Bozdoğan Kemeri, Pantokrator Manastır Kilisesi (Zeyrek Cami) ve Fatih Cami’nin gölgelerinin düştüğü Fatih’te, tarihî bir semtte hayata "Merhaba," demiş. Sonra Kız Kulesi'nin üzerinde çığlık çığlığa uçuşan martılarla sohbet ederek ve o martıları bulutlarla konuşturarak büyüdü Üsküdar’da.
Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nden mezun oldu. Avukatlık ve son yıllarda arabuluculuk yapıyor. Yıllar geçtikçe ve insana dair olanı gördükçe “HİKÂYE”den bir hayatta yaşadığımızı anladı. Bu “hikâyeden hayatın”, kendince hikâyesini yazmayı seviyor.

-I-

Gün boyu güneşten kızıp gece meltem rüzgârlarının serinlettiği yamaçtaki küf yeşili ahşap evde her sabah, pencerelerden sızan güneşle beraber bir patırtı başlar. Aybüke de, babası gibi Avusturya Lisesi’nden mezun olup eve dönünce tavan arasında kendine bir yaşam kurmuş ve babaannesinin bakımını üstlenmişti. 

“Kapatın şu pencereleri yahu! Üşüyorum diyorum, anlamıyorsunuz!” 

 “Şimdi kapatıyorum, okey.” 

Aybüke panjurları kapatırken “Güneşte üşümek de ne, babaanne ya? Ne acayip kadınsın!” diye kendi kendine söylenir, ev ahalisine içten içe hak verse de Bambişine kimsenin laf etmesine izin vermezdi. Ahşap panjurlar inip ev loş bir karanlığa girene kadar “Üşüyorum işte!” diye söylenmesi bitmezdi Cevher Hanım’ın. 

Aybüke‘nin mezun olduğu sene, Cevher Hanım’ın yetmiş sekizinci yaşını kutlamışlardı. Cevher Hanım, gece boyunca Aybüke’yi yanından ayırmamıştı.

“Çok yaşarsan cehenneme odun taşıyan zebaniler sevinir; cehennem ateşi harlanır, sıcak olur; yanarsın. ‘Çok yaşayanın çok günahı olurmuş,’ derdi babacığım. Rıdvanım da, babacığım gibi erken gitti. ‘Rıdvan’ ne demek, bilir misin? Erkek melek,” dedi, içini çekti, oradan buradan anlattı durdu. Bir müddet sonra konuşmaktan yorulup kendi aralarında koyu bir sohbete dalmış aile bireylerini tek tek ve uzun uzun süzdü. Kimsenin umurunda değilim, diye düşündü. Öfkelendi. “Bari doğum günümde benimle ilgilenin yahu!” diye bağırdı. Kimse oralı olmadı. Bu kez “Saygısızlar!” diye bağırdı. 

Bütün gücüyle derisi sarkmış kollarını kaldırıp yanında oturan Aybüke’ye sarıldı, yüzünü gözünü öptü torununun.

“Ah Aybükem, Allah’ıma and olsun ki, bu yaşıma kadar babaannesiz kalma diye yaşadım. Sen koruyacaksın cehennem sıcağından beni, değil mi?” dedi. Salonun en ücra köşesinde oturan, kırkını çoktan geçmiş ama hâlâ çok güzel olan kızına gözünü dikti. Dudaklarını ıslattı, gücünü toplayıp “Faytoncunun gelini!” diye seslendi. Cemal; bir annesine, bir de salonun öbür ucundaki yeşil kadife koltukta yayılmış kız kardeşi Candan’a baktı. Sehpanın üzerindeki kadife kutuyu bir hamleyle kaptığı gibi annesinin yanına geldi. Kutuyu alelacele açıp ucunda C ve R harfleri olan altın kolyeyi annesinin sarkmış gıdısının altından geçirip gerdanına taktı. Önce ellerinden, sonra da yanaklarından öptü onu. “Anneciğim, daha uzun yıllar bizimle olacaksınız. Siz yaşadıkça biz cehennemin ateşini söndürürüz,” dedi. 

Candan, ağabeyini duymamış gibi, annesinin yanına yaklaşıp “Duyduk ki, görgüsüz komşun Seniha Hanım’ın boynundaki altın kolyeye özenmişsin geçenlerde. Arkamızdan da söylenmişsin elin kadınına. Biz de sana yaş günü hediyesi olarak, babamın ve senin isimlerinizin baş harflerinin olduğu bu kolyeyi aldık. Sizi kavuşturduk. Hadi hayırlısı, zebaniler fazla sevinmesin,” dedi ve yürüyüp balkona çıktı. Aybüke ile Cemal birbirlerine baktılar ve masanın üzerindeki pastanın mumlarını telaşla yakıp Cevher Hanım’a getirdiler. 

“Bu pasta, ne hikmetse her yıl küçülüyor. Ne o, paranız mı bitti?” dedi, eliyle pasta tabağını itip “Götür götür, istemem ben bu pastayı!” diye çıkıştı.

O gece Cevher Hanım yatarken boynunun sarkmış boğumlarının arasında kaybolmuş kolyeyi çıkarıp başucundaki komodinin çekmecesine koydu. “Ölmemi bekliyorlar ama ben ateşten, sıcaktan korkuyorum, nasıl öleyim ki?” diye düşündü, bir titreme geldi içine. “Ay, üşüdüm!” dedi. 

Geceliğini giydi. Yatağına uzandı.

“Bu halan var ya,” dedi. Ağzını şapırdatarak kurumuş dudaklarında dilini gezdirdi. “Her şeyden beni sorumlu tutuyor. Bıraksaydım da faytoncunun oğluyla mı evlenseydi yani? Biz tanınmış insanlarız. Olacak şey mi bu? ‘Seviyorum! Ölüp bitiyorum!’ diye babasını ikna etti. Rıdvanım aniden öldü. Nasıl baş edecektim faytoncunun oğlunun arsızlıklarıyla? Eline üç kuruş verdim, gönderdim buralardan. O baban da kardeşinden yana oldu hep. ‘Annem haklı!’ diyen yok,” dedi. Bir müddet gözyaşı dökemeden ağladı. Aybüke pencereyi açtı. İçeri temiz, serin bir hava doldu.  

-II-

Cevher Hanım’ın biricik halası Münevver ile kocası, tek oğulları Şevket yüzünden sık sık tartışırlar ve enişte birkaç gün evden giderdi. Şevket, babasının itirazlarına rağmen ressam olmak için Paris’te eğitim almaya gidince kuzeni Rıdvan’ı ticarethanelerinin başına geçmesi için yetiştirdiler. Rıdvan kara kuru, mülayim, görgülü bir gençti. Cevher Hanım daha lise yıllarında Rıdvan’ı gözüne kestirmişti. Eniştesinin olmadığı zamanlarda halasının yanına konağa gider, ev ahalisinin gönlünü hoş etmeye bayılırdı. Akşam saatlerinde Rıdvan’ın yolunu gözler, kapıya koşup onu karşılardı. Şehrin varlıklı ailelerinin kızlarının iyi birer ev hanımı olmak için gittikleri Olgunlaşma Enstitüsü’nden o yaz mezun olmuş, babasını ikna edip halasının İstanbul’da tanıdığı ünlü bir Rum aşçıdan yemek dersleri almaya gitmişti. Dönünce konaktakilerin daha önce hiç tatmadıkları birbirinden leziz mezelerle akşam sofralarını donatıyor, onları kendisine hayran bırakıyordu.

Rıdvan’ın gözü de Cevher’in üstündeydi. Kısa zaman sonra Şevket’ten aldığı taktiklerle kıza romantik bir evlilik teklifi yaptı. Cevher de halası ile birlikte konakta yaşayacaktı.

Paris’ten düğüne gelen Şevket’in parmaklarındaki yüzüklere, konuşmasındaki yayvanlığa sinirlenen babası düğün sabahı kavga çıkarmış, herkesin tadını kaçırmıştı. Rıdvan, damatlığının içinde bembeyaz bir yüzle evin içinde ruh gibi dolanmış, gelin almaya giderken kendini tutamayıp arabada hüngür hüngür ağlamıştı. Neyse ki, gelinle damadın mutluluğu ile misafirlere hiçbir şey belli etmeden dillere destan bir düğün yapılmıştı. 

Ertesi sabah mutlu çifti balayı için Şevket’le beraber Paris’e yolculadıktan sonra Münevver, küçük bir bavulla evi terk edip Ada’daki yazlık evlerine yerleşti. Gençler balayından döndüklerinde konakta derin sessizlik ardına saklanmış huzursuzluk vardı.

Cevher Hanım’ın babası, durduk yere evini terk eden kız kardeşine öfkeliydi ama onun asıl derdi, zaten annesiz büyümüş ve halasına çok düşkün, üstelik de hamile olan kızının durumuydu. Dedikodulara, baskılara dayanamayıp bir hışımla kardeşini aradı, verdi veriştirdi. Ağabeyini sakinlikle dinleyen Münevver derin ama kısa bir sessizlikten sonra, kocasının İstanbul’da bir sevgilisinin olduğunu, yıllardır buna katlandığını ama oğluna ‘Civelek’ adını takmasına ve sürekli kendisini suçlamasına dayanamadığını anlattı. Sesi titriyordu ama ağlamadan konuşmayı başarmıştı.

“Ağabey, son sözüm şu ki,” dedi, yutkundu, derin bir nefes aldı ve “Şimdi her şeyi biliyorsun. Dönmem konusunda ısrar edersen sana da kapım kapanacaktır, o kadar. İyi günler, ağabeyciğim,” dedi. Telefonu kapattı. Birkaç gün sonra ağabeyinin vefat haberi geldi. Cevher’i aradı.

Cehennemin ateşi harlanmaya başlamıştı artık. 

Cevher, halasına yaşatılanlardan ve babasının ölümünden kocasının ailesini sorumlu tutmuştu. O konağı cehenneme çevirecekti. Kocasını odasına almıyordu. Babasının kaybının ve yıkılan umutlarının acısından deliye dönüyor, evin holüne çıkıp aileye tehditler yağdırıyordu.

Kendisi de annesiz büyümüştü, onun çocuğu da babasız büyüyebilirdi elbette. Bu evden gidecek, giderken de onu ateşe verecekti. Doğuma yakın, içine hayallerini sığdırdığı çeyizini toplayıp babasının evine yerleşti. Akrabalar, aile dostları hem bebek hayırlamak hem başsağlığı için ziyarete gelmiş görünseler de aslında ara bulmaya geliyorlardı.

Rıdvan kendini bırakmış, iyice zayıflamıştı. Hiçbir suçu olmadan nasıl böyle bir duruma düştü, anlayamıyordu. Onun ne kabahati vardı olanlarda?!? Bari kocasına merhamet gösterseydi. Cevher boş gözlerle bakıyor, misafirlerine ikramlarını sunup salonun kapısında ayakta bekliyor, ağzından tek söz çıkmadan kovuyordu herkesi. 

Bebek kırk günlük olunca babasından kalan ne varsa satıp halasına yakın bir ev aldı. Şevket de Paris’ten dönmüş, evin alt katında annesinin hazırladığı atölyesinde çalışmaya başlamıştı. Düzenlerini kurmuşlardı. 

Aile haberlerini Şevket vasıtasıyla duyuyorlardı. “Rıdvan da benim kuzenim. Çok üzülüyorum valla. Oğlanın babasız büyümesi de hiç iyi değil,” diye söylenip duruyor, bir yandan da küçük Cemal’in kendisine ‘baba’ rolü biçmesinden endişeleniyordu. Baktı ki olacak gibi değil, “Kızlar! Duyduğuma göre, yengemin akrabalarından güzel bir Çerkez kız sık sık konağa kalmaya geliyormuş. Yengem, Rıdvan’ı bu kızla evlenmesi için ikna etmeye çalışıyormuş. Sonra bana ‘Biliyordun da, neden söylemedin?’ filan demeyin, tamam mı?” dedi.

Birkaç güne kalmadan Cevher, kocasına bir telgrafla, oğullarının ‘baba’ diye ağladığını ve onun geleceğini konuşmaları için cuma akşamı yemeğe beklediğini bildirdi. 

İlk işi, çeyizindeki ipek gece kıyafetlerini, kocasının tıraş takımlarını, losyonlarını, terliklerini, ipek pijamalarıyla ropdöşambırını, Paris’te neşe ile seçtikleri parfümleri, makyaj setlerini çıkarıp yerlerine yerleştirmek olmuştu. Sonra da Balıkçı İlyas’a gidip kocasının en sevdiği lüfer balığının en taze, en iri olanlarını seçip sabah eve getirmesini tembihlemişti.

Cuma sabahı Rıdvan’ın bayıldığı mezeleri erkenden hazırlamış, denizden yeni çıkmış lüferleri temizlemiş ve oğlunu halasına bırakıp öğlen vapuru ile saçlarını yaptırmak için İstanbul’a inmişti.

Akşam Rıdvan, kucağında koca bir demet kırmızı gülle vapurdan inerken somon rengi dantel bir elbise, ayağında tokyolarla Cevher’in yokuştan koşarak geldiğini görünce gelin arabasındaki gibi ağlamaya başladı. Cevher durur mu? İskelede elinde güller, gözünde yaşlar olan bu ürkek adamın boynuna romantik bir filmin kavuşma sahnesindeki gibi gözyaşlarıyla atıldı. Gece boyunca balayından yeni dönmüşlercesine sevdikleri şarkıları söylediler, Cevher’in maharetli elleri ile hazırladığı yemekleri yiyip gülüp eğlendiler. Sonra Cemal’in fotoğraflarına bakıp arada gözyaşları içinde birbirlerine sarıldılar. Cevher, kocası evde yaşıyormuşçasına düzenlediği evi ona gezdirirken yatak odasının kapısına geldiklerinde “Senin yuvan, oğlunun ve benim yanım! Kararını şimdi ver, hatta şu anda vermelisin!” dedi. 

O geceden sonra Rıdvan, bir daha geri dönmedi. Cevher Hanım o ne istese yerine getirdi, kocasının sözünden hiç çıkmadı. Karısının ateşe verdiği ailesine karşı zaman zaman karışık duygular içine girse de bir seçim yapmıştı artık ve o seçimini sorgulamadı. Karısı ve çocuklarıyla Ada’da mutluydu. 

-III-

Cevher Hanım, Aybüke’nin açtığı pencereden gelen serin havayı içine çekti. Aniden babası, pencereden içeri süzülüp yanına uzandı. “Fotoğraflara bakalım mı, kızım?” dedi. Cevher, başını babasının omzuna koydu.

“Bak, üçümüz dans ediyoruz. Annen hamileyken de çok güzeldi,” dedi. Sonra “Bu da annesinin kucağında yeni doğmuş Cevher. Ne çok saçın vardı doğduğunda! Annenin karnındayken saçların, onun midesini bulandırıyordu,” dedi.

“Bu yüzden mi öldü?” 

“Hayır, kızım. Olur mu öyle şey? Annenin kalbinde, doğuştan bir hastalık varmış. Kimse bilmiyordu.” Başka bir fotoğrafı seçip “İlk doğum günün,” dedi. Sonra kızına sarıldı, saçlarından öptü onu.

“Annem beni seviyor muydu?” dedi çocuk sesiyle Cevher.

“Hem de çok… Uyurken kulağını ağzına yanaştırıp nefesini dinler, seni koklayarak öperdi. Kalbi yumuşacıktı. Allah, insanlara örnek olması için onu yeryüzüne göndermiş. Büyük deden, annen öldüğünde ‘O, Hafaza meleklerinden biriydi. Görevi insanları korumaktı. Melekler yeryüzünde çok kalmaz,’ demişti. Biliyor musun kızım, çok yaşayınca insan daha çok günah işler, cehennem zebanileri sevinip odun taşırlar cehenneme.” 

“Cehennem ne ki, baba?” diye sordu, küçük bir kız çocuğu gibi sarılarak babasına.

“Sıcak, kızım, çooooook sıcak ama sen sakın korkma, olur mu? Üşüme artık.”

-IV-

O sabah güneş, daha tam yükselmeden evi ateş topuna çevirmişti. Öyle sıcaktı ki, hiçbiri uyuyamıyor ama biri de uyanamıyordu. Aybüke’nin tiz sesi, alt kattan evi dolanıp sokağa taştı. Yokuşun aşağısında Münevver Hala’nın evine çarptı, sonra Hristos Tepesi’ne tırmandı, kayboldu.