yetişkin kadınlarınki ise çokça ipek olurdu. Arada keten elbiseler de giyilirdi ama keten tayyörlü bir kadın gördüğümüzde o gün İstanbul’a indiği anlaşılırdı, tayyör ada kıyafeti değildi çünkü. 

Ada yokuşludur, evi tepelerde olanlar iskeledeki arabacıların merkezinden atlı arabalara binip evlerine çıkarlardı. O yıllarda sadece ambulans ve polis otomobili vardı adalarda. Daha sonraları insafsız arabacıların atlarına kötü davrandığına, yavaşladıklarında onları kırbaçladığına şahit olduk ama 50’li, 60’lı yıllarda hepimizin ismen tanıdığı efendi arabacılar vardı ve onlar atlarına gözü gibi bakar, onları asla kırbaçlamaz, ellerindeki kırbacı sırf ses çıkarması için havaya sallarlardı. Bir iki tane de özel at arabası olan vardı adada. Bunlardan biri, Nizam tarafında muhteşem bir yalısı olan ünlü şekerci Hacı Bekir’e aitti. 

Normal zamanlarda sadece ada dışından gelen yerli turistler eşeğe binerdi ama dolunayda adalı gençlerin eşek turu yapma geleneği vardı. Yetişkinler ise arabayla mehtaba çıkardı. Dolunayda arabaların üst tenteleri çıkartılırdı. O akşamlar ada turu yapan arabalardakilerin veya eşek üstündeki gençlerin neşeli sesleri çın çın öterdi etrafta, arada şarkılar söylenirdi. Birbirini tanımayanlar bile şarkılara katılırlardı. 

Tabii ki etrafta o kadar at ve eşek olunca onların kokularından da kaçınılamazdı. Adalı olmayanlar misafirliğe geldiklerinde kokudan şikâyet ederlerdi ama biz adalılar için tabiatın, adanın doğallığının bir parçasıydı o ve her yıl ilkbaharda adamıza ilk adımı attığımızda burnumuza çarpan aynı kokuyu kış boyunca ne kadar özlemiş olduğumuzu fark ederdik. 

Çocukluğumun Büyükada’sının en keyifli eğlencelerinden biri de cambazhaneye gitmekti. Ünlü ip cambazı Rıfat Telgezer, yazları bir ay boyunca evimize yakın bir yörede büyük bir çadır kurar, her gece orada gösteriler tertiplerdi. Annem ve babam bize katılmazlardı ama bir dediğimi iki etmeyen dedem ne zaman istesem beni ve mahalle arkadaşlarımı önüne katar, bizi cambazhaneye götürürdü. Orada Telgezer’in gösterisine ilaveten sıradan şarkıcılar pullu boncuklu kıyafetlerle sahne alır, göbek dansçıları maharetlerini gösterir, ben de onların kıyafetlerini hayranlıkla seyreder, ileride onlarınki gibi pullu boncuklu, açık saçık elbiseler giyebileceğim büyüleyici bir hayatım olmasını dilerdim. 

Çocukluk dönemimizden sonra da adanın bize sunduğu büyük ayrıcalıklar vardı. Herkesin birbirini tanıdığı küçük bir yer olduğu için ortam güvenliydi, hayatımız katı yasaklarla kısıtlanmazdı. İlk gençlik yıllarımızda arkadaşlarla buluşur ve artık istediğimiz plaja giderdik. Gençlerin tercih ettiği Değirmen Plajı pek revaçtaydı. Birkaç arkadaşımızın kıçtan takma motorlu, ufak, uyduruk teknesi vardı; bizler için bu büyük lükstü ve çoğumuz onları kullanmayı becerirdik. Motorumuz olduğunda şimdilerde “Viranbağ” denilen Palyambelo Koyu’na muhakkak giderdik. En güzel su oradaydı ama yürüyerek gitmek çok zordu. Dönüş saatimiz geçe kalınca bazen poyraz çıkmış olur, yakalandığımızda dalgalardan ıslanarak, devrilmekten korkarak karaya döner, akşam evde de bu maceradan hiç bahsetmezdik tabii ki. 

İlk gençlikte akşamüstleri tek başımıza piyasaya çıkıyorduk artık. Babalarımızı karşılamaya hâlâ iskeleye iniyorduk ama onlar da farkındaydı ki, asıl amacımız artık iskelede arkadaşlarla buluşmaktı. Açık hava sinemaları revaçtaydı ve o sinemalara hem büyüklerle hem arkadaşlarla sık sık giderdik. O yıllarda Anadolu Kulübü’nün tam yanındaki evde oturduğumuz için, orayı ailecek evimizin bahçesi gibi kullanırdık. Ben dans etmeyi genç yaştan itibaren çok severdim; kulüpte ilk danslarımı babamla ettim. Sonra büyük, eğlenceli bir arkadaş grubumuz oluştu; o yılların kozmopolit ortamına uygun Türk, Ermeni, Rum, Yahudi yaşıtlarım vardı grupta. Onlarla gündüz plajda olur, akşamları da bol bol dans eder, çok eğlenirdik. Anne babalarımız ise pistin kenarındaki başka bir masada kendi arkadaşlarıyla oturur, gözleri üzerimizde olurdu.

70’lerden evvel adadaki evlerin çoğunda telefon yoktu. Telefon edinmek hem pahalıydı hem de yıllarca sıra beklenirdi. Adada olmayan arkadaşlarımızla haberleşme yolu ancak mektuplaydı. Bugünkü cep telefonlarına, e-posta mesajlarına o yıllarda bilim kurgu kitaplarında bile rastlasak “Olacak şey değil,” diye düşünecektik eminim! Ben her yaz İskele Meydanı’ndaki postaneden posta kutusu kiralardım; Suadiye’ye veya Yeşilköy’e yazlığa giden, şehirde kalan arkadaşlarımla mektupla haberleşirdim. 

Yazları ders çalışmam hiç gerekmedi çünkü iyi bir öğrenciydim, hiç bütünlemeye kalmadım. Yaz benim için keyif dönemiydi, bu keyiflerden biri de roman okumaktı. Çok okurdum. Bana kitap yetiştirmek zordu ama benim gibilerin müdavimi olduğu bir dükkân vardı adada. Girişimci bir tuhafiyeci, dükkânının bir bölümünü kitaplık hâline getirmişti ve kitap kiralardı. Ben oranın müdavimiydim ama tabii ki büyük bir seçenek yoktu; ne bulsam onu alır, yine de zevkle okurdum. 

Okulda aynı sınıfta olduğum en yakın kız arkadaşım da adalıydı, onunla her gün yaptığımız sıcak sohbetlerin tadına doyum olmazdı. On yedi yaşımıza vardığımızda gönül işleri hayatımızın önemli konularından biri hâline gelmişti artık. O güzel yaz günlerinde saklandığımız kuytularda sevgililerimizin ürkek dokunuşlarını, eminim birçok arkadaşım benim gibi capcanlı hatırlıyordur. Çoğumuz ilk aşk heyecanlarımızı ada çamlarında tattık. Dik yokuşlarla çıkılan adanın çam ormanları veya hepimizin kısaca “Çamlar” dediği yöre, âşıkların beldesiydi. Oradaki yolun adı da Âşıklar Yolu’dur zaten. Alan büyük olduğu için, insanlar birbirine pek rastlamazdı orada. 

Bir keresinde Çamlar’da hiç görmemem gereken bir olaya şahit oldum: Anadolu Kulübü’nün saygın hanımefendilerinden biri, kulübün garsonlarından biriyle çamlardaydı! Hanımefendiyle eşi, annem babamla iyi görüşürlerdi. Hâliyle, ikimiz de birbirimizi görmezlikten geldik. Tabii ki annemle babama gördüklerimi anlatamadım çünkü o durumda benim niçin orada olduğumu açıklamam gerekirdi.  Ancak yıllar sonra olayı anlattığımda annem kahkahalarla gülmüştü! 

Büyüklerin dedikodularından, bazen karı kocaların kaçamaklar yaptığını öğreniyordum. Örneğin, adada “vapurda uyuyakalıp Yalova’ya gitme” ve “reçel yapmak için İstanbul’a inme” esprileri yapılırdı. O yıllarda Karaköy’den kalkan “ekspres” vapurlar vardı, Paşabahçe ve Dolmabahçe gibi. Bunlar diğer “dilenci vapurları” dediklerimiz gibi çok yere uğramaz, doğrudan Heybeliada ve Büyükada’ya gelir, sonra da Yalova’ya giderdi. Dalgınlık yapıp veya uyuyakalıp Büyükada İskelesi’ni kaçıran yandı! Bayağı uzun yol olan Yalova’ya gidip orada bir gece geçirmesi gerekirdi. E, tabii, adada evlerde telefon olmadığı için de, hiçbir şekilde haber verme olanağı yoktu. Rivayete göre, bazı çapkın kocalar arada şehirde kalıp kaçamak yaptıklarında uyuyakalıp mecburen Yalova’ya gitmiş olduklarını söylerlermiş karılarına. Reçel konusuna gelince, o yıllarda adadaki kadınlar nadiren İstanbul’a inerlerdi ama bazı ev hanımları senelik reçellerini adada yapıp sonbaharda kavanozları şehre taşımak zor olacağı için, şehre inip reçellerini orada yaparlardı. Niyeti bozmuş olan bazı hanımlar da kaçamak yapmak için şehre indiklerinde “Reçel yapmaya gidiyorum,” derlermiş! 

Adadaki bir partide, en sağda, arkadaşıma sarılıyorken – 1963

60’ların ortalarında adada diskotekler açıldı; bunlardan en revaçta olanı Değirmen Plajı’nınkiydi. Cumartesi akşamları süslenip püslenip diskoya gitmek, ada hayatımızın en büyük keyiflerinden biriydi. O yıllarda “iyi aile kızları”, tek başlarına veya kız kıza diskoteğe gitmezdi; yanımızda ya erkek arkadaşımız olmalıydı ya da başka bir “kavalye”. Bu yüzden arada sırada pek hevesli olmadığımız birisiyle de diskoteğe giderdik, o bile cumartesi akşamı evde kalmaktan iyiydi bize göre. Ayrıca, bütün gün süren eğlenceli partiler de tertiplenirdi uygun bir mekân bulunduğunda. 

Büyükada’da asırlardır süregelen bazı geleneklere hepimiz uyardık. Örneğin, Aya Yorgi Manastırı’nın özel bir günü vardı ve o tarihte akın akın insan orayı ziyarete gelirdi. Manastır çok tepedeydi, o dik yokuşu araba çıkamazdı. Çoğumuz yürürdük ama bazı inananlar çeşitli güç şekillerde, örneğin yalın ayak, hatta diz üstü tırmanırlardı o yolu. Bizler pek inanmasak da ortama uyar, yoldaki ağaçlara kurdeleler bağlar, adaklarımızı adardık.

Ermenilerin çok tanrılı zamanlarından kalma, sonradan Hristiyanlığa uyarlanmış iki yaz yortusu vardır. Büyükada’daki Ermeniler şevkle bunları kutlarlardı. Bunlardan biri, temmuz ortalarına gelen Vartavar’dır. Tufan’la bağlantılı olan bu yortunun özelliği, o gün insanların birbirlerini ıslatmasıdır. İkincisi ise Üzüm Yortusu’dur ve ağustos ortasında kutlanır. Ermenilerin gelenek olarak o tarihe kadar üzüm yemeleri yasaktır. Yortu günü kiliselerde üzümler kutsanır, kutsanmış üzümler evlere dağıtılır ve böylece yasak sonlanır. Tahminimce, milattan önceki tarihlerden beri üzüm yetiştiren Ermenilere, meyvelerin olgunlaşmasını beklemek bu şekilde öğretilmişti. Bu önemli bir yortuydu ve bizimki gibi dindar olmayan bir evde bile bu geleneğe uyulurdu. 

Adalı bir genci sevip hayatımı onunla birleştirince adada kendi evimiz oldu, oranın keyfini yıllarca beraber çıkardık. 90’lı yılların sonuna doğru adanın denizi kirlenmiş, biz Ege Denizi’nin müdavimi olmuştuk. Ada, sevdiğimiz eski özelliklerinden çoğunu kaybetmişti artık; bizim de sosyal hayatımız şehre kaymıştı. Sonunda baktık ki, yılda birkaç gün ancak adaya gidiyoruz, evimizi satıp orayla bağlarımızı tamamen koparmaya karar verdik. 

Büyükada ile ilgili son anım, 2005 yılında evimizin satış işlemini yaptığımız günden: Tapu dairesinde çalışan, karşılıklı göz aşinalığımız olan eski adalı bir memur hanım bizimle ilgileniyordu. Evimizin satışı için geldiğimizi öğrenince o kadar üzüldü ki, birkaç kez “Yapmayın! Siz de adayı bırakıp gidiyorsunuz. Ada halkı tamamen değişiyor, buranın eski güzelliği kayboluyor,” dedi. Söylediklerinin içten olduğu belliydi, çok duygulandık. Evet, gerçekten de güzel bir dönemi kapatıyorduk ama aklımız kalmıyordu. Yazlar başka yerlerde, değişik şekillerde de güzel olabiliyor. Çocukluğumun ve gençliğimin cennet adası ise, hayalimde hep capcanlı yaşayacak.