Yazar. Ayrıca Medyascope'ta Zeytin Dalı ve Sabun Köpüğü programlarını hazırlayıp sunuyor.

Sıcaktan toprağın eridiği bir gün. Karşıma geldi, oturdu. Oturur oturmaz da kendinden geçmez mi… 

Çadır kentteki birileri ona benim psikolog olduğumu söylemiş. Kesin Perihan’ın işleri. Ne geveze kadın. Bir de arkadaşım olacak. Onunla burada karşılaşmamız da ayrı fasıl ya! Görür görmez: “Sennur, atlatabildin mi canım?” Bu esnada arkasına dönüp güya fısıltıyla hemen oradaki pratisyen hekim kılıklı doktora özet geçiyor: “Annesi yakınlarda intihar etti de. Eski komşumuzdu… Ömrü akıl hastanelerinde geçti.” Perihan’ın dilinde hayatımın özeti, “çatlak bir komşu kadının bahtsız kızı” temasıyla bulunduğum çölü bir cehennem serabına dönüştürüyor. Serap çünkü artık kimseden saklamak zorunda değilim, oh. Cehennem çünkü cehennem hep vardı.

Neden bazı insanlar Perihan gibidir; aslında neden çoğunluk Perihan gibidir? Cılkı çıkmış bir şefkat, midemi bulandıran bir merhamet ve pimi çekilmiş bir dedikodu bombası… Bir de gelip sıkı sıkı sarılmaz mı. “Beni buralara neyin attığını biliyormuş!” Kardeşim sana ne ya, ben sana soruyor muyum bu dipsiz kuyuda ne işin var diye. Gerçi ben sormadan o anlatıveriyor. Az önceki pratisyen hekimi çoktan unuttu! Perihan bu… Sözlüsü, Sınır Tanımayan Doktorlar’danmış da, onu da yazdırmış da… İş doktorluktan açılınca benim psikologluğum da gündeme geliyor. 

“Kardeşim, ben psikolog değilim,” diyorum fayda etmiyor. Hem ona demişliğim var hem de “şimdikilere”. Şimdikiler de Perihan’ın soyundan. “Bir bakın, ne olur ki!”. Başıma üşüşmüş, hep aynı şeyi tekrarlıyorlar.

“Ben…” diyorum. Cümlemin gerisini duymuyorlar bile.

“Diplomanız var mı?” sorusuna başımı sallıyorum. “Hııı.”

“Ee, tamam işte,” diyorlar. 

“Ama…” Faydası yok, dinlemiyorlar. 

“Buraya gazeteci olarak geldim…”

Yok. Dinletemiyorum.

Hızla özetlediler durumu. Buranın huyundan mı suyundan mı bilinmez, bütün hayatlar üç dört cümlelik. 

Kadın, evladını kaybetmiş. Enkazdan canlı çıkarmışlar ama ambulans bulamamış, sırtlamış, hastaneye yollanmış. Saatlerce yürümüş. Çocuk sırtında, öylece. Yetiştirememiş.

Sonunda: “Peki,” dedim çaresiz. “Bir konuşayım.”

Konuşmak mı? Olsa olsa ukalalık yapacağım.

O sırada kadın bayıldı zaten.  

Yangının ortasındayız sanki. Çok sıcak.

Kolonya. Su. Hafifçe göz kapaklarını araladı. Sarsakça elini tuttum.  Bu el… Ne kadar da çok. Aslında bu sahnelerden hiç hazzetmem. Duygusallıktan hoşlanmam. Hoşlanır gibi yaparım ama hoşlanmam. İçim boş.  Ya da hayat boş. Ne bileyim. Hep böyle miydi? Annemden önce mi böyleydim yoksa sonradan mı böyle oldum? Havadan mı?

Yok, başka bir sıcak yürüyor elime. 

Tuttuğum el, dedim ya… Elimi çekmeye çalışıyorum. Mümkün değil. Bu harda birbirimize yapıştık kaldık. Bunu nasıl tarif edeceğimi de bilemiyorum. 

Bir anda gözlerimin önüne, kız kardeşimle birlikte annem intihar ettikten sonra garibimin tek tük eşyasını salonun ortasına yığdığımız sahne üşüştü.  Kardeşimle birbirimize baktık. O ağlamaya başladı, bende tık yok. Özellikle de annemin bir elbisesini görünce… Nasıl bu kadar yıl dayanmışsa artık… Kardeşim orada iyice koptu. Annem çok gençken giyerdi o elbiseyi. Gezme elbisesi. Yazın ortasında giyip bizi gezmeye götürmek için sarındığı şölendi o.  Sonrasında bana uzanan annemin eli. Bana rüyalarımdaki gibi seslenişi: “Haydi, oyalanma. Gidiyoruz, Sennur.” Annemin üzerindeki o yazlık elbisede, bir tavus kuşunun tüylerini açıp salınması. Tavus kuşunun tüyleri üzerinde ben, kız kardeşim ve annem. Annemin sesi yine: “Geç kalıyoruz, kızlar.” 

Nereye geç kalıyorduk? Annem bir taze, biz iki küçük kız. Annem raporlu bir deli. Biz peşinde iki tutkunu. Babam annemi bırakalı mevsimler olmuş. Üvey babam? Annemi sürekli döven ve tımarhaneye tıkıp duran o adam. 

Annem yine evi terk ediyordu o gün. Üzerine en şık elbisesini giyip, iki çocuğunu yanına katık edip Adana’nın sıcak sokaklarına atıyordu kendini. Cüzdanında hiç para yoktu. Bu yüzden yürüyecekti. Nereye? Nurhan Halalara elbette. Kafasındaki plana göre o gece orada kalacaktık. Nurhan Hala’dan borç alacaktı annem. Ertesi gün, baba evine, doğru İstanbul’a. 

Elim, kadının elinde. Annem sürekli çekiştiriyor beni: “Haydi, Sennur”. Sonra kardeşimi dürtüyor. Kardeşim sıcaktan bayılmak üzere. Onu sırtına alıyor. Biraz da öyle gidiyoruz. Sonra olan oluyor. Kardeşim bir yana, o bir yana savruluyor koca yolda. Ben bu esnada, saatlerce yolda yürüyen bir kadının, yorgunluktan yere yığıldığını, hafif bir savrulmanın hemen ardından bir tavus kuşunun gerinen kanadında, portakal ağaçlarının arasında kaybolup giden bir yolda, sürüne sürüne kendi iç sesiyle kalkıp kardeşimle birlikte yoluna devam ettiğini görüyorum.

Elim, kadının eli. Elim, annem. Kadının rüzgâra değen eline, rüzgârın bu eli alıp çok uzaklara, sonsuzluğa taşıyacağına inanmak istiyorum. Ancak suyun üzerinde yürüyebilen gölgelerden olduğunu fark edebildiğimde direncini de anlamak. Adı umursanmayan dağ çiçeklerinin binbir alı. Topraktaki gebeliğin umudu. 

İşte geldik. Kapının önündeyiz. Kadının adı Filiz. Kadının adı, annemin adı. Her daim ağlayan yüreğine bir yıldız yerleştiriyor ve okuma yazmayı yeni söken bir çocuk gibi yüzyılın sorusu olabilecek “Kim o?” sorusuna yıldız topuyla gülümsüyor. O benim annem. Belki de bu yüzden bundan sonraki dili, yaprakların gün yüzüne çıkmakta tereddüt ettiği, o diri yeşil rengi. “Nurhan Hala; benim ben, Filiz.”

Bir erkek sesi Nurhan Hala’yı bastırıyor. “Nurhan, çekil o pencereden! Deli o! Yine tımarhaneden kaçmış, baksana…” Nurhan Hala pencereden çekiliyor. Sahneyi Turgut Enişte alıyor. “Hadi evine, kızım. Kocana dön. Başımızı derde soktuğun yetti artık.” Bu kadar. Kapı açılmadan kapanıyor. O açılmayan kapının eşiğine yığılıverecek gibi annem. O zaman kol içlerindeki morluklar da gün yüzüne çıkıyor. Kardeşim ve ben annemin başındayız. Elini tutuyorum. Kapı kapalı. Ev uzak. Adana sıcak. Babam ortada yok. Üvey babam kötü. Güzeller güzeli annem, çıldırmakta haklı.

Elim, annem. Elim, kadın. Ne olursa olsun umut olacak kadın; yürünen, geride bırakılan, yeniden, her seferinde başlanan ve kararan ve yeniden aydınlanan ve bulanan ve yeniden doğan ve yeniden… Alışacak buna; kendinden öncekiler kadar, kendinden sonrakilere uzanan o ovanın uzayıp giden boşluğundaki zamansızlığa. Annem, o tavus kuşu kadın.

Eli elimde. Elim, kadının eli. Bu el, annem. Gözlerinden yaşlar süzülüyor. Ama.. Anlık, azıcık bir zaman alıyor kendine gelmesi. Yine de tümden inandırıyor beni! Evinin penceresinin pervazlarına dayanırcasına kaynamakta olan göğe bakıyor. Göz bebekleri yorgunluğunun sığındığı korkudan kocaman olmuş, dalgalı saçlarındaki hale küçücük kalmış. Lakin, üzerinde tavus kuşlu bir elbise. Çok güzel o. Bir de yaz. 

Çadırın içinde kadınla göz göze geliyoruz. O gün annemle göz göze geldiğimiz gibi. Yıllar sonra annemin, intiharı ilk kez o gün ve orada düşündüğünü anlıyorum. Onu o an kurtaranın ise, kız kardeşim ve ben olduğunu. Karnımız aç, susadık. 

O zaman annem, parmağındaki alyansı fark ediyor. Fark ettiği, evli barklı bir kadın olduğu değil. Bu alyans, kızlarıyla yiyebileceği harika bir yemek ve  bir otel odasında geçirilecek belki de son bir gece demek. Son normal bir gece.

Kadının eli, elim. Kadın ben.