26 Nisan 1966’da Kahramanmaraş’ta doğdum, çocukluğum, babamın görevi nedeniyle bulunduğumuz, Urfa ve Antep’te geçti. Gaziantep Anadolu Lisesinden sonra, İ.T.Ü Mimarlık Fakültesi’ne girdim, 1988 yılında mezun oldum. 1991 yılında evlendim. 1996 yılında bir oğlumuz oldu. 2015 yılına kadar çeşitli özel şirketlerde mimar olarak çalıştım.
Hepsi Bu adlı romanım Ayrıntı Yayınları, Perdeler adlı romanım Can Yayınları’ndan yayımlandı. Sözcükler, Notos, Varlık, Altzine, Evden Kaçmanın Yolları ve Trendeki Yabancı’da öykülerim yayımlandı.

Telefon icat edilmemiş olsaydı, Elif ve ben bu duruma düşmeyecektik. 

“Merhaba Pelin Hanım.”

“Aa merhaba Elifciğim.” 

“Nasılsınız?”

“İyiyiz çok şükür, siz nasılsınız ne var ne yok?”

“Biz de iyiyiz şükür, işte bildiğin gibi. Müsait miydin ne yapıyorsun?”

“Kitap okuyordum. Aynı işte, ben de bildiğin gibi, Kerem’in uyanmasını bekliyorum.”  

“Ben size bir şey söyleyeceğim.”

“Tabii buyur.”

“Ben sizi mahkemeye vereceğim.”

Ben size bir şey söyleyeceğim. Ben sizi mahkemeye vereceğim.

“Nasıl?”

“Seni mahkemeye vereceğim…”

Sonrası bir uğultu. Hoparlör yüzünden miydi? Kelimeler yaz günü yağan beklenmedik dolu tanelerine dönüştüler ve sele kapılıp gittiler. Telefonu kapayınca birkaç tanesi havada asılı kaldı, oradan oraya uçuştu. Oturduğum yerde gördüm. Süzülerek sehpaya, yere, kucağıma, kolumun üstüne, başıma, kirpiklerime indiler. Dünyadaki tüm sesleri yuttular. Öte yandan içimde surları döven havan topununkinden daha kuvvetli bir ses çıktı. Çıt! Bir şarap kadehinin çatlaması gibiydi önce, sonra yerini gümbürtüye bıraktı. Heyelandı. Tutam tutam taş toprak düştü üstüme. Taşlar içimi dövdü, ağzım burnum toprak doldu. Dilime bir küf tadı geldi. Koltukta ne kadar oturup kaldım bilmiyorum. Pencereden dışarı baktım. Mevsim değişmişti.  

Yağmur çiseliyordu. 

“Tamam Elifcim,” demişim, sonra söylediler bana. “Tamam aç davayı, hesaplasınlar tazminatı, ödeyelim.” Böyle demişim. 

Böcek olmuştum. Birinin gelip sırtıma basmasını bekledim. Öte yandan tırtılın aksine önce kelebektim. Her gün itinayla taktığı kanatlarımı hiç acımadan koparıp almıştı. Uzaya fırlatmış meğer. Sahipsiz kanatlar kendi başlarına uçtular. Ancak bir tırtıl kadar kafamı kaldırabildim. Arkalarından baktım. Yağmur böceğin kırık kabuklarını temizleyecek kadar yağamadı. Kim bilir kaç köpeğin ayağına battı. Herkes şaşırıyormuş. İnsan on altı senelik çalışanını eli boş gönderir miymiş? Öyle demiş. Tufanın alıp götürdüğü kelimeler denizde bulundu sonra. Balıkçı çoğunu bana geri taşıdı. Kovaya doldurmuş, hâlâ canlılarmış.

Sessizlik ve sesler kulaklarımı uğuldatmaya başlayınca sokağa çıktım. Artık kanatlarım olmadığından sürünerek yürüdüm. Evimiz denize uzak, ormana yakındı. Yolun yarısına gelmiştim. Yağmur başladı. İnsanlar bir saçak altı bulup bekledi. Çoğu otobüs durağına sığındı. Ben yoluma devam ettim. Öyle ıslandım ki tişörtüm tenime yapıştı. Duraktan geçerken rastladıklarım tenime yapışan tişörtüme dikkatle baktılar. 

Bu hangi büyük lafımın bedeliydi diye düşünmeme gerek yoktu, üstünden unutacak kadar zaman geçmemişti. “Memnunsun sanıyordum,” demişim. Balıkçının kovasından çıktı bunlar. “Memnundum,” demiş, “insan olarak çok memnundum, bir gün bile incinmedim ne sizden ne Sait Bey’den ne de Kerim’den. Ama on altı senemi verdim size. Ayrılırken bir memnun edilmez mi insan? Herkes şaşırıyor,” demiş telefonda… 

Keşke o kanatları takmasaymış bana dedim balıkçıya. Hakkının geçtiğini nereden bilecektim. Amacım bu dünyadan mümkün olduğunca temiz geçmek demişim. Kimseye haksızlık etmeden, hatta fazlasıyla ödeyerek. “Ve bence,” demişim “bu yaşıma geldim, kimsenin kalbini kırmadım, kimseyle savaşmadım. Kanatları hak ettim sayılır,” demişim. 

“Böyle mi çıktın sokağa?” diye sordu arkadaşım. Üstümde sonbahar renklerinden desenli bir elbise vardı. Sarı, turuncu, kırmızı. 

“Evet,” dedim, “ne olmuş ki?”

“İçin görünüyor,” dedi, “olduğu gibi ortada.” Eğilip içime baktım. “Aa evet,” dedim “görünüyormuş hakikaten.” 

“Yani,” dedi, “önemli değil ama güneşte dikkat et.” 

“Evet tabii,” dedim, dikkat etmeliyim ama şu da var ki, içimi geçtim, artık dışımın bile görünmediğinden emindim. “Hayır hayır,” dediler “ne var ki yaşımızda? Hâlâ görünüyorsun.” Onlar öyle deyince azalmışım ama tam bitmemişim gibi hissettim. 

Ölümü yadırgamam geride kalan boşluk yüzünden. Üstüme düşen işi icra edememe düşüncesi beni tedirgin ediyor. Ölü olmak bir yerlerde yapılacak işler dururken senin boş boş yatman demek. Banktaki yerin, pencereden gördüğün zeytin ağacı, okumakta olduğun kitabın katlı sayfası, parfümünün kalan şu kadar mililitresi, paketindeki dört sigara olmasa, öl gitsin ne olacak? O yüzden insan ölürken her şeyi de ölmeli, işi gücü, odası, sandalyesi, kazağı, her şeyi.

Bu kelimeler Elif’in değildi, balıkçının kovasına yanlışlıkla karışmıştı.

“Söyle ona,” dedim balıkçıya. “Ona minnettarım. Az kalsın kibrimle, kul hakkıyla bu dünyadan göçüp gidecektim. Oysa şimdi hem günahımın bedelini ödemiş olacağım hem de bir hikâye yazacağım ve gene ben kazanmış olacağım.”

“Annenin hakkını nasıl ödeyeceksin?” diye sordu balıkçı. Onu çalışanının hakkını yemekle suçlayalı sadece üç gün olmuş. 

“Ben bu dünyadan temiz geçmeyi isterim, oysa sen hâlâ katısın, hâlâ beklenti içindesin ve hâlâ insanlara sert davranıyorsun. Artık kusurları hoş görmelisin, paralarını fazla fazla vermelisin, satın aldığın malları iade etmekten caymalı, yapılan şakaları hakaretmiş gibi algılamamalısın. Bak bana, bunların hiçbirini yapmıyorum.”

“Evet sen bilgesin,” demişti annem. 

“Öyleyim,” demiştim. “Ben bilgeyim. O yüzden takmışlardı bu kanatları bana. Elif seni neden bıraktı? Bu yüzden.” Demiştim.

Yağmur içimi dışımı yıkadı. Eve geldim. Soyundum. İrice bir tırtıldım. Köpek burnuyla itti tırtılı, patisiyle ezdi sonra. Gövdesiz kanatlar gökyüzünde kaldılar.

“Tamam işçi mahkemesinden kapısına gelsinler o zaman,” diye seslendi kocası. Duydum. “Söyle ona,” dedim, “kanatlarım kopalı hiçbir şeyden korkmuyorum. Ölümün korkutucu bir diğer yanı, bilinenin artık tanınmaz olması. Tufan önce kelimeleri, sonra beni yuttu.” 

Köpeğin dört ayak üstünde yürümesi bana dokunuyor. Hep yerde, hep yere yakın. İki ayak üstünde durmaya çalışması kalbimi paramparça ediyor. Sadece kucaklaşmak için tüm çabası. Artık birlikte yerdeyiz. Kucaklaşmak için çırpınmıyor. Köpek korktuğu yerin yakınından geçerken tasmasından kurtuldu, kendini yola attı. Fren sesi çok kısa sürdü. Gökyüzünden bir çift kanat indi köpeğin üstünü örttü.

Telefon olmasaydı bunların hiçbiri olmayacaktı. 

Elif ayrıldığından beri bir geçmiş olsun telefonu edemedim. Aklımdan geçirmediğim bir tek gün bile olmadı. Edemedim! Mahkemeye vererek tüm hatır telefonlarının, bayram ziyaretlerinin, eski bir çalışanla arkadaş olmanın yükünden kurtardı beni. “Ona söyle,” dedim balıkçıya, “Pelin Hanım bu yüzden memnun etmemiş seni. Sana telefon etmemek için.”