Erenköylü bir ailenin kızı olarak İstanbul’da doğdu. Avusturya Lisesi’ni bitirdikten sonra çevirmen olarak çalışmaya başladı. "Bütün Dünya" ve "Elele" dergileriyle çeşitli firmalarda sözlü ve yazılı tercümanlık yaptı. Emekli olduktan sonra öykülerine daha fazla zaman ayırabildi. "Mavi Öyküler", "Her Zamanlı Kadınlar" ve "Gölgem Gölgelere Karıştı" adında üç öykü kitabı; ayrıca "Mavi Bebek Masalları" adında bir çocuk kitabı vardır. Kızı ve torunuyla birlikte hâlâ Erenköy’de oturuyor.

Bu öykü, yavrularından canı pahasına vazgeçmeyen bütün fedakâr anneler için yazılmıştır.

“Yuvana dön!” diye haykırdı anne martı ancak eşi onu duymadı. Yeniden seslendi gökyüzüne doğru: “Yuvana dön!” Boşa gitti son çığlık. Eşi ufukta yok olup gitmişti çoktan. Anne martının sesi ona ulaşamadı.

Oturmaya devam etti yumurtalarının üzerinde. Hayat tek başına zordu bu damda, kargalar kara kara dolanırken etrafta ve her bir ağacın, her bir bacanın üstünden izlerken yuvayı. Bir an boş bıraksa yumurtaları kapıp kaçmak için fırsat kolladıklarını çok iyi biliyordu anne martı, hatta bazı genç martılara bile güven olmazdı. Onlar da aç kaldıklarında can atarlardı yumurta aşırmaya.

Oturmaya devam etti yumurtalarının üzerinde. Susamıştı ve acıkmıştı. Hadi açlığa dayanıklıydı da, ya susuzluk? Güneş kiremitlerin üzerinde titreşiyorken, beklediği serin rüzgâr günlerdir esmiyorken nasıl dayanacaktı? Sokaklara inebilse yiyecek ve özellikle su bulmak işten bile değildi. Her köşeye yerleştirilmiş içi su dolu yoğurt kapları sokak kedilerini, martıları ve kargaları yaşatan pınarlar gibiydi. Onlardan birine ulaşmak çok kolaydı ancak eşi gelmeden yumurtaların üstünden kalkamazdı. O da gelmez olmuştu. Neredeydi bunca zaman? Gümüşünü unutmuş olamazdı. Aç, susuz onu beklediğini bilmiyor muydu? Isı giderek artıyordu. Güneş denize doğru alçalırken rengi değişmiş, sıcaktan morarmıştı.

Beş yıl olmuştu denize yakın bu evin çatısına yuvalarını kuralı. Çok bağlıydılar birbirlerine. Anne martıya “Gümüşüm,” derdi eşi, “senin kanatlarındaki tüyler kadar parlağına hiç rastlamadım.” Anne martı da ona “Bayrakım,” derdi. Lodos estiğinde iyice havalanır, gökyüzünde görünmez olduktan sonra kendini esen yele bırakır ve bir bayrak gibi dalgalanarak alçalırdı yuvaya doğru. Yükseklerde salınmakta üstüne yoktu. O uçarken bütün martılar onu izler, uçuş tekniğini öğrenmek için birbirleriyle yarışırlardı ama ne kadar uğraşsalar da hiçbiri onun gibi uçamaz, rüzgârın tadını Bayrak kadar çıkartamazdı.

Oturmaya devam etti yumurtalarının üzerinde. Asla kıpırdamadı yerinden. Denizi gören bu evin damında tam beş yıl geçirmişlerdi birlikte. Her yıl yeni yavrular çıkmıştı yumurtalardan. Sırayla beklemişlerdi onları, gururla besleyip büyütmüşlerdi. Bayrak her gün balık bulup getirirdi. O iyi bir avcıydı. Balık bulamadığı günlerde bile gagası boş dönmezdi yuvaya. Kedi mamaları, ekmek kırıntıları, solucanlar, meyve kabukları,… Artık ne çıkarsa önüne, ailesini beslemek içindi bütün uğraşı. Bayrak yavruları beslerken Gümüş uçup gider, denizin üstünde gezip dolaşır, yuvayı beklemekten uyuşmuş kanatlarını çırparak yeniden canlanırdı. Geri döndüğünde Bayrak’la birlikte yavrulara önce yürümeyi, sonra uçmayı öğretirlerdi. Bayrak yavruları tek tek bacanın üstüne taşır, onlara örnek olmak için kanatlarını açarak bacadan aşağı süzülürdü. Minik martılar babalarını taklit etmek isterken beceremez, aşağı yuvarlanırlardı. Gümüş onların dama düşüşünü gülerek izlerdi. Birkaç denemeden sonra Bayrak onları damdan sokağa kadar uçurur, böylelikle yavrulara yerden havalanmayı öğretirdi. Gümüş bu eğitime hiç katılmaz, sadece uzaktan izlemekle yetinirdi. Şanslıydı yavruları, babaları bu işin ustasıydı. Onlara uçmayı öğreten Gümüş’ün biricik Bayrakıydı. Yavrular çok geçmeden ustalaşır, biraz palazlanınca akranlarına katılıp kumsaldaki gözetmenlerle birlikte yaşamaya başlarlardı.

İşte o zaman Gümüş ve Bayrak’ın önünde yepyeni bir hayatın kapıları açılırdı. Kanat kanata verip, denizin üstünde hızla uçarak Kız Kulesi’ne ulaşırlardı. Burası Gümüş’ün koskoca İstanbul’da en sevdiği yerdi. Orada toplanan diğer dostlarla birlikte yolcu vapurlarının arkasına takılmak çok eğlenceliydi. Ayrıca, gençler ve çocuklar simit atmayı, martılar da havada kapmayı çok severlerdi. 

Akşam olduğunda eğlence biter, martılar kendi yuvalarına doğru uçarlardı. Onlar da gruptan ayrılıp uzaklara, çok uzaklara, adaların en yüksek tepelerine ulaşırlar, geceyi kayaların üzerinde kucak kucağa geçirirler, yeni yetme âşıklar gibi her fırsatta sevişirler, ertesi sabah da birlikte avlanıp rızklarını afiyetle kursaklarına indirirlerdi.

Gün ve gece dönüp dururken ne olmuştu? Neden dönmüyordu Bayrak yuvasına? Gümüş’ün susadığını biliyor ve dönmüyordu işte. Umursamıyordu. Isı artmıştı. Sıcak hava, kiremitlerin üzerinde titreşiyordu. 

Oturmaya devam etti yumurtalarının üzerinde. “Su” diye inledi anne martı, gagasını gökyüzüne doğru uzatıp. Onu duyan delikanlı bir martı uçup geldi. “Eşin nerede? Neden seni tek başına bırakıp gitti?” diye sordu Gümüş’e. “Bilmiyorum,” dedi Gümüş, “hiç bu kadar uzun süre uçup gitmezdi. Başına bir şey mi geldi acaba?” “Yok, öyle bir şey olsa duyulurdu. Hadi sen git, su iç gel. Ben beklerim yumurtalarını.” “Olmaz, ben yavrularımı bir tek babalarına emanet edebilirim. Sen bana gaganla birkaç yudum su getirsen yeter.” “Getiremem!” dedi delikanlı. “Bana güvenmeyene yardım edemem. Sen eşini beklemeye devam et. Elbet gelir günün birinde.” Sonra uçup gitti. Cevap vermedi Gümüş. 

Oturmaya devam etti yumurtalarının üzerinde. Sıcak arttıkça kargalar yaklaşıyordu dama. Biliyorlardı, Gümüş susuzluğa yenik düşecek. O gider gitmez üşüşüp yumurtaların başına, gagalarıyla delip lüp diye bir lokmada yutacaklardı yavrularını. Kargalardan biri gelip bacanın üstüne tünemişti bile. Gümüş onu görünce kanatlarını birbirine sertçe vurup “Sana kaptırmam onları!” diye öyle bir çığlık attı ki, karga hemen anladı: Bu kararlı bir dişiydi ve yerinden kalkmayacaktı! Uçup gitti başka damlara, başka ağaçlara, başka yuvalara. “Su!” diye inledi Gümüş, gagasını gökyüzüne doğru açıp. O anda bir damla su düştü gökyüzünden. Bir damla, bir damla daha ve sağanak başladı. Kana kana yağmuru içti Gümüş. Tüyleri yıkandı. Serinledi. Yeniden canlandı. Yeniden güçlendi. Bayrak dönmese bile kendi başına yavrularına bakabileceğine inandı ancak çok geçmeden başladığı gibi bir anda bitti yaz yağmuru, serinliğini ve bulutlarını alıp başka kuşlara doğru süzülerek uzaklaştı. Akşamla birlikte gözleri kapandı Gümüş’ün. Yorgun ve derin bir uykuya daldı. Rüyasında genç martıyı gördü. Yuvasına bir gaga boyu yaklaşmış, yumurtalarına göz dikmiş bakıyordu. Sıçrayarak uyandı ve birden hatırladı. Bir süreden beri bu kız bu dama dadanmıştı. Yumurtaları Bayrak beklerken dama gelip onun etrafında dolanıyor, kanat sallıyor, tek bacağının üstünde durup kuyruğunu havaya dikerek dikkatini çekmeye çalışıyordu. Bayrak, bu kızın peşine takılıp gitmiş olabilir miydi? Olamaz, bizler tek eşli kuşlarız, diye geçti aklından ama emin de olamadı. Gözlerini yumdu. Yeniden içi geçti.

Oturmaya devam etti yumurtalarının üzerinde. Gece, günlerin içinde eriyordu sıcaktan. Kiremitler tutuşmuş, alev alev yanıyor; rüzgâr kızıl esiyordu. Gümüş asla kalkmadı oturduğu yerden.

Bayrak, genç martı kızı adanın sarp yamaçlarına götürmüştü. Gümüş’le seviştikleri kayalıkta günlerdir beraberdiler. Genç martı sevinçten çığlıklar atıyor, Bayrak’ın getirdiği balıkları havada kapıp kursağına indiriyordu. O da topladığı tohumlarla ve böceklerle besliyordu erkeğini. Denizin üstünde hızla uçup birbirlerinin kanatlarına atılırken birden durdu Bayrak. “Ne oldu? Neden durdun?” dedi genç martı. “Hadi uç, ben de sana doğru uçarım. Havada gaga gagaya verip takla atarız.” “Hayır,” dedi Bayrak, “ben yuvama dönmeliyim. Günlerdir unuttum Gümüşümü. Ne yer, ne içer zavallı eşim?!?” “O koskoca bir martı. Kendine bakabilir. Yemek de bulur, su da. Sen gitme, kal benimle.” “Kalamam. Gümüşüm elbette kendine bakabilir ama o yerinden kalkmaz, benden başka kimseye emanet etmez yumurtalarımızı.” “Ben de geleyim seninle, bırakma beni.” “Tamam, sen de gel. Ben ikiniz için de avlanabilirim.”

Daha karaya yaklaşırlarken çok uzaktan damı gördü Bayrak. Yuvanın üstünde kıpırdamadan oturan Gümüşünü gördü ve içi rahat etti. “Hemen özür dilerim, o da beni affeder,” dedi genç martıya dönüp. Genç martı suskundu, hiç cevap vermedi, başı önünde uçmaya devam etti Bayrak’ın peşi sıra. Hızla uçtular yuvaya doğru. Dama ilk varan Bayrak oldu. “Affet beni Gümüşüm, ne olur affet!” diye haykırdı. Genç martı da gelmişti dama, bacanın arkasına gizlenmiş onları izliyordu. Gümüş hiç cevap vermedi. Bayrak ona ulaşıp gagasına bir öpücük kondurmayı denedi ama o anda Gümüş’ün kaskatı cansız bedeni yuvanın dışına devrildi. Yuvada tam üç tane yumurtadan yeni çıkmış martı vardı. “Açız! Açız! Açız!” dediler babalarına. Bayrak’ın gözlerinden akan yaşlar yuvanın içine doldu. Gümüş’ün üzerine kapandı, tüylerini öpüp kokladı son defa. Günlerin sıcağıyla kavrulan, açlık ve susuzluğun kuruttuğu bedeni kanatlarının arasına alıp öylece kaldı bir süre. Yavrular “Açız!” diye bağırmaya devam ediyorlardı. Bayrak onların çırpınışıyla kendine geldi. “Yavrularım sana emanet,” dedi genç martıya dönüp. “Onlara iyi bak. Yuvadan sakın uzaklaşma. Ben Gümüş’ü alıp denize açılacağım. Döndüğümde doyururum onları.” Genç martı “Merak etme!” derken kanatlarıyla yavruları örtmüş, onları güneşten koruyordu. Bayrak, gagasında Gümüş’le birlikte havalanınca yavrularla baş başa kaldı genç martı. Bir süre bilemedi ne yapması gerektiğini ancak annesiz kalan yavruların “Açız!” diye çırpınmalarına dayanamadı ve kursağından çıkarttığı, yediği son lokmalarla besledi minik kuşları.

Gümüş, Bayrak’ın gagasında ve denizin üstünde süzülürken kurumuş bedenine tutunamayan tüyleri havada uçuşuyordu. Parlak gümüş rengi tüyleri gören bütün martılar, en acıklı seslerini çıkartarak Bayrak’ın ardına takıldı. Kalabalık martı grubu Kız Kulesi’ne ulaşınca aralarından sıyrılıp hızla yükseldi Bayrak ve sevgili eşinin son uçuşunu izlemek için gagasını aralayıp onu havaya bıraktı. Gümüş döne döne denize doğru alçalırken, Bayrak ve bütün Kız Kulesi martıları onu çığlık çığlığa uğurladılar. Bir an suyun üstünde kaldı Gümüş ve sonra sonsuza kadar görünmez oldu.