25 Ocak 1997’de, Kastamonu ilinin Çatalzeytin ilçesinde doğdu. İlk öğrenimini Çatalzeytin’de, orta öğrenimini Karabük’te tamamlayan Karacan, 2020 yılında Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden mezun oldu. Hâlen, Kastamonu Barosu’na kayıtlı olarak, serbest avukatlık yapmaktadır. Şiirleri ve yazıları çeşitli dergi ve gazetelerde yayımlandı. İlk kitabı Yağmuru Gözlerinde Sevdim 2013 yılında, ikinci kitabı Bırak Kalsın Küllerimiz 2017 yılında yayınlandı. “Kırık Kadeh” isimli şiiriyle 2015 Raşit Kara Şiir Ödülü’ne layık görüldü. KE Dergisi’ndeki Yayın Kurulu Üyeliği’ne hâlen devam etmektedir.

Gecenin ısırgan soğuğu, dalamadık yer bırakmamıştı tenimizde. Yine de mutluyduk ve âşık, yürüyorduk. Kimseler yoktu sokakta. Sen koluma sımsıkı sarılmış, sıcaklığımdan pay almaya bakıyordun. Bense bir ateş böceği gibi kendimi yakmaya, seni elimden geldiğince sıcak tutmaya…

Efsunlu bir masal ülkesinde ya da mutluluk her nereliyse orada filan değildik. Moda’ya uzanan o dar sokaklardan birinde, kılcal ve sıradan ve çokluk kedilerle tıkalı bir damarındaydık Kadıköy’ün. Aşk bizim içimizde, biz İstanbul’un, durmadan akıyor, akıyor, akıyorduk. Uzaklarda, öte yollarda, şehirli bir köpek uluyordu.

Bu dingin filmin en sisli sahnesinde “Biliyor musun,” demiştin, “şu anda tahmin bile edemeyeceğin kadar çok huzurluyum.” Biliyordum. Gözlerin senin, duygular yüzünde dile gelsinler diye vardı. Söylemişlerdi onlar bana, çok değil, biraz önce.

Bildiğimi bildiğinden, yani bir soru cümlesi olmadığından bu, gülmüştüm sadece. Gülerken alnına demli bir öpücük kondurmuş, sıcaklığımı tenine var gücümle işlemek istemiştim. Karışmak istemiştim o anda sana. Yoğurulup seninle bir bütün olmak, bir olmak…

İçimden geçenlerin pek uzağında değildik gerçi. Sokak lambaları altında bir uzayıp bir kısalan gölgelerimiz bunun en güçlü kanıtıydı. Birdik biz, bir bütündük. Yan yana değil de sanki, iç içe yürüyorduk.

Az sonra sahile vardığımızda, yosun kokulu, tuzlu bir deniz yeli karşılamıştı ilkin bizi. Peşi sıra akasyalar, erguvanlar, iğde ağaçları… Ufkun biraz berisine denizaltılar gibi dizilmiş adalar sonra… Sonra martılar ve onların neşeli çığlıkları…

Aniden durup başımı göğe kaldırmış, “Ne diyorlar, biliyor musun,” diye sormuştum sana. Anlamsız bakışlarını önce yüzüme, ardından göğe sürüp anlamaya çalışmıştın martıları. Dudaklarını onlarla birlikte oynatmaya, içinden her bir çığlığa eşlik etmeye başlamıştın. Bense bu eşsiz manzarayı zihnime işlemeye çalışarak beklemiş, beklemiş ve en sonunda “Seni ne çok sevdiğimi söylüyorlar,” demiştim, “beni en iyi onlar tanırlar.”

Martıların konuşabildiğine hiç şaşırmamış gibi gülmüş, sevinmiştin buna. Uzanıp yanağıma bir öpücük kondurmuş, elimden tutup sürüklemeye başlamıştın beni. Denizin o korkunç karanlığına bir iki adım kala çantandan yaldızlı bir poşet çıkarmış, içindekinin ne olduğunu tahmin etmemi istemiştin. Zorlanırım sanmıştım ama bilmiştim ilk seferde. Hayatım boyunca değil elime almak, yakından bile görmediğim hâlde, “Balon,” demiştim, “balon, değil mi, dilek balonu!”

O en çocuksu ifadenle “Evet!” deyişin, sürprizine adeta kurdele olmuştu. İkimiz de çok şaşırmıştık bilmeme. Poşeti açıp balonu bir güzel kurduktan sonra, ellerimizi çakmağımın o ölgün ateşine siper edip, fitili usulca tutuşturuvermiştik. Ve, anlaşmış gibi önceden, başlamıştık saymaya:

“Ooon, dokuuuz, sekiiiz, yediii, altııı, beeeş, dööört, üüüç, ikiii…”

“Bir!” deyince uçuruvermiştik balonu. Ardından parıltılı gözlerle bakakalmış, çıt bile çıkarmamıştık bir süre. Konuşsak sanki bütün büyüsü bozuluverecekti anın. Bir anda gün doğacak ve her şey ama her şey yerle bir olacaktı. Heyecanımız, huzurumuz, ağaçlar, yıldızlar, ay ışığı, yakamoz, her şey…

Neyse ki olmamıştı. Sessizliği bozan o zarif sesin, bir gül gibi bitivermişti manzarada. Sonra o gülden tek nefeslik bir koku yükselmiş, o koku kulaklarımda yeniden sese dönüşmüş ve benden dilek tutmamı istemişti. Sana eşlik etmek için kapatmıştım gözlerimi ama, dilek milek tutmamıştım o gece. Sen vardın çünkü yanımda, ellerin, gözlerin, bakışın, gülüşün, kahkahan, neşen vardı. Biz vardık. Her şeyimle tamamdım zaten ben.

Neydi günlerden o gün, aylardan hangi aydı, mevsimlerden hangisi, hatırlayamıyorum bunları şimdi. Allah günü aynı yere, o sunturlu yere gidip hatırlamaya çalışıyorum, bir zindan duvarına kazır gibi kazımak istiyorum o tarihi yüreğime, hatırlayamıyorum. Martılara soruyorum, bakmıyorlar bile yüzüme. Adalara soruyorum, çoktan sönmüş ferleri. Akasyalar, erguvanlar, iğde ağaçları… Hepsi, ama hepsi, hayatla aralarındaki bağları koparıvermiş gibiler. Hayatla aramdaki bağları da…

Niçin gidiyorum buna rağmen oraya, bir yanıtı yok bunun. Yarın yine gideceğim, sonraki gün bir daha, sonraki gün yeniden. Gölgen belki olmayacak, ama bir kalp daha atacak gölgemde. Gölgen hatta olmayacak ama, karışacağız seninle. Bundan mı, bunun için mi gidiyorum, inan bana bilmiyorum. Kendimi, gündüz gece, o tek dilek hakkımın izini sürerken buluyorum:

“Ooon, dokuuuz, sekiiiz, yediii, altııı, beeeş, dööört, üüüç, ikiii…”

“Bir!” deyince geliversen keşke.